Monday, October 22, 2007

filmekimi'nde bir haftasonu

önceki yıllarda filmekimi tıpkı istanbul film festivali ve ifistanbul gibi sabahtan başlanan, akşama kadar film izlemekle, film konuşmakla, film yiyip film içmekle geçirilen günler demekti. bir hafta sürdüğü için yüksek kondisyon gerektirmezdi, üstelik "seçme" bir festival olduğu için "karavana" ihtimali de tüm festivallere göre daha azdı. öğrenciliğin gözünü seveyim, bu yıl sadece tatil günlerinde film izlemeye gönül indirdim. bir değişiklik olmazsa da ilk iki günde izlediğim dört filmle tamamlayacağım festivali. kısaca bahsetmek isterim o dörtlüden.


joe strummer - gelecek daha yazılmadı (the future is unwritten, julien temple)

sanırım yüzünü hiç görmediğim insanlar arasında en sevdiğim kişidir joe strummer. belki de "idolüm" diyebileceğim tek insandır. dolayısıyla bu filme gittiğimde deli olmayı, ağlamayı, kederlenmeyi bekliyordum.

ne var ki, hesaba katmam gereken şey bunun bir julian temple belgeseli olduğuydu. izlemişseniz bilirsiniz, "hayatım boyunca en çok istediğim şey glastonbury'ye gitmek" diye girersiniz temple'ın filmine, çıktığınızda "gitmesek de olur muymuş acaba?" dersiniz. sex pistols hayranısınızdır, "the filth and the fury" bittiğinde onlara dair bildiğiniz her şeyi gözden geçirirsiniz. temple idolleştirmeden kaçınır, mümkün olduğunca hatalara, insaniyete odaklanır ve belki de bir belgeselcinin yapması gereken de budur zaten. filmlerini izlersiniz ve belgeselin öznelerine tapınmazsınız, onu tanıdığınızı hissedersiniz.

joe strummer için de durum bu oldu. the clash'in ne kadar büyük bir grup olduğunu, joe strummer'ın ne kadar mühim bir insan ve müzisyen olduğunu anlatmadı temple bize. filmi izleyenin bunu zaten bildiğinin kabulüyle başka şeylere odaklanmıştı yönetmen. harika da yapmıştı. ağabeyinin intiharının travması, şöhretin suçluluk duygusu, grup arkadaşlarıyla ilişkileri, kadınları, inzivası ve geri dönüşü... destansılığın yerine samimiyeti koyan, güzel bir profildi bu. yine de gelmiş geçmiş en büyük rock'n'roll albümü saydığım "london calling"e geldiğinde konu, en önemli şarkısıdır dediğim aynı isimli şarkıya geldiğinde sıra, gözlerim dolmadı, tüylerim diken diken olmadı diyemem.

8 / 10


control (anton corbijn)

ne zamandır beklediğimiz bir filmdi "control." anton corbijn gibi rock alemini avcunun içi gibi bilen bir adamın elinden çıkıyordu ki, bu adam çoğumuz henüz doğmadan önce u2 ile, r.e.m.'le, depeche mode'la düşüp kalkıyordu. artık imzası haline gelmiş sepya tonlarında bir renksizlikte, sıcak ve duygulu resimleri de son 25 yılın rock müziğinde görsel karşılık aranırsa ilk akla gelecek imgelerdendir.
film, joy division değil, ian curtis filmi. dolayısıyla grup ian curtis'in hayatında olduğu gibi filmin dünyasında da sadece bir motif. curtis'in eylemlerinin temel motivasyonu değil. grupla ilgili başardıkları onda ne mutluluk, ne suçluluk, hiçbir etki bırakmıyor. fakat gerçekte de böyle mi olmuş? sadece debbie ile gençlik hatası olduğunu kabul ettiği evliliği mi onu bunalıma sürükleyen? tutarsızlıkları insani, suçluluğu haklı belki. ama bunların hiçbirisi bir insanın 23 yaşında kendisini öldürmesinin sebebi olarak gösterilebilecek inandırıcılıkta değil.

bunun joy division değil ian curtis filmi olduğunu baştan ortaya koyunca corbijn grubun müziğiyle de, tarihteki önemiyle de, ne başardığıyla da ilgilenmiyor. sonrasına da bakmıyor, öncesine de. peter hook, bernard sumner ve stephen morris, hepsi ian'ın hayatına teğet geçtikleri kadar varlar. bu, şüphesiz ki, bir tercih. ama müziğin geri planda yer aldığı bir müzik filminden bahsediyorsak burada şaşırdığımızı belirtmeliyiz.

evet, bu "düşmüş bir rockstar"ın veya "yitik bir idol"ün filmi değil. kafası karışık, sorunlu, bunalımlı bir çocuğun filmi. ama tüm sekansların üzerine kurulduğu bir filmde o kafa karışıklığına dair daha fazla aydınlanmak, daha fazla fikir yürütüldüğüne tanık olmak istiyor insan. bunu da "control"de bulamıyor. örneğin "24 hour party people" gelsin aklımıza, otomobilin ön koltuğunda curtis'in bowie'ye "five years" yüzünden demediğini bırakmamasını unutmak mümkün mü?

ayrıca, filmin ritmi ve süresi de bir parça sorunlu kanımca. curtis'in in sanatının izlerini parça parça araması corbijn adına saygıdeğer bir tavır, ama filmin son 40-45 dakikasında her şeyin debbie-annik çekişmesine inmesi de tekrarlara sebep olmuyor değil.

olumlu yanından bakalım, bu film görsel olarak harikulade, final sahnesindeki beyne kazınan plan başta olmak üzere. müziklerle de birleşince film tam anlamıyla 70'ler sonu havasını yakalıyor. oyuncular da çok başarılı. ama bir müzik filmi olarak da, karakter draması olarak da üzerine düşenleri yeterince yerine getiremiyor ve bir noktada yüksek beklentilerin altında kalıyor.

6.5 / 10



persepolis (vincent paronnaud, marjane strapi)


kimi anlarında komik, kimi anlarında hüzünlü, hatta acıklı, kimi anlarında da ürkütücü olan çok film bulamazsınız. bir hayat öyküsünü bir siyasi tarihe koşut olarak işleyen "persepolis" bunu beceriyor. sanki 2007 yılının istanbul'unda bu filmi izlemenin bir anlamı vardı bir yandan. halkın humeyni'nin tarafının halkın % 99.99'luk destekle iktidara gelmesi gibi! ama hayır, "not without my daughter" benzeri bir tek taraflı anti-propaganda filmi değil bu. güzel bir ülkenin içeriden samimi bir tasviri bu. güzellikleri ve kötü yanlarıyla. zira marjane strapi'nin aynı mizahi ama eleştirel bakışını avrupa'ya yöneltişini de izliyoruz "persepolis"te.


filmin en sıcak yanlarından birisi ise el altından alınan kasetlerdi. marji'nin iron maiden'dan aldığını sanırım hepimiz alıyoruz zaman zaman; umudu.


8/10



kelebek ve dalgıç giysisi (le scaphandre et le papillon, julian schnabel)

festivalin benim adıma sürprizi ve bu yılın en güzel filmlerinden birisi. locked-in sendromu denen bir illet, sol gözü dışında hareketsiz bırakmış jean-dominique bauby'yi. zaman içinde dünya ile iletişiminin tek metodunun alfabeyi ona okuyan hemşirelere göz kırparak harfler, sonra kelimeler, sonra da cümleler yazdırarak olabileceği ortaya çıkıyor.


konusu böyle anlatılabilecek bir film "my left foot"tan "mar adentro"ya bir dolu film geliyor akla. "kelebek ve dalgıç giysisi"ni benzerlerinden ayıran, duygu sömürüsü, aşırı didaktizm veya gözyaşı bombası olmak gibi unsurlardan uzak olması. bunu yapmamak için de jean-do'nun iç sesinden kimi olayları nasıl da kafaya aldığını görüyoruz ve bu da iyi sonuç veriyor. schnabel'ın ilk başarısı bu.


diğeri ise son derece temposuz bir filmi ağırlaştırmaması, akıcılığı hiç kaybetmemesi. öte yandan gerektiği zaman da izleyiciyi sıkmaktan korkmaması. zira izleyicinin kendini jean-do'nun yerine koyması da gerekli. daraldığımız, dayanamadığımız da oluyor ama bu anların her biri çok gerçekçi ve film adına değerli. üslubu içeriğin belirlediğine harika bir örnek oluyor film.


filmin sol gözden yansıtılan ilk dakikaları ise olanca zorluğuna rağmen son yılların en etkileyici açılış sekanslarından birisi kanımca. aklıma geldiği kadarıyla sadece geçtiğimiz yılın filmekimi'nde "free zone" natalie portman'ın arka koltukta gözyaşlarına boğulduğu plan-sekansı bu konuda "kelebek ve dalgıç giysisi" ile yarışabilir kanımca.


schnabel'in cannes'ı neden aldığı her sahnede açıkça belli zaten. gerçekten cesur bir yönetim var filmde, sevindirici olan ise bu cesaretin karşılığını almış olması.


aslında bu filme dair söylemem gereken çok şey var. içimden gelen ama, anlatamadığım. u2'nun "ultraviolet (light my way)"inin çaldığı andaki coşkusu gibi. acı dolu flashback'ler gibi. yalnızlık, sessizlik ve iletişim, umutsuzluk ve devam etmek, hayat ve ölüm üzerine lirik bir şiir bu, mutlaka izlenmesi gereken.


9 / 10

No comments:

Post a Comment