Wednesday, December 31, 2008

2008'in En İyi Albümleri

Bir yılın daha sonuna geldiğimiz bugün, geleneksel "yılın en iyi albümleri" listemi yayınlamaktan ve sizlerle paylaşmaktan onur duyuyorum.. Son derece kişisel bir liste, tabi ki.. Bakalım ne düşüneceksiniz..


Best of 2008
albums


1. Beach House
“Devotion”

Yılın en anlamlı albümü.. Gözlerinizi kapatıp bambaşka yerlerde olmayı düşlediğinizde arkada çalan albüm işte bu.. mutlu değilsiniz, hayır, ama olsun.. kışın cama vuran yağmur ya da kar taneleri, ya da yaz sıcağında balkon kapısından süzülen ılık rüzgar eşliğinde dinleyiniz..

2. The Walkmen
“You & Me”

Sadeliğin güzelliği.. iddialı bir sadelik hem de.. bilinçli bir küçülme harekatı bu albüm The Walkmen için.. sessiz sessiz insanı en derinden yakalıyor işte, eksik fazla hiçbir şey yok.. hayatınızın albümü değil belki ama ister istemez seviyorsunuz sonuçta..

3. Wolf Parade
“At Mount Zoomer”

Birçok kişi beğenmedi, dağınık, samimiyetsiz buldu.. evet, neyi hedeflediği biraz muğlak, nereye gittiği çok da belli değil.. ama güzel işte, gerek tek tek şarkılar, gerek albüm olarak sevdirdi kendini bana.. ilk albümdeki enerji yok belki ama yine agresif ve tavizsiz, aynı zamanda çok daha ağırbaşlı bir album bu.. öte yandan, üzerimdeki etkisi yıl içinde zamanla azaldı ve kendine ancak üçüncü sırada yer bulabildi..

4. Fleet Foxes
“Fleet Foxes”

Midlake’in öncülüğünde yükselen 70’ler sound’u Fleet Foxes’la devam ediyor.. çok da iyi ediyor.. rock müziğin 20. yüzyılın sonunda yaşadığı çıkışsızlığı 2000’li yıllarda yüzünü geçmişe dönerek aşmaya çalışması ve bunda büyük oranda başarılı olmasıyla başlayan süreç, birçok yeni grubun belli bir formül içine hapsolmaya sürüklenmesiyle ürkünç bir hal almaya başlamıştı oysa ki.. neyse ki Fleet Foxes gibi gruplar retro ruhunun yapay ve yapmacık olmadan da yaşatılabileceğini gösteriyor.. albümü dinlerken alıp başını kırlara gitmek istiyor insan; kendi ekmeğini kendi yapıp, odununu kesip ısınıp kendi yağıyla kavrulduğu basit bir yaşamı arzuluyor.. sade ve mutlu bir yaşam.. üst sıralardaki yerini kesinlikle hakediyor..

5. British Sea Power
“Do You Like Rock Music?”

Bir türlü sevememiştim bu albümü.. o kadar heyecanla bekledikten sonra dinlediğim şey pek de tatmin etmemişti beni.. ama sonra içindeki neredeyse her şarkının ayrı ayrı anlamlı olduğunu gördüğüm bu albüm, içimde büyümeye başladı tuhaf bir şekilde.. bunda hayatımdaki en muhteşem deneyimlerden birini yaşadığım Kasım ayındaki İstanbul konserlerinin de payı var hiç şüphesiz.. evet, BSP biraz daha büyük kitlelere oynar gibi bu albümle; müziklerindeki o şahane minimalist tavır yerini düzenli bir mükemmeliyetçiliğe bırakmış sanki.. ama yine de şarkılardaki enerjiği ve olmazsa olmaz samimiyeti hissetmemek imkansız.. ve biliyoruz sonuçta: bu adamlar hep güzel şeyler söylemeye devam edecekler, muhteşem vokaller ve yırtıcı gitarlarla, işte bu iyi..

6. Elbow
“The Seldom Seen Kid”
7. Dodos
“Visiter”
8. Sakin
“Hayat”
9. Department of Eagles
“In Ear Park”
10. Sons & Daughters
“This Gift”

11. Black Mountain
“In The Future”
12. The Last Shadow Puppets
“The Age Of The Understatement
13. Vampire Weekend
“Vampire Weekend”
14. The Stills
“Oceans Will Rise”
15. Razorlight
“Slipway Fires”
16. REM
“Accelerate”
17. Nick Cave & The Bad Seeds
“Dig!!! Lazarus Dig!!!”
18. The Kooks
“Konk”
19. The Magnetic Fields
“Distortion”
20. TV on the Radio
“Dear Science”
21. James
“Hey Ma”
22. Evangelicals
“The Evening Descends”
23. Destroyer
“Trouble in Dreams”
24. Paavoharju
“Laulu Laakson Kukista”
25. Tindersticks
“The Hungry Saw”
26. Samamidon
“All is Well”
27. Sun Kil Moon
“April”
28. Islands
“Arm’s Way”
29. M83
“Saturdays = Youth”
30. Sigur Rós
“Med Sud I Eyrum Vid Spilum Endalaust”
31. Spiritualized
“Songs in A&E”
32. Shearwater
“Rook”
33. Albert Hammond Jr.
“Como Te Llama”
34. School of Language
“Sea from Shore”
35. Bon Iver
“For Emma, Forever Ago”
36. Retribution Gospel Choir
“Retribution Gospel Choir”
37. MGMT
“Oracular Spectacular”
38. My Morning Jacket
“Evil Urges”
39. Coldplay
“Viva la Vida”
40. Death Cab For Cutie
“Narrow Stairs”
41. Foals
“Antidotes”
42. Jason Collett
“Here's To Being Here”
43. Atlas Sound
“Let The Blind Lead Those Who Can See But Cannot Feel”
44. The Hold Steady
“Stay Positive”
45. The Verve
“Forth”
46. Portishead
“Third”
47. Titus Andronicus
“The Airing of Grievances”
48. The Honeydrips
“Here Comes The Future”
49. Tapes'n Tapes
“Walk It Off”
50. The Automatic
“This Is A Fix”

Thursday, December 25, 2008

başıbozuk

eurovision'un ciddiye alınası bir yarışma olduğunu tartışmıyoruz değil mi? ama mor ve ötesi'ni dinleyince aslında olayın o kadar da küçük olmadığını anlıyor insan. niteliği ya da niceliği tartışılsa bile o yarışmayı izleyip sonrasında beğendiği grupları takip eden bir kitle de var. bakın mesela şu iki adrese!
...
o forumlarda (yani kiril alfabesini okuyamadığıma göre ingilizce olanda) "neden kapaklarında isa'nın resmi kullanmışlar ki?" tartışıldı geçtiğimiz günlerde. tahmin etmiş olacağınız gibi, tartışmanın nesnesi kapak, "başıbozuk"un kapağı. harun tekin'in açıklamasına göre bu, "başıbozuk"un içerdiği sivil itaatsizlik ve "deli" kavramı üzerine giden bir ruhi dengesizliğin yanında, "dört adamın birlikte müzik yapmasının, dört başın bir baş etmesinin sembolü." gerçekten de iç kapaktaki resimlerindeki suratlar üst üste binince böyle bir figür oluşuyor. yani eğer grup olan james böyle bir adam ise, mor ve ötesi de isa'ya benziyor yani, hepsi bu. bir fanlarının "neden isa? çünkü isa buda gibi her yerde çok takipçisi olan bir figür değil ki?" diye sorması da hoşuma gitti, ekleyeyim.
...
"başıbozuk," mor ve ötesi'nin eurovision sayesinde oldukça yoğun geçen bir yılda hayranlarına bir hediyesi. "deli" zaten bildiğimiz bir şarkı, geçelim. "iddia" en çok rakel dink'in eşinin ardından yaptığı unutulmaz konuşmaya yaptığı göndermeyle sivriliyor, ama gerçekten güzel de bir parça. "sonbahar" ise üçlünün zirvesi, müthiş, müthiş şarkı. hem sözleri güzel, hem de melodisi. eldeki üç yeni şarkının da iyi olması, mor ve ötesi'nin form durumu hakkında umut verici.
...
canlı şarkılarla ilgili bir şey söylemek de yersiz. "kış geliyor," "re" ve "bir derdim var." sahne performansı açısından da mor ve ötesi'nin bir sıkıntısı olmadı hiçbir zaman. her izlediğinizde bir öncekinden iyi gelen bir sahnesi vardır grubun. kayıtların yapıldığı gün trt stüdyolarında olan birisi olarak beğendiğimi söyleyebilirim, ama sadece dinleyen birisine şarkıların güzelliği dışında bir şey vaadediyor mu tartışılır. yani, morlar sahnede farklı çalmayı seven gruplardan değiller, olanı en iyi şekilde çalmaktır niyetleri. o yüzden bu üç şarkıyı duymanın verdiği keyif, canlı dinlerken katlanmıyor. azalmıyor da. öyle.
...
remix'lere gelirsek, "kördüğüm"ü ve burak güven'in de çalıştığı "darbe"yi ve kerem kabadayı'nın serkan hökenek'le yaptığı "iddia"yı beğendim. ayça şen'in bugün yarın çıkacak albümünü de dinleyince burak'ta zaten prodüktör olarak da sağlam bir yetenek bulunduğunu fark ediyor insan. iyi bir müzisyenliğin yanında iyi de dinleyici olmasının etkisiyle olduğunu düşünüyorum, prodüktörlüğünü yaptığı şarkılarının zenginliklerinden.
...
düzgün bir albüm, ama hepsinin bir arada olduğu bir paket albüm olması "başıbozuk"un dezavantajı. bir oturuşta "deli"den yola çıkıp canlı şarkılardan sonra sekiz remix'i dinlemek, bir "extended ep" için yorucu. aslında kaset veya plak olmalıymış belki de. a ve b yüzü olarak bir grubun iki farklı yansıttığı için. ama "başıbozuk" işte, harun'un deyimiyle "albümün barındırdığı kaotik durumu" da temsil ediyor bir yandan.

Tuesday, December 16, 2008

afi 2008'in en iyi filmleri listesi

amerikan film enstitüsü yılın en iyi filmlerini açıkladı. sürpriz yok, özellikle böyle bir yılda. sinemanın çok da parlak bir sene geçirmediğinin kanıtı sanki liste. yine de her yıl sonunda "önceki yılların gerisinde kaldı, gelen gideni arattı" geyiği yapıp yaşlandığımızı hissettirmenin alemi yok.
alfabetik olarak dizilmiş liste şöyle:
...
.the curious case of benjamin button
.the dark knight
.frost/nixon
.frozen river
.gran torino
.iron man
.milk
.wall-e
.wendy and lucy
.the wrestler
...
bazı eksikleri (wall-e, iron man) tamamlama, bazı filmler için de sabretmeye devam edip sinemaya gelmelerini (benjamin button, milk, wrestler) beklemek yönünde bir mesaj aldım listeden naçizane. onun dışında liste işi zaten bayıldığım bir şey. sıralasalar daha bile çok sevinirdim.

atamama hastalığı

biraz geç ama bayram temizliği diyelim buna. martini, bacardi breezer, olmeca, bombay sapphire, smirnoff, absolut, arada seçkiyi zengin göstersin diye binboa vs. vs. ingiltere-türkiye eksenli long-distance relationship yaşayan ev arkadaşım ve öğrenci halimizle nasıl bir cesaretle kalkışmış olduğumuzu anlamadığım "herkes kaliteli içki içsin yılbaşısı" olan 31 aralık 2005'in katkılarıyla 20-25 civarı şişe çıktı evden. toplama hastalığı, atamama, çöpçülük, adı her neyse fena illet. ama arada histerik temizlik krizleri de bunun antidotu.
...
bu şişeleri kendi başıma çöpe nasıl indirdim ne siz sorun ne ben söyleyeyim. ama bunu bulan şişe toplayan adamların hayır duasını almışımdır herhalde. diplerde kalanları içmeye cesaret ettiyse o da yanına kar kalmıştır elbette...

tekrar çal graham

eylül ayında dergiye yazdığım the verve yazısında "yeniden başlasın, burada kalmasın" bölümü açıp britanya'da sıradaki birleşmenin kimden geleceği üzerine fikir yürütmüştüm. belki'den asla'ya doğru sıralayarak blur, suede (suede olarak değilse de brett-bernard çalışmaları anlamında), stone roses ve smiths şeklinde. ama "coxon yeşil ışık yaksa bile albarn'ın yan projeleri bunu zora sokuyor, ama bir beş yıl sonra blur geri dönebilir" yazmıştım. tahmin doğru ama zamanlama konusunda fazla kötümsermişim. zira damon ile graham çifte kumrular gibi tekrar.
...
nme'deki kullanıcı yorumlarından birisinde "blur'ün sadece 5-6 tane hiti var, bu reunion tutmaz" denmiş. ne büyük vizyonsuzluk! gelecek yıl 3 temmuz'da hyde park'taki geri dönüş konserine biletler iki dakikada bitti bile! bir tarih daha eklendi, ama onun da bitmesi an meselesidir. enteresan, ikinci hyde park konseri ilkinin öncesinde, 2 temmuz'da. iki dakika içerisinde biletleri kapışan 50 bin kişi için biraz haksızlık gibi. 2003'ten bu yana ilk blur konseri için bilet aldılar ama ellerindeki beş yıldaki ikinci blur konserinin bileti "sadece"...

Sunday, December 14, 2008

2008 Biterken Birkaç Albüm..

2008 yılının sonuna yaklaştığımız şu günlerde epeydir değinmek istediğim birkaç albümden söz etmenin zamanıdır diye düşündüm..

1. The Walkmen - You & Me. 

The Walkmen'i biraz olsun tanıdıysanız, bu adamların boş iş yapmayacağını az çok bilirsiniz. Belki her albümleri muhteşem değil ya da fişek gibi şarkılardan oluşmuyor ama iyi niyetli çabalarının sonucu olarak ortaya en azından ilgiye değer birşeyler çıkıyor her nasılsa.. Adı 90'ların vasat Scorpions şarkılarını andıran son albümleri de bu kuralı bozmuyor, usulca ayak uyduruyor yaratıcılarının ilham perilerine.. Şimdi, nasıl anlatsam.. Bu albümden önce The Walkmen dendiğinde aklıma gelen ilk şarkı "The Rat" olurdu, şimdi ise.. şimdi de öyle.. Albümde diğerlerinin arasından net bir şekilde sıyrılan bir parça yok, hepsi tek tekden ziyade bir bütünün parçaları olarak duru bir güzellik arzediyor.. Açıkçası, şarkı isimlerini de sayamam şu anda, ve işin güzel yanı, bundan utanmıyorum da; çünkü bana kalırsa albümü yaparken grubun istediği de tam olarak buydu: hadi konsept albüm demeyelim de, kendi içinde akıp giden, birkaç şarkının ön plana çıkmadığı bir albüm yapmış olmak.. You & Me güzel bir albüm; tekrar tekrar dinlenesi, yıllar sonra da dönüp hatırlanası, dolu dolu, hem huzurlu hem de heyecanlı, kadife bir albüm.. Sene sonu listemde ön sıralarda olması şaşırtıcı olmayacak..

2. Department of Eagles - In Ear Park.

Bu albümü dinlemeye başlayalı birkaç hafta oldu daha.. ilk dinleyişimi hatırlıyorum: muhtemelen yemek yaparken arkada çalsın diye açmıştım ama hemen ilgimi çekmişti, "bir saniye, burda önemli bir şeyler oluyor" diye dikkat kesilmiştim bir anda.. Yukarıdakilerin ve Fleet Foxes, Bowerbirds gibilerinin ruh ikizi, gönül yoldaşı bu adamlar besbelli.. Nedir bu folk, kır-köy meraklısı Amerikalı indiecilerden çektiğimiz bilmiyorum ki.. Daha da kötüsü, bu zibidiler her nasılsa şehirden de kopuk değiller, adeta "ee, işte biz sizin gibi içinde bitmek tükenmek bilmez bir boşluk barındıran şehirli kaçıkların hakkından ancak böyle gelebiliyoruz, sizin hakettiğiniz müzik bu" diyorlar.. Peki biz ne yapıyoruz, hemencecik kucaklıyoruz müziği, "bizim" yapıyoruz, ilacımız da zehrimiz de bu zira.. Albüme gelecek olursak, tek kelimeyle harikulade! Yer yer yavaş, yer yer tempolu şarkılar, bazen sadece vokal ve akustik gitar, bazense klavye, piyano, koro, efektli vokaller, hızlı davullar.. su gibi bir albüm.. Emin değilim ama sanırım albümü özetleyen şarkı "Phantom Other". Yılın sonlarına doğru keşfettiğim bu albüm listemde başa oynuyor, hayırlısı..

3. The Stills - Oceans Will Rise.

Konu The Stills olunca duygusal davranıyorum nedense, ilk albümleri Logic Will Break Your Heart'ı çok sevdiğim için herhalde.. İkinci albümlerinden (Without Feathers) nefret etmemin nedeni de buydu sanırım; o kadar güzel bir ilk albümden sonra belki de çok da kötü olmayan o albüm süper vasat gelmişti, katlanamamıştım 4-5 kezden fazla dinlemeye.. Oceans Will Rise gönlümde son şansıydı The Stills'ın, bu da kötü olsaydı biteceklerdi gözümde. Ne oldu peki, bitmediler, ama yerleri hala sağlam değil malesef.. Çok parlak bir albüm değil sözkonusu olan, ama ilgiyi hakediyor.. Rock müziğe yeni bir şeyler katmıyorlar, hayır.. Öte yandan, ilginç ve heyecan verici anlardan bol bol var 12 şarkı boyunca.. Müzikal açıdan epey sağlam bir albüm, ama sözler gerçekten de ortalamanın altında, birkaç güzellik dışında.. En çok dikkatimi çeken parçalar "Dinosaurs", "Hands on fire", "Rooibos/Palm Wine Drinkard" ve "Snakecharming the masses". Ama albümün bütünü hoş bir dinlenebilirliğe sahip, herhangi bir noktada sıkmıyor, epey keyifli aksine.. Önemli olan beklentileri çok yüksek tutmamak sanırım.. Not: "Dinosaurs"u gerçekten çok sevdim, "Rooibos" ise senenin en gaz şarkılarından biri.. 

Wednesday, December 10, 2008

sıfır desibel

ntv haberlerinde izlediğim kadarıyla yazmıştım bu yazıyı. ama bazı hatalar mevcutmuş, orijinalini buradan okuyabilirsiniz.

eğer önümüzdeki kış bir tom morello konserine yolunuz düşerse, konserin ortasında bir dakikalık sessizlikte "n'oluyor yau?" demeyin. guantanamo'da yüksek sesli müzikle işkence uygulanmasına tepki olarak morello ve massive attack'in başını çektiği bir grup müzisyen, konserlerinde bir dakikalığına seslerini kesecekler.
...
hatırlıyorum da, altı yıl önceki noir désir konserinde bertrand cantat konserin ortasında "filistin ve arafat'ın sessizliğini anlamamız için" bir dakikalığına durdurmuştu müziği. "yaşasın halkların kardeşliği" sloganları bölmüştü sessizliği hatta. radikal'de "miting gibi konser" başlığı atılmıştı ki, bu yaz massive attack konseri için aynı şeyi düşünmüştüm.
...
bu arada, müzikleri işkence için kullanılan gruplardan birisi nine inch nails. trent reznor'ın konuyla ilgili bir demecini bulamadım. ama ıraklılara işkence için müzikleri kullanılan metallica'nınki gibi "gevşek," ya da drowning pool basçısı benton gibi "mal" bir açıklama yapmayacağını tahmin ediyorum. aramaya devam edeyim bakalım.

Thursday, December 4, 2008

"bundan çok daha iyisini yapabilirsin" diyen albüm

hollywood'lu kardeşlerimizin formülize ettiği "feelgood movie" diye bir tür var biliyorsunuz. izliyorsunuz ve takriben 100 dakikanın sonunda başarı öyküsü görüyorsunuz, ya da bir karakterin zaaflarına rağmen hayata tutunabildiğini, onun da sevilebileceğini. hayata karşı daha umutlu oluyorsunuz neticede.
...
keane'in üçüncü albümü "perfect symmetry" tam da bu işlevi gören bir albüm. tuhaf olan ise büyüklük düşleri gördükleri, uyuşturucu ve alkol problemleri yaşadıkları, kendi içlerinde de büyük çatışmalar yaşadıkları yıllardan sonra kendileriyle böyle barışmaları. hiç tartışmaya girmeyeceğim, "hopes and fears" düpedüz çok iyi bir albümdü. çoğu kimsenin günümüz müziğinin yüz karası saydığı piyano rock janrının en iyi kayıtlarından birisiydi. "under the iron sea" ise bir faciaydı. coldplay gibi u2'culuk oynamak zorundaymış gibi hissettiler, ilk albümün güzelliklerini bu uğurda harcadılar, yükselmek için ağırlıklarını attılar ve haliyle yüzeyselleştiler.
...
"perfect symmetry"nin en çok hoşuma giden yanı, bir önceki albümü hiçe saymaması. "under the iron sea"de deneyip olamadıkları şeye bu sefer daha rahatlıkla ulaşıyorlar. ilk albümün sound'una dönmeleri onları kısa vadede çok daha popüler yapabilirdi ama onlar başladıkları yola devam ediyorlar, en büyük fark ise "under the iron sea"de olmayan şey: iyi şarkılar.
...
duran duran'ın "reflex" zamanlarında kullandığı yata gizlice girip partiliyor hissi veren "spiralling" belli ediyor aslında havayı. grup sadece kendisi eğlenmeye çalışıyor, şarkı yazarken kendisini tatmin etmeye çalışıyor, ve gayet samimi ve ölçülü bir başarı da yakalıyorlar. 98 sonrası manic street preachers'ın herhangi bir albümünün lokomotif şarkısı olabilecek "lovers are losing" kesinlikle bir pırlanta. "better than this" tam yukarıdaki kalıplara uyan bir "feelgood song." "you don't see me" queen'in 80'ler sonu ballad'larıyla, a-ha'nın son dönem soft-pop sound'u arasında dolanıp duruyor. "pretend that you're alone"da da adres queen, hatta daha spesifik olmak gerekirse "the miracle." "black burning heart" ise "hopes and fears" şahikaları "bend and break" ile "this is the last time"ın yanında yerini alıyor.

...
benim için yılın en büyük sürprizlerinden birisi bu. albüm kusursuz olduğundan falan değil, ikinci albümden sonra bırakın iyi bir albümü, eli yüzü düzgün bir iş yapacaklarından bile şüpheliydim. böyle keyifli, hafif ve dürüst bir albüm yapmalarına ise hiç ihtimal vermiyordum. belki bu şaşkınlık sayesinde olduğundan daha iyi geldi ama sorun değil. 6.5'tan 7 feda olsun böyle bir çabaya. neticede çoktan bitmiş olduğunu düşündüğüm keane'i ayağa kaldırıyor "perfect symmetry." jon brion ve stuart price gibi indie müziğin en yetenekli adamlarından ikisiyle çalışmışlar ama belli ki bu hayat öpücüğünü onlara değil, kendileriyle barışmalarına borçlular.

Wednesday, December 3, 2008

üçlemenin sonu

you said, "well never mind, we are ugly but we have the music"
...
(leonard cohen, "chelsea hotel no.2")

önceki günden devam

- Bu şarkıyı biliyor musun?
- Ne yazık ki bütün şarkıları biliyorum!
...
(tezer özlü, "zaman dışı yaşam"dan)

Tuesday, December 2, 2008

hey mr. dj!

"hey," dediler, "müziğe bir el atsana!" içimden haykırdım "hayıııııırr" diye. dışımdan "tamam bir ara bakarım" dedim. ve el atmadım tabii ki. masada oturup içmek, geyik yapmak evladır her zaman. kimse insanları dans ettirdiğiniz için madalya vermez, ama ortam durulursa şikayetleri siz alırsınız. ha, yine de insanları mutlu etmek güzel bir ödüldür, ama o kadar.
...
ve gecenin sonunda yalnız yatan siz olursunuz, cool erkekle güzel kız öpüşürlerken onların fonunu dolduran siz olduğunuz halde.
...
sakın, gittiğiniz bir partide, kalabalık olduğunuz bir barda, veya başka bir yerde müzikle uğraşmayın. bırakın, takılsınlar.

Friday, November 28, 2008

garfield'sız garfield

garfield'sız garfield "4:33"ün çizgi karşılığı olabilir mi? john cage'in "müziksiz müziği" minimalizmin ulaşabileceği son noktaydı ama dan walsh'un "garfield minus garfield"ı bambaşka bir şey. tamam, "az çoktur"u ispatlayışıyla minimalizme bulaşabilir ama asıl derdi bu değil.
...
mizah tarihinin en ünlü kedisi garfield'ı, adını verdiği karelerden silerek jon arbuckle'ın hikayesini anlatıyor walsh. ya da jim davis'in efsanevi karikatürlerini cover'lıyor, garfield'ı dışarıda bırakarak. kimi zaman deli saçması şeyler çıkabiliyor ortaya, ama yalnız, depresif, paranoyak bir günümüz karakteri kalıyor çoğu zaman elimizde. ve aslında yeni mizahın bayraktarlığını da yapıyor. geçtiğimiz aylarda rolling stone'un nefis bir dosyasında komedideki yeni hakim eğilim konu ediliyordu. "napoleon dynamite"tan "the office"e kadar onlarca işte punchline'lı (yani bir esprinin patladığı cümle) komedinin bir kenara bırakılması asıl mesele. artık karakterlerin susuşları, tuhaflıklar sonrası duraklamaları, söyleyecek söz bulamamaları asıl mesele. "garfield minus garfield"ın yaptığı tam da bu. hep bir eksiklik var ama garfield olmadan jon arbuckle'ın hayatına baktığımızda bir de görüyoruz ki aslında uygun olan da buymuş.

gael garcia bernal bursa'da


bursa'da ipek yolu film festivali başlıyor bugün. açılış töreninin konuğu ise gael garcia bernal. höh! orada olup kendisine "¡hola!" demek isterdik. hollywood'a da kapağı atmış, ama şu yaşında devasa yönetmenlerle çalışmış, bi de üstüne eşşek gibi yakışıklı ve karizmatik bir adamdır kendisi. komple hastasıyız.

Thursday, November 27, 2008

cool 2008

biraz geç kaldık ama aslında onlar erken davrandılar belki de. hafızam beni yanıltmıyorsa kasım sonu-aralık başı yerine kasım'ın ilk günlerinde açıkladı nme, en cool'ları topladığı listesini. bir numarada elbette alice glass var. gözlerinde sürmeleri ve kısacık saçlarıyla 50'lerin fransız filmlerinin güzel yüzlerinden birisi olabilirdi ama o yarım yüzyıl farkla doğduğu için kolları yaralı bereli, ayakları converse'li, en büyük zevki stage-dive ve crowd-surfing olan ve kendisini parmaklayan seyircileri bir güzel pataklayan bir elektronik punk olmuş. nme de crystal castles'ın vahşi bebeğini 2008'in en cool'u seçtiğinde şaşırmadım. sadece mgmt'nin hippi ruhu andrew onunla yarışabilirdi, o da üç numarada zaten. jay-z'nin bir basamak altında.
...
Hello Alice, how do you feel about being named the coolest person on planet Earth in 2008?
"I'm flattered, but back in school the people who held themselves in the same regard were the biggest waste of skin I've ever met".
Why do you think you got so many votes?
"My pact with Satan hasn't expired yet."
What's the coolest thing you own?
"Slaves."
Who is your cool icon?
"We need new idioms, we need to stop talking like beatniks."
Does cool even matter?
"Nothing matters. We're all dust."
...
kanımca bu kızın nme'ye verdiği bu cevaplar cool'luk için yetiyor da artıyor bile. listenin geri kalanı ise burada. enteresanlıklardan birisi glasvegas'ın tam bir margaret olan caroline'inin ilk ona girmesi. ayrıca kendisi bunun hakkında ne düşünüyordur bilmiyorum ama alex turner'ın olayı inanılmaz. bu cool'luk meselesi bir önceki yılın inkarı haline gelmişken (geçen yılın birincisi olan gallows frontman'i frank carter bu yıl 36'da) her yıl oralarda kalabiliyor. çünkü evet, nme ona hala bayılıyor.

bu yıl ilk defa listeyi açıkladıktan sonra mikrofonunu halka da uzattı dergi. katılmadığınız fikirler için buradan oylamaya katılabilirsiniz. sanırım önümüzdeki hafta sonuçlanacak oylama. şu an nicky wire önde gidiyor.
...
evet, ne yalan söyleyeyim, hala fena halde ilgimi çekiyor böyle listeler, tamamen geyik olsa bile.

Tuesday, November 25, 2008

"a big dumb homo"

Dear Liz Lemon: While other women have bigger boobs than you, no other woman has as big a heart. When I saw you getting ready to go out and get nailed by a bunch of guys last night, I knew for sure it was over between us, and for the first time since the ‘86 World Series, I cried… I cried like a big, dumb homo. And if it was up to me, we’d be together forever. But there’s a new thing called "women’s liberation," which gives you women the right to choose and you have chosen to abort me, and that I must live with. So tonight, when you arrive home, I’ll be gone. I officially renounce my squatter’s rights. Goodbye and good luck. I'll never forget you.
...
('hödük' dennis duffy'nin liz lemon'a yazdığı ayrılık mektubu - "the break-up," "30 rock," birinci sezon yedinci bölüm)

scrubs, nihayet

evet, güneş nihayet o güzel güne doğdu! abc, "scrubs"ın sekizinci sezonunu 6 ocak'tan itibaren yayınlayacağını açıkladı. yukarıdaki karenin alındığı harika bölüm "my princess" yedinci bölümün finaliydi, ama aslında dizinin olay akışından kopuk olduğu için (özellikle kelso detayında görüldüğü gibi) biraz da kafa karıştırıyordu.
...
bunun da üzerine grev sonrası onlarca dizi geri dönmüşken "scrubs"taki sessizlik sinir bozmaktaydı iyice. neyse ki "my princess" son "scrubs" bölümü olmayacak. ama sekizinci sezon sonuncusu olabilir. zach braff (j.d.) ve judy reyes (carla) bunun kendileri için son sezon olduğunu açıkladılar. zach daha önce bunu yedinci sezon için de söylemişti gerçi, ama bu sefer daha ciddi gibi.
dizinin yaratıcısı bill lawrence ise diziyi bitirmeyebileceklerini söylüyor, ki ne olur böyle bir şey yapmasın. j.d.'siz "scrubs" michael stipe'sız r.e.m. olur çünkü. yani olmaz.
...
eklemeliyim, "scrubs" izlemiş olduğum onlarca harika şeye rağmen benim için televizyon tarihinin en özel olayı. eski sezonları dönüp dönüp izlemezsem işlerim rast gitmiyor zaten.
...
hadi bakalım, güzel bir final olsun. lawrence, braff ve diğerlerinin bu kadar bekleyişin üzerine ortaya unutulmaz bir şey çıkartmayacak olsalar hiç girmezlerdi bu işe, ondan eminim en azından.

Monday, November 24, 2008

kraliçe mi, soytarı mı?

bir rockstar için hırslı olmak kötü şey midir? büyük hayaller kurması, dünyayı ele geçirmek istemesi? kesinlikle hayır. biz bu herifleri biraz da bundan severiz zaten, bizim olamadığımız kişi olduklarına inandığımızdan, bizim hayallerimizi yaşadıklarından.
...
ingiliz basını johnny borrell'le fena taşşak geçiyor, kariyer hırslarını çok açık ettiği için. ben kızmıyorum. beatles olmak isteyen oasis'i, u2 olmak isteyen killers'ı, coldplay'i nasıl bağırlarına basıyorlarsa johnny'yi de öyle benimseyebilirler pekala. ama sorun şu ki, johnny'nin derdi ne bono, ne lennon. o freddie mercury olmak istiyor. ve freddie'yi de yaşarken sevmezdi ki ada medyası!
stadyum rock'ın nihai noktası, rock'ta gösterişin, ihtişamın artık ifrata vardığı zirveydi queen. johnny de herhangi birisi değil, rock'ın kraliçesi olmak istiyor, her şey olmak istiyor, en büyük olmak istiyor. bunun için ortaya çıkıp komik duruma düşmekten de korkmuyor. çünkü adam gerçekten hırslı, her şeye sahip olana kadar da kaybedeceği hiçbir şeyi olmadığını hissediyor.
...
o yüzden kızmıyorum johnny'ye, adamın derdi o. live earth'e çıktığında milyarlarca insan sadece kendisi için ekran başında gibi davranıyorsa içinden öyle geldiği için yapıyor. ve zaten rockstar'ların neredeyse tamamı birer pozdan ibaretken bir tek davayı satan bu çocukmuş gibi davranılması da komik geliyor.
kusuru yok mu? hem de nasıl var! ilk albümle ikincisi arasında aldığı müthiş mesafeyi unutmuş olması var. zira "up all night"tan "razorlight"a giden yol fazlalıklarından arındırılmış, gereksiz detayları kırpılmış, sadece gitarları, melodileri, ruhu ve tavrı bırakılmış şarkılarla olmuştu. queen sevdası piyanolu ballad'lar yazdırmış bu çocuğa. hırsla ilgili bir sorunum yok, "-mış gibi" davranmak da rock'n'roll'u şu an olduğu şey yapanların en baştakilerinden birisi zaten. ama imajda değil de müzikte olmadığı bir şeyi zorlamak, güzel bir şey olabilmişken onu unutup başka bir şey denemek, hele hele onda da bu kadar vasatta kalmak kolay affedilir şey değil.

işin tuhafı, "slipway fires"ı hala dinliyorum. bir an dank edeceği, ısınacağım umuduyla dinliyorum. 2004 sınıfının çıkarttığı en iyi albümden sonra bu kadar irtifa kaybedilmemiştir dediğim için dinliyorum. ve itiraf edeyim, bu korkunç çabanın ve işi zorlamalara götüren hırsın fena halde profesyonellikten uzak oluşundan kaynaklanan tatlı bir acemilik, temiz bir saflık hissettiğim için dinliyorum.

Sunday, November 23, 2008

annie hall - aşk çok zayıf bir kelime

blog'u bir günlük gibi gösterme ihtimali var ama bir rüyamı paylaşmak zorundayım. çalıştığım gazetenin genel yayın yönetmeni bizi bir odaya toplamış, favori filmlerimizi soruyor. sıra bana gelirken ilk etapta aklıma "eternal sunshine of the spotless mind" geliyor, (gerçek dünyada bu soruya "pulp fiction" cevabını vermişliğim çoğunluktadır) sonra "annie hall"da karar kılıyorum. sıra tam bana geldiğinde patron beni atlıyor ve sonraki kişiden devam ediyor. bu rüyanın barındırdığı güvensizlik ve dışlanma hissini farketmek için freud olmaya gerek yok ama uyandığımda o kadar kötü hissetmiyordum. "annie hall"u bir kez daha izlemek için bir bahaneydi sadece.
...
bu hafta sonu boyunca "annie hall"u iki defa izledim. bu filme karşı hissettiğim şey alvy'nin annie'ye hissettiğinden az değil: "Love is too weak a word for what I feel - I luuurve you, you know, I loave you, I luff you, two F's!" onlarca defa izledim bu filmi son üç-dört yılda, ve bazı geceler sadece sesini duyarak rüyalara dalmak için yatmadan önce açışlarımı saymıyorum bile.
...
neden bu kadar çok seviyorum bu filmi? aşk filmini yeniden tanımladığı için mi, romantik komedinin kurallarını yazdığı için mi? fena halde komik olduğu için mi, çok değerli gözlemler yaptığı için mi (blender dergisi shy girls dabbling in photography and bookish boys dabbling in shy girls gözlemini "annie hall"suz yapamazdı)? yoksa biçim olarak benim gördüğüm en usta, en stilize yönetmenlik gösterilerinden birisi olduğu için mi? hepsi.
...
"eternal sunshine of the spotless mind"dan "when harry met sally"ye kadar onlarca güzel aşk filmi "annie hall"a çok şey borçlular (clementine kruczynski annie'siz var olabilir miydi?). erkekler de woody allen'a çok şey borçlu: modern çağlarda oyunun kurallarının değişimini, kendilerinin güçlü kadın karşısında kaybetmeye her zaman mahkum olduklarını, kadınların öğrenme ve kendilerini yenileme kabiliyetleri karşısında daima çaresiz kalacaklarını bu kadar iyi anlatamazdı kimse.
...
nefis sahneleri saymaya başlasam tüm filmi anlatmam gerekir. güzel diyalogların altını çizsem filmin senaryosunu delik deşik etmeden duramam. yine de bu filmi ne kadar sevdiğimi, dahası neden sevdiğimi anlatamıyorum galiba. önemi var mı, ondan da emin değilim.
...
ekran bölmelerinden animasyon geçişine, flashback'teki devrimci yorumlarından sinemayı sahne sanatlarıyla delicesine buluşturan, izleyiciye konuşmasından marshall mcluhan'ı filme çağırmasına kadar onlarca yönetmenlik harikasına gireyim mi peki? neyse, bırakalım.

sana bayılıyorum woody. senin dünyanda, new york'unda, fena halde nefret ettiğin, tek boyutlu insanlarıyla dalga geçmeye bayıldığın los angeles'ında kaybolmaya aşığım.
...
serbest vezinde yazdığın bu nükteli aşk şiiri ise sinemaya gelmiş en güzel şey belki de.

Thursday, November 20, 2008

"dünyada üzgün olmaya değer ne var?"

dün babylon sahnesindeydi yasemin mori. coşkulu bir kalabalık vardı ve belli ki kendisi de babylon'da çıkmayı önemsiyordu. "sizi burada görmek çok güzel," dedi, "beni de burada görmek çok güzel!"
...
ilk albümünü bu yaz çıkartmış birisi için çok iyi karşılandı denebilir, şarkılarına katılım inanılmazdı. şimdiden iyi bir kitlesi olmuş yasemin'in, böyle giderse bir fenomen de olabilir. yanılmıyorsam iki de yeni şarkı çaldı, ki birisi "uzay kuşu" adında fena halde kaçık bir şarkıydı. bu kadar delilik benim zevkime hitap etmiyor ama memlekette hayran kitlesini oturtmuş, onun cesaretiyle de istediği kadar uçabilecek sanatçılara ihtiyaç var. bu yüzden yasemin'in ve ona şimdiden bu desteği hissettirmiş bir kitlenin varlığı umut verici.
...
benim favori şarkım "kuzgun" bu arada. ama "nolur nolur nolur" ve "arjantin" (ki bu sahnede çok iyi gitti ve belli ki grup da onu çalmaktan çok keyif alıyor) iki defa çalınan şarkılar oldular. ("ya napalım albüm kısa oldu. bi dahaki sefere uzun yapıcam!")

Wednesday, November 19, 2008

çağan ırmak'ın "ıssız adam"ı


spoiler tehlikesi içerebilir

televizyondaki başarısına karşın sinemadaki öyküsü çok da parlak başlamamıştı çağan ırmak'ın. ilk filmi "bana şans dile"yi bitirdikten sonra "bu olmadı" deyip rafa kaldırmış, vizyona girebilen ilk filmi "mustafa hakkında herşey" de kısıtlı sayıda seyirciye ulaşıp, eleştirmenler tarafından yerden yere vurulmuştu. altyazı'da fırat yücel ve ben filme karşı empatik bir tavır takındığımız için teşekkür etmek için bizi tek tek aradığını not düşebilirim, ki siz anlayın durumu!
...
arkadan gelen üç film daha çekti ve artık bunların sonuncusu olan "ıssız adam"da görüyorum ki artık çağan ırmak olmak istediği yönetmen olmuş, ki bu da harika bir şey. bu adam hep istedi ki, gerilim de çekse, aile filmi de, epik de, romantik de, hep izleyicisiyle özel bir bağ kursun. tıpkı bazı hollywood yönetmenleri gibi hem seyirciye ulaşan, hem de yönetmen filmi olan, dengeli işler çıkartsın. ama denge derken, kendisini de hiç dizginlemedi bu adam. seyircisini tam kalbinden hedefledi. ağlatmak istediyse bunu yaptı, güldürmek istediyse, düşündürmek istediyse de aynı şekilde... bunu bazen fazla göstere göstere yapması gerekse bile.
...
"ıssız adam"ın da görünürdeki en büyük handikapı bu, bütün çağan ırmak filmleri gibi. eğer akışın içinde kaybolursanız size gerçekten samimi duygular vaadeden, ama içine giremezseniz birçok çabanızda sizi tekrar dışına tükürecek bir şeyler var bu adamın filmlerinde. filmlerini izleyen insanlara orkestra şefi gibi hükmetmek istiyor ırmak, "gülün!" salon kahkaha atar, "ağlayın!" salon hıçkırmaya başlar!
...
yanlış anlaşılmasın, "ıssız adam"ı beğendim. sinemada üç defa izlediğim "babam ve oğlum" ve iki defa izlediğim "mustafa hakkında herşey" gibi. dolayısıyla çağan ırmak'ın izleyicisiyle kurduğu bağdan şikayetçi değilim, bir sanatçı olarak seyirciyle doğru frekansta olması çok güzel bir şey. sadece bu bağın yapay kurulduğunu hissettiren anlar olmuyor değil.
...
gelelim "ıssız adam"a... ilk başları romantik komedi gibi giden (adam kadının peşinden koşar), ikinci bölümüyle komedisini hafifleten ve gittikçe de koyulaşan, damarı arayan bir öykü var. son derece gerçekçi bir zaman çizgisi bu. ilişkiler başladığında melekler uçuyordur kafaların üzerinde, kemanlar duyulur bir yerlerden, zaman ilerledikçe gerçeğin duvarına toslanır.

bu türler arasında gezinmeye hiç itirazım yok. geçenlerde türk sinemasında şık bir romantik komediyi neden izleyemediğimizi düşünüyordum. "ıssız adam" özellikle ilk bir saatiyle istediğimi veriyor. bildik hollywood romantik komedi formülü önümüzde: başlarda birbiriyle hiç uymayacak iki karakter karşılaşır, ilk başta bir çatışma vardır ama zamanla kaçınılmaz değişim gerçekleşir, birbirlerini severler, mutlu olurlar. şablon ortada, değişiklik ise karakterlerde. erkeğimiz romantik komedilerin erkeği değil, hedonist, biraz sadist bir adam. tıpkı ada gibi o da çok iyi oynanmış, çağan ırmak da bu karakterleri gerçek kılmak için çok fazla sayıda ayrıntı yerleştirmiş filme. hobileri, hayalleri, hatta mümkün olduğunca kendilerine has konuşma biçimleri.
romantik filmlerin kaçınılmaz bölümleri "yükseliş" evresidir. çağan ırmak bu evrede filme hakimiyetini doruğa ulaştırıyor. özellikle alper diğer insanlarla birlikteyken her zaman o kadar inandırıcı değil, ama ada ile birlikteyken bu adamın yaşadığına inanıyoruz. ve bir romantik film klişesi olan, bir şarkı eşliğinde birlikte ne kadar mutlu olduklarını gördüğümüz (eski türk filmlerinde nedense hep ağaçlar arasında kovalamaca oynayan aşıklar şeklinde zuhur eden) sekansın altından nefis bir numarayla kalkmış. hem estetik olarak iş görüyor, hem de çok gerçekçi bir durum: "modern zamanların" aşklarından bahsedeceksek artık sadece beden dili değil mesele, paylaşılan sırlar, arada dönen küçük espriler, ilişkinin kendine has lisanının oluşması... aşk içinde dil çok önemli, aşkın zirvesini bu şekilde anlatması da bu yüzden çok yerinde (bunu da "dilsiz bir aşk hikayesi" çekmeye çalışmış bir insanın söylemesi manidar oldu).

ve istanbul... bu filmin gerçek yıldızı belki de. çağan ırmak o kadar güzel kullanmış ki istanbul'u, romantik filmlerde mekanın ne kadar önemli olduğunu bilerek... aşk üzerine yapılmış filmlerin belki de en güzeli "annie hall" mesela, bir new york filmidir her şeyiyle. alvy aşkını da new york gibi yaşar, annie ise los angeles kadınıdır, çatışmaları kaçınılmazdır. ya da, heathrow'undan notting hill'ine kadar londra'yı bize aşina eden ingiliz romantik komedileri (literatüre "hugh grant filmleri" olarak geçmesi taraftarıyım). "ıssız adam" benim gördüğüm filmler içinde istanbul'u en iyi kullanan film. sadece görsel olarak değil, istanbul'u, özellikle beyoğlu'nu yaşayan bir figür haline getirmiş, özellikle beyoğlu'ndaki sokakların, dükkanların ruhunu nefis yakalamış. bu aşk başka bir yerde değil, beyoğlu'nda yaşanabilir çünkü. çılgın kalabalıkların tam içinde, ama uzağında... istanbul'u seven, hatta istanbul'da sevmiş bir insanın sevmemesi mümkün değil "ıssız adam"ı...

işte o istanbul'un içine bir tarsus düşünce bozuluyor aşkın ritmi. ne zaman alper kaçmaya çalıştığı annesiyle (geçmişiyle) karşılaşıyor yeniden ve aşık olduğu kadının da onunla ne kadar iyi anlaştığını (hatta benzer cümleleri kurduğunu -"ahir ömrümde" kalıbının kullanımı) görüyor. olmayacağını anlıyor. ve bitiriyor. en azından bu hayatta. çünkü nefis final sahnesinde öğrendiğimiz gibi, aslında kendisini gerçekleştirmiş aşklar bitmez. bir başka evrende devam ederler.
...
suskun karşılaşmalara, aslında veda olmayan veda sahnelerine aşık bir insan için (ben!) bir nirvana bu son sekans. her ne kadar bir parça uzatıldığını hissetsem de...
7.5/10

Friday, November 7, 2008

America is not the world..

Başkan Obama..

melez fln ama, siyah işte besbelli.. Morrissey 2004'te ne demişti "America is not the world" isimli güzide şarkısında, hatırlayalım:
"In America, the land of the free, they said, and of opportunity, in a just and a truthful way. But where the president, is never black, female or gay, and until that day,
you've got nothing to say to me, to help me believe.."

eh, içlerinden biri oldu işte.. sadece burdan baksak bile müthiş bişey bu.. Amerika Amerikadır, Obama da devrim yaratmayacak tabi ki; askerler ve silahlar yine her yerde olacak, fakirler yine fakir, zenginler muhtemelen daha da zengin olcak.. Fransa'nın Fransa, Türkiye'nin Türkiye olduğu gibi, belli taşlar uzun süre oynamaz iktidara gelenden bağımsız olarak, sistem buna izin vermez..

ama işte, adam siyah.. şahane bi başlangıç bu.. hiçbi şey de yapmasa, bush gibi de olsa, sembolik açıdan fantastik bir değişim potansiyeli.. bu sefer olmaz belki, bi dahaki sefer de, bi daha da.. ama ister istemez bişeyler değişecek..

evet, Amerika dünya değil, ama öyle işte bi yandan da.. Morrissey'e şarkı yazdırdı, muhtemelen aynı Morrissey'e "vay be, utandım şimdi, hadi hayırlısı" dedirten de yine Amerika..

kesinlikle görmek istiyorum ben bu ülkeyi, yaşamak istiyorum orda.. ne kadar inkar edersek edelim bizi bu kadar etkileyen, bazen itiraf etmesek de aslında bi sürü ayrılmaz parçasını sevdiğimiz bu ülkeyi tanımak istiyorum.. Obama iyi bi fırsat olabilir belki.. belki Amerika'yı sadece korkulan ve gıcık olunan değil de, gerçekten sevilen bi ülke haline getirebilir.. ya da getiremez, daha büyük bir ihtimalle.. ama sonra olacak bu, illa ki.. önemli olan inanmak işte.. hepimiz değişiyoruz, herşey..

tüm dünyaya hayırlı olsun..

niye yazdım ki bunları..

hayatın insanı iyice sıkıştırdığı anlar.. sabahları uyanmak neden bu kadar kötü gerçekten? sabah 7 de uyanıp da "heyy, ne kadar da güzel bir gün, yine muhteşem eğlenceli işime gidiyorum, allahım hayattan ne kadar da keyif alıyorum" diyen insanalar var mı acaba? varsa da nerdeler, tanımak isterdim onları.. etrafım sızlanıp duran insanlarla dolu, sanki kimse hayatından çok da memnun değil gibi.. ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum..

yeni şeyler, güzel şeyler oluyor bazen, insanı heyecanlandıran.. ama neden sürekli onları dengeleyecek kötülükler çıkıyor anlamıyorum.. günün sonunu getirmek bu kadar arzulanası bişey olmak zorunda mı.. günün kendisinden neden zevk alamıyoruz ki.. hayatı bitirmeye mi çalışıyoruz.. "düzelcek, sabretmek lazım, iyi günler için çekiyoruz bunları" diye diye hayatı kaçırıyor muyuz ne.. peki ne yapabilirim, ben, fırat.. madem memnun değilsin neden bişeyler yapmıyosun.. bilmiyorum çünkü.. belki de hayat budur, daha fazla zevk almamamız gerekiyordur..

yine "öf neden yazdım ki bunları" diyeceğim bi yazı oldu, ama olsun, bi yere dökmem gerekiyordu..

Thursday, November 6, 2008

because we can can can

daha önce birkaç yerde de yazıldı ama tekrarlayacağım, amerikan başkanlık seçimlerinde oy kullanabilmeliyiz biz. özellikle edilgenliğe alışık olan üçüncü dünya.
...
geyik bir yana, amerika aslında bunu isterdi. kendi basketbol, beyzbol liglerini kazananlara "dünya şampiyonu" diyorlar adamlar. seçimlerini de öyle bir pazarlıyorlar ki, bütün dünya olimpiyatları veya oscar'ları takip eder gibi ediyor seçimleri. kendi başkanlarının dünyayı yöneteceği hissindeler.
...
obama seçildi. "amerika değişir mi ki?" diye sinizm yapanları bir kenara koyarsak tüm dünyada bir mutluluk ve umut doğdu. eh, nasıl doğmasın, adam siyah! "değişime ihtiyacımız var" sloganıyla yola çıkan adam daha şimdiden devasa bir değişim yarattı bile. evet, bugünden yarına değişmeyecek amerika; hatta bush'un siyasi, ekonomik ve hatta dünya çapında amerika'nın imajı ile ilgili bıraktığı enkazı toparlamak için çok çalışması gerektiği malum.
...
peki onu bırakalım, obama da bir hülya mı, yoksa bu görkemli başarı öyküsünden feyz mi almalıyız? bir pazarlama harikası mı, yoksa kenyalı bir babadan doğma hüseyin barack obama gerçekten amerika'ya ve bize umut mu? ona bağlanan umutlar dört yıl sonra yerle bir edilmiş halde sağda solda mı bulunacaklar? örneğin ingiltere'de tony blair'in ilk günlerinde yarattığı coşkuyu hatırlayın, ve giderken nasıl arkasına teneke bağlandığını. obama da böyle mi olacak? olmamasını umuyorum, çünkü bu adamın samimiyetine inanmak istiyorum. değiştirebileceğine. bob dylan dinleyen, springsteen'le sürekli temasta olan bir başkanı olduğu için de amerika'ya gıpta ediyorum.

Tuesday, November 4, 2008

telefon şakası


russell brand diye bir komedyen var ingiltere'de. sevilesi mi yoksa nefret edilesi mi tam çözebildiğimi söyleyemeyeceğim, ama enteresan adam. rockstarlarla takılan eden, değişik bir adam. ekim ortasında bir telefon şakası yaptı bu adam, jonathan ross'la birlikte. aktör andrew sachs'ın telefonuna mesaj bıraktılar "torunun georgina baillie ile yattım!" diye. ingiltere karıştı. başbakan brown bile onların bbc'den atılması gerektiğini savundu. yaklaşık on günlük tartışmadan sonra ross kızağa çekildi 3 aylığına. brand de istifa etti. baillie ise bir lezbiyen pornoda oynamak için anlaşmasını imzalamıştı bile.

tuhaf bir delilik durumu. tamam, herifler aşırı dalgacı, belki de sınırı biraz aşıyorlar ama "tüm mesele bunun için mi?" dememek mümkün değil.

"şahsen sinir oldum ben, bir kez daha the daily mail, the telegraph ya da the observer'da yazan siktiğimin zevksizleri insanlara nasıl davranmaları gerektiğini dikte ediyorlar. the daily mail'i okudum, diyorlardı ki russell tutuklanıp cezalandırılmalı. ne için tutuklansın ki? taşşak geçtiği için mi? aslında tam ingiliz işi bu. 10 bin kişi delleniyor, ama sadece olaydan sonraki birkaç gün için." -noel gallagher.

Friday, October 24, 2008

iade-i itibar

geçen hafta gazetedeki kritiğimde "evet albümde sağlam groove'lar var ama iyi yazılmış şarkılar yok. oasis bunu yapardı - ah ama pardon, bu on yıl önceydi." yazmıştım. itiraf etmeliyim ki "dig out your soul"a haksızlık etmişim. evet, bir çok şarkı grubun o sıradışı 90'lar hit'lerinin çarpıcılığına sahip değil. ama iyi rock'n'roll anları var yine albümde. özellikle ilk dört şarkının sert girişi, doğru zamanda çok iyi sonuç veriyor. "falling down" da nefis parça. bu kritiği şimdi yazsam 5 üzerinden 2 vermezdim.

Tuesday, October 21, 2008

büyük bir adam, küçük bir ölüm

büyük bir hayranı sayılmazdım ama severdim. ama onu ilk olarak "figure 8"le, "son of sam"le tanımasaydım daha çok seveceğimden emin oldum sonra "either/or"larla, "xo"larla. ölümünü öğrendiğimde yaşadığım burukluk ise hala hatırımda. özellikle de bunu kendisine sapladığı bıçaklarla yaptığını okuduğumda. insan sadece 20'li yaşlarında intihar eder sanardım o zamanlar, küçükken. bir de, ölümünden sonraki hafta mete avunduk'un david gedge ile kent fm'de yaptığı programı kapatırken söyledikleri, "büyük bir adam, küçük bir ölüm..."
...
madonna'ya soruyor q, "son yirmi yılın şarkılarından hangisini siz yazmış olmak isterdiniz?" diye, cevabı "between the bars."
...
beş yıl olmuş bugün, elliott smith öleli. iyi ki yaşadı...

Tuesday, October 14, 2008

British Sea Power














British Sea Power İstanbul'da..

"yok canım onlar da gelmezler herhalde" diyebileceğim grup sayısı her geçen gün azalıyor; büyüklerin gelmesine alıştık bi şekilde, ama nispeten kısıtlı bir hayran kitlesine sahip grupların da (hadi açık açık söyleyeyim, uzak memleketlerden küçük gruplar) son zamanlarda sıklıkla Türkiye'ye geliyor olması daha bi fantastik birşey, en azından benim için. The Automatic'ten The National'a, ne güzellikler gördük bu sayede.. gelelim konumuza..

British Sea Power'ın geliyor olması da bu minvalde mükemmel birşey - sadece hayranlarının selameti için değil; demokrasi ve insan haklarının gelişmesi için, Kafkaslarda istikrar için, Ortadoğu'da barış ve güvenlik için, uluslararası terörizmle kararlı mücadelede için, iklim değişikliğini kontrol altına alabilmek için, Afganistan'da halkı kazanabilmek için..

Yalan olmasın, geçen sene en çok The National için demiştim "keşke gelseler yaaa" diye, e geldiler.. Bu sene de British Sea Power için dedim durdum, bazen Çetin'e, çoğu kez içimden, en çok da İngiltere öncesi Carrion ve Fear of Drowning dinlerken.. Hayaller kurdum, onlar sahnede olcaklar, ben de "oh little England, tonight i'll swim, from my favourite island shore, and how long has it been, since you've seen so beautifully" diye bağırıyo olucam sessiz sessiz, en önden, gözlerim kapalı..

Son albümlerini bi türlü tam sevemedim, gayet eli yüzü düzgün de bir albüm halbuki.. biraz fazla "büyük" görünmeye çalışmışlar gibi geldi belki de.. yine de yılın en iyilerinden biri, ve ne de olsa British Sea Power'a has o güzelliklerden birden fazla barındırıyor içinde..

8 Kasım'da Studio Live'dayım.. alt grup da Sakin, pek güzel.. Çetin'e buradan tekrar hürmetler, zira bana konseri ilk haber veren oydu; boğucu bir iş gününün ortasında telefonuma bakıp da muhtemelen saatler önce gönderilmiş o mesajı okumam günümü kurtardı, karşı odadan bana bakan daire başkanıma aldırmadan zıplayıverdim odamda..

Friday, October 10, 2008

filmekimi '08

istanbul'da sonbahara dair en şık şeylerden birisi filmekimi. kışın ifistanbul, baharda istanbul film festivali var, işte onlara kadar güzel bir haftalık mola. elbette öğrenciyken bütün gündüz seanslarını sömürmek, biraz daha büyümüşken de işten kaytarıp bir iki filmlik kaçamak yapmak harikaydı ama bu yıl işler daha da zor olacak gibi. sadece gala filmlerine 15'er kağıt da sayamayacağım için bu yıl beş filme indirebildim seçkimi, bir tanesi de şimdiden kırpıldı bile.
...
thomas vinterberg'in "eve dönüş"ü, abel ferrara baba'nın "chelsea'de rock"ı, dardenne biraderler'in "lorna'nın sessizliği" ve kuzey'deki dostumuz bent hamer'in "o'horten"ına gidiyorum. wenders'e bilet bitmişti, winterbottom'a saat uymadı, meirelles'in julianne moore'lu filmi ise gala uygulamasına kurban gitti. ki duk, miyazaki falan da yukarıdaki sebeplerle kırpıldılar.
...
bir ucundan tutan herkese iyi seyirler. yukarıdaki foto mu? o woody allen'ın "vicky cristina barcelona"sından, ya vizyonda, ya da internette yakalayacağız, ama olsun festival'in highlight'ı olur kendisi.

Thursday, October 9, 2008

phonem

ne güzel organizasyondur şu phonem. harika bir lali puna ve gereksiz bir four tet performansı izletmişlerdi ilk sene. bir de huşu içinde izlediğimiz bir pan sonic konseri ekleyin. sonra harika bir the notwist gecesi aklımda. hemen ardından da peaches gelmişti ki, kendisiyle geyik bir röportaj yapmış olmama rağmen tanık olduğum en saçma sapan performanslardan birisi olmaktan kurtulamamıştı! unkle'ın dj seti de keyifliydi. geçen seneki devendra banhart ve gang of four'u neden ve nasıl kaçırdım hala bilmiyorum. ama mogwai! deliceydi.
...
bu sene ise konukların başını çeken grup british sea power! norveçli pop bebeği annie'yi izlemek de nefis olacak. güzel elektronik keşifler de yapılabilir, vakit el verdiğince paralel yan etkinliklere de kafa uzatılabilir...

"don't get bushwhacked!"

fotodaki adamlardan sağdaki, "ünlülerin kilimcisi" hakan evin'miş, soldaki ise peter buck. kapalıçarşı'dan iki kilim almış buck, 21 bin dolar para saymış. ama dükkanın eski müşterilerinden birisini duvarda görmek canını sıkmış bizimkinin. "bu adamın ne işi var burada? niye astın ki bu resmi? insanları severim, hayvanları da, doğayı da, ama bu resimdeki adamı sevmem," demiş. "şükürler olsun ki artık gidiyor."
...
tahmin etmiş olabileceğiniz gibi buck'ta bu duyguları uyandıran kişi, 2004'te geldiği istanbul'dan kilimsiz dönmeyen george w. bush.

Tuesday, October 7, 2008

R.E.M. #14: Accelerate


"up"ı da, "reveal"ı da sevmiş olabiliriz, "around the sun"dan bile keyif alan olmuştur belki, ama r.e.m.'in yavaş yavaş heyecanını yitiren bir grup gibi görünmeye başlamasıydı bizi bitiren. "up" çıktığında "new adventures in hi-fi"dan ayırmadan sevmiştik, en azından o kadar "dolu" ve "iyi"ydi. "reveal" deneyseldi, kimilerinin iddia ettiği gibi "bir şeye dönüş" albümü değildi. samimi bir arayıştı ve işin doğrusu amacında da belli ölçüde başarılıydı. ama "around the sun" beklendiği gibi çıkmayınca bill berry sonrası bütün albümler kaka oldu.
...
"up" fazla ağır tempolu ve uzundu.
"reveal" fazla deneysel ve eklektikti.
"around the sun"ın şarkıları yeterince vurucu değildi, albüm temposuzdu ve en kötüsü, ruhsuzdu.
...
bir grup terapiye ihtiyaç vardı. buck, hızla girip kaydedip çıkma derdindeydi. albüm yaparken uzun süreler harcamak için bastıran stipe da kısa zamanda, baskı altında daha iyi yazdığını hatırlamıştı. mills, eskisi gibi bazı yeni şarkıları sahnede çalarak test etmeyi önermişti. grup yeniden enerjisini bulmuştu. sahnede hiç olmadıkları kadar iyi, kayıtlarda hiç olmadıkları kadar tutuk oldukları bir dönem yaşamışlardı, ama bitmişti. genelde evlilik terapisi gibi şeyler daha feci sorunlar da doğurabilir, ama bu sefer işe yaramıştı her şey, "accelerate" r.e.m.'in geri dönüşüydü, önceki üç albümde olamayan pek çok şeyin şaha kalkışıydı. yüksek tempolu, az sayıda molası olan, deneylere girişmeyen, kısa süreli ve bir patlama halinde olup bitiveren, vurucu şarkılardan oluşuyordu.
...
"around the sun"da bush öfkesi bekleyerek hayal kırıklığına uğramıştık. halbuki o, 11 eylül sonrası acıyı yansıtmak için yapmaları gereken albümdü. "accelerate"te ise gerçek bir sinir dışa vuruluşu var. bir yanıyla fırtına gibi dört şarkıyla başladığı için "lifes rich pageant"ı çağrıştırmıyor değil, ama burada başka bir olgunluk var. örneğin "mr. richards" gibi bir şarkı "monster"ı yaşamamış bir r.e.m.'den çıkmaz. "hollow man" ile "supernatural superserious"taki sertlik içindeki naiflik de r.e.m.'in yıllar içinde yakaladığı bir tecrübenin ürünü.
...
sanki "new adventures in hi-fi" arkasından o üç albüm hiç gelmemiş, burdan devam edilmiş gibi. ama bunu grup elemanlarına söylemeyin, çünkü onlar bunu "eski albümlerin ruhuna dönmeye çalışmışsınız" olarak algılar, kızarlar. çünkü bu r.e.m.'in 2008 yılındaki hali onlara göre. ve bu hal de fena halde güzel.

Saturday, October 4, 2008

R.E.M. #13: Around The Sun


işte r.e.m. katalogunun çirkin ördek yavrusu. evet, düşük tempolu, ve oldukça ruhsuz geliyor bu albüm, ama gelin isterseniz bu sefer vurmayalım bu albüme. 2004'te springsteen ve pearl jam'in de aralarında olduğu bir grupla vote for change turnesinde çalmışlardı. seçimlerden kısa süre önce çıkmıştı "around the sun," sanki bush'un yeniden seçilmesinin hayal kırıklığını betimlesin diye yazılmıştı.
...
ama iyi tarafından bakalım, "electron blue" stipe'ın favori şarkılarından birisi. "aftermath" ve "wanderlust" güzel şarkılar. ve, hmm, bu kadar galiba.
...
albümün hazırlıkları sırasında bir best of çıkartmış ve turne için yollara düşmüştü grup. onlara göre bu, grubun odağını dağıttı. şarkılarda sorun olmadığını düşünüyorlardı, ama onları çok çalışarak kusursuzlaştıramamışlardı. odak sorunu olduğu muhakkak, her ne kadar şarkıların kalitesine katılmasam da. şanssız 13 diyelim en iyisi "around the sun"a...

Friday, October 3, 2008

R.E.M. #12: Reveal


"reveal"ın çıktığı ilk günlerde değil ama sonraki birkaç yıl içerisinde bu albüme karşı bir soğukluğum vardı. bu yazı için uzun zamandan sonra tekrar dinlediğimde ise şaşırtıcı şekilde içimde büyüdüğünü fark ettim. dahası bu albümü yıllardır dinlemediğim halde içindeki detaylara birçok r.e.m. işinden daha çok hakim olduğunu fark ettim. sanırım 2001 yılında en çok dinlediğim albüm buydu.
...
birçok r.e.m. albümüne göre çok daha kalabalık bir prodüksiyonu var "reveal"ın, ve aslında çok zengin ve güzel detaylarla dolu bir kayıt. sound'un altında bazı şarkıların yeterince iyi yazılmamış olduğunu fark etsek de harika şarkılar var burada. "the lifting" örneğin, r.e.m.'in en iyi 20 şarkısı arasına pekala girebilir. "she just wants to be" (ortasında elektriklense de) r.e.m.'in son dönemdeki iyi akustik ağırlıklı şarkılarından birisi. "beat a drum" gerçekten iyi yazılmış bir şarkı, "imitation of life" da yakın dönemin en başarılı r.e.m. single'ları arasında. "i'll take the rain" etkileyici bir ballad, "i've been high" ile "summer turns to high" da şık atmosferlere sahipler. sanırım öyle bir zaman için bu da yeterli.

R.E.M. #11: Up


1998 sonbaharı. bir yıl önce 17 yıllık davulcusu bill berry'yi kaybetmiş r.e.m. sadece davulcusuz kalmış bir grup değil, bir ayağını da kaybetmiş bir köpek durumundalar artık. ama biliyorlar ki "artık başka bir grup" r.e.m. ve mike mills'in dediği gibi "bu grup şarkı sözlerini kapağa da basabilir."
...
evet, herhalde stipe'ın gelmiş geçmiş en etkileyici lirik yazım performansını ortaya koyduğu albümün olmasının da etkisi var bunda. "daysleeper"da bir iş kadınını anlatıyor, gece vardiyasında çalıştığı için gündüzleri yaşayamayan, insanların çoğundan uzaklaşan, başağrısı, yalnızlık, yabancılık çeken bir kadının öyküsünü. "at my most beautiful" ise r.e.m. tarihinin en doğrudan aşk dizelerine sahip. "walk unafraid" cesaret verici dizeleriyle etkili, "hope" ise (stipe'ın cohen'den tırtıkladığı ikinci şarkı) bambaşka bir vaka. sanırım içindeki her bir dizenin tek tek çıkartılsa bile bu kadar etkili olacağı başka bir r.e.m. şarkısı yok, ki rock tarihinde eşinin de çok az olduğunu düşünüyorum.
...
"up" elektronik tarafın ağırlık göstermeye başladığı, ballad ağırlıklı bir albüm. "hope," "lotus" ve "walk unafraid" dışında tempo oldukça düşük, son ikisi dışında gitarlar da oldukça az. ama eşsiz bir grup ruhu var bu albümde. sürekli birbirlerinin enstrümanlarına el atıyor buck ve mills, davula geçtikleri de oluyor. stipe bile bir şarkıda gitar çalıyor.
...
evet, bazen biraz fazla yavaş geliyor, biraz daha kısalabilirmiş de denebilir, stipe böyle diyor en azından. ama "up" gerçekten iyi bir albüm. kişisel olarak da özel. zira bu albüm beni r.e.m.'e aşık eden albüm. tam anını bile hatırlıyorum, 1998 sonbaharında, bu albüm kulağımda yolda yürürken, "walk unafraid"in son nakaratında giren siren benzeri efekt anında. bu grubun her şeyi gerektiği kadar ve tam zamanında tam yerinde yapmasının sembolüydü o efekt benim için.
o yüzden "up" r.e.m. tarihinde eşsiz bir albüm olmamasına rağmen kişisel olarak ayrı bir yerde benim için. öyle de kalacak.

R.E.M. #10: New Adventures In Hi-Fi


r.e.m. "gerçek bir rock albümü" olarak tasarladığı "monster"dan pek de memnun kalmamıştı. daha sonra aylarını stüdyoda geçirmek yerine kendilerini tamamen serbest bıraktılar ve bir albüm kaydettiler. şarkıları yolda yazdılar, yolda düzenlediler ve yolda kaydettiler. tam anlamıyla bir "yol" albümü oldu "new adventures in hi-fi." (1996) içindeki derin ve çeşitli duygularla (sevgi, umut, korku, boşluk duygusu) yolda olma hissine de yakıştı.
...
ve neticede grubun en rock albümü de bu oldu. "the wake-up bomb"ından "bittersweet me"sine kadar sert şarkılar vardı, ama grup içindeki ruhtu aslında bu albümü en "rock'n'roll" r.e.m. albümü yapan. "e-bow the letter"da stipe idolü patti smith'le düet yaptı, muhtemelen de bu yüzden en sevdiği şarkılar arasında saydı bu şarkıyı hep. "leave" r.e.m.'in sürpriz hit'lerinden birisi oldu. grup tarihinin en uzun şarkısıydı, en gürültülülerden birisi de sayılırdı ama stipe'ın kırılgan ve duygulu vokalleri bu şarkıyı single olmamış gizli bir hazine haline getirdi.
...
albümün diğer cevherlerinden birisi "electrolite," ki stipe bu şarkıyı los angeles'ı tepeden gördüğü bir gece yazmış. bu yüzden konserlerde insanlara "telefonlarınızı havaya kaldırın" diyor, çünkü o ışıklar da gece ışıkları gibi görünüyormuş oradan. "be mine" biraz takıntılı bir aşığın hikayesiymiş ama ben hep naif bir aşk şarkısı olarak düşledim bunu, "i wanna be your christmas tree" bence yazılmış en güzel aşk dizelerinden birisi. r.e.m. konserlerinin kilit parçalarından birisi haline gelmiş "so fast so numb" da 2008 yılına kadar r.e.m.'in son en iyi sert şarkısı olarak kaldı.
...
"new adventures in hi-fi" çok güçlü ve özel bir albüm, birçok hayran ve eleştirmene göre de r.e.m.'in son başyapıtı. aslında hüzünlü bir kayıt değil, ama r.e.m.'in bir dörtlü olarak kaydettiği son albüm olduğu için bir döneme güzel ve ister istemez hüzünlü bir veda mektubu.

R.E.M. #9: Monster


1990'lar sonunda r.e.m. hayranları arasında yapılan her ankette en az sevilen albüm "monster" çıkardı. asla bu kadar başarısız bir iş değil bu halbuki. iki başyapıtın arkasından geldiği için kafaları karıştırmış olmalı, öte yandan bambaşka bir sound'a sahip olduğu için de. ama zaten bu albüm bu yüzden çok güzel.
...
tam bir peter buck albümü bu, her şarkıda pedallarıyla oynuyor, gitarından bambaşka tonlar alıyor ve hiçbir r.e.m. albümünde olmadığı kadar gitar solosu var. stipe'ın vokali birçok şarkıda yoğun efekt arkasından duyuluyor. belki bazı şarkılar eski r.e.m. kafasıyla kaydedilseler çok da etkileyici olmayabilirler ama örneğin "what's the frequency, kenneth?," "i don't sleep, i dream," "crush with eyeliner" bu düzenlemelerle nefis tınlıyorlar. ikincisinde thurston moore'un back vokallerinin bulunması da manidar. r.e.m.'in en sonic youth albümü bu çünkü.
...
ayrıca albümün ikinci yarısı tüm r.e.m. kayıtları arasında en etkileyici olanlarından olmalı. "tongue" r.e.m.'in 90'larda yaptığı "tuhaf şarkı" ekolünden, nefis bir iş. stipe'ın falsetto vokali ve hammond birleşimi nefis. "bang and blame" grup tarihinin en başarılı single'larından birisi, "i took your name" hala konserlerde çalındığında tat veren bir parça. "let me in" ise albümün elması, ışıl ışıl parlıyor. kurt cobain anısına yazılmış olan şarkıda buck'ın kirli gitarları bir yağmur gibi yağıyor melodinin üzerine. "circus envy," "star 69"la birlikte albümün en zayıf şarkılarından, ama kapanıştaki "you" da nefis.
...
kim ne derse desin, r.e.m.'in en keyifli albümlerinden birisi "monster." bazı şarkılar konserlerde çalındığında da hala büyük tat veriyorlar. konser demirbaşı "what's the frequency, kenneth?" da değil sadece, farklı bir versiyonda çalınan "let me in" örneğin. hepsini geçelim, bir gömleğin rengini tanımlamak için "violent green" öbeğinin kullanıldığı bir şarkının olduğu albüm, sevilmez mi?

Thursday, October 2, 2008

R.E.M. #8: Automatic For The People


bir alternatif rock grubu 10 milyon albüm sattıktan sonra yolunu kaybedebilirdi. eğer o grup r.e.m. olmasaydı. yıldızlık kapıyı çaldıktan sonra ortaya çıkardıkları iş ne kimilerinin yaptığı gibi "star olmanın perde arkası" geyikleri hakkında, ne de daha çok para kazanmak için piyasaya oynayan şarkılarla dolu. ama gelin görün ki r.e.m.'in kötü şarkı yapma yeteneği o kadar kısıtlı ki, ölüm, mutsuzluk, keder dolu depresif şarkıları, bir de zamanının trendi olan gürültülü şarkılara göre o kadar eski bir hissiyatla kaydedilmişken bile hit olabiliyorlar. "everybody hurts," "drive," "nightswimming" gibi örneğin.
...
stipe'ın gözlemciliği ve detaycılığı burada göz alıcı bir öyküleme yeteneğiyle birleşiyor. "try not to breathe"te artık ölümü kabullenmiş yaşlı bir adamı dinliyoruz. "nightswimming," adı üstünde, gece yüzmenin verdiği umarsızlığı dinleyiciye o dingin huzurun içinde veriliyor. "sweetness follows"ta da insanın hep unutmak istediği karanlıktaki bir duygu var, yakınlarını, aileni kaybetme korkusu. kendi adıma, en sevdiğim şarkılardan birisi, büyük ihtimalle beni en çok etkileyen r.e.m. işi ("country feedback" ve "fall on me" ile kutsal üçlüyü oluşturan şarkı). "vanilla sky"da tam doğru zamanda girip işi bitirişiyle de anımsayabilirsiniz.
...
"find the river"ın huzuru, "monty got a raw deal"ın albümü doğru zamanda yükselten tavrı, "man on the moon"un country havası, "star me kitten"ın soğuk tutkusu, nihai negatif rock şarkısı saydığım "drive"ın formülleri paramparça edişine rağmen dimdik ayakta kusursuzluğu, her anına sinmiş ruhu, tavrı, atmosferi, duygusu... "automatic for the people"ı anlatmak her zaman zor geliyor bana.
...
"ignoreland" ise bence bu albümün havasına uymayan bir şarkı. buck "geriye dönüp "ignoreland"i yeniden kaydetmek isterdim" diyor, stipe ise nefis bir iş olduğunu düşünüyor. 2008 yılında yeniden konser setlistine dahil edilmesinin sebebi sözlerinin işaret ettiği politik tavır mı, yoksa "accelerate" şarkılarıyla iyi gidecek olan enerjisi mi bilemiyorum. ama canlı duyduğumda daha iyi geldiğini de eklemeliyim.
...
albümün kahramanı tabii ki kendilerini kaybetmeyip iyi bir albüm yaratmanın en zor olduğu, birçoklarının baskıdan doğru düzgün iş yapamayacağı bir zamanda, üstelik sadece bir yıl içerisinde kariyerlerinin en iyi işiyle çıkagelen berry, buck, mills ve stipe'ta. ama tüm albümü his dolu orkestrasyonlarla bezeyen led zep basçısı john paul jones'a da şapka çıkartmak boynumuzun borcu.
...
tıpkı "out of time"da olduğu gibi bu albüm çıktıktan da sonra turne yapmamıştı r.e.m. "o günlerde bol bol içiyordum, otellerde yaşıyordum, bir ara meksika'ya gidip orada kaldım," diyor buck. "sonra bir ingiliz dergisi geldi, bizi yılın grubu ilan etti. hiçbir şey yapmadan nasıl yılın grubu olunur diye düşünmüştüm." tüm zamanların en iyi albümlerinden birisini yapmasalardı biz de böyle düşünebilirdik.

R.E.M. #7: Out Of Time

1991 "nevermind"ın, "smells like teen spirit"in yılıdır. amerika'da 80'ler boyunca kaynayan alternatif hareketin patladığı yıldır. bunu kabul ediyorsak nirvana kadar r.e.m.'in yer üstüne çıkışının da bunda pay sahibi olduğunun hakkı teslim edilmeli.

amerika'da dört milyon, dünya çapında ise 10 milyondan fazla satmıştı "out of time." tabii ki "losing my religion"ın inanılmaz başarısıyla. ama grubun "davayı sattıkları" eleştirisine cevaplarına her zaman hak verdim. nakaratsız, ana enstrümanı mandolin olan bir şarkı bu, öncesinde hit olacağını tahmin eden çok kişiye rastlayamazdınız. grup bu şarkının single olarak çıkması için warner'ı ikna etmek zorunda kalmıştı zaten. haklı çıkan r.e.m. oldu ve tuhaf bir şekilde insanı yakalayan bu şarkı yerini buldu, tüm zamanların en büyük şarkılarından birisi olarak.
"out of time"ın devamında da r.e.m. için yenilikler vardır. krs one "radio song"da, b-52's vokalisti kate pierson da üç şarkıda vokaldedir. mike mills'in "near wild heaven" ve "texarkana"daki vokalleri de harikadır, ve zaten sanki bu albüm mills'in albümüdür, vokal katkısı bir daha hiç bu albümdeki kadar çok olmamıştır. bu şarkılar hem orkestra düzenlemeleri, hem de folk pop havalarıyla albümün aydınlık yüzünü oluştururlar. grubun üvey evladı "shiny happy people" da katılabilir bunlara, ama artık peter buck dışında hiçbirisinin bu şarkıya sahip çıkmadığını da eklemek gerek.
melodik ve aydınlık anlar kadar karanlık noktalar da vardır albümde: "low" örneğin, tüm r.e.m. katalogunun en kara şarkılarından birisi, "aşkla ilgili kısmı geçiyorum, çok sığ geliyor" diyen nakaratı ve büyük ölçüde mute akorlarla ilerleyen verse'leriyle. "belong" iki yönü birleştirir kendine, hem kederli, hem de neşelidir şarkı.
ama albümün pırlantası "country feedback," benim favori r.e.m. şarkılarım arasında ilk üçü zorlar büyük ihtimalle. ne güzel ki, michael stipe için de bu şarkı bir numaradadır. stipe'ın sözleri ve vokalleri iç parçalar, buck'ın da bu kadar derin ve içe işleyen cümleler çaldığını her zaman göremezsiniz.

Wednesday, October 1, 2008

R.E.M. #6: Green

"green," r.e.m.'in stadyum rock albümü. birçok şeyin başlangıcı, bir şeylerin de sonunu işaret eden albüm aslında. artık o küçük indie grubu değildir, iki milyon satan bir "büyük grup"tur. konser salonları ufak tefek değildir, kocaman arenalarda uzun uzun çalarlar (bkz: "tourfilm"). belki de en önemlisi, artık warner'a bağlı bir ekiptirler. ve bu da onların scott litt'le birlikte çalıştıkları ilk albümdür.
...
şarkılar iyice büyümüş durumda "green"de, hepsi eşlik edilesi. bill berry'nin davulları grubun standardına göre oldukça sert, nedense berry'nin en sevdiği r.e.m. albümünün de bu olduğunu düşünmüşümdür hep.
...
"pop song 89"la açılıyor albüm, bir rock grubuna yüklenen sorumluluklarla dalga geçen bir şarkı olarak okumalı "havadan mı bahsedelim? hükümetten mi konuşalım?" sözlerini. "get up" bir türlü uyanmak bilmeyen mike mills'ten hareket ediyor, ama "rüyalar hayatımı zorlaştırıyorlar" gibi bir stipe harikasıyla daha başka bir yerlerde bitiyor. "orange crush"ın ne anlattığını peter buck 20 yıldır anlamamış, ama hiç de sorup büyüsünü kaçırmak istememiş. yine de stipe ona gerçeği söyler miydi bilmiyorum, zira o da "turn you inside-out"un neyle ilgili olduğunu bilmiyormuş.
...
yine de bana kalırsa stipe'ın bir şarkı sözü yazarı olarak olgunlaşmakta olduğunun, muğlak ifadelerden daha büyük cümlelere geçişinin kilit albümlerinden birisidir "green." "world leader pretend" mesela, adamımız burada siyasi terimleri kişisel bir şarkıya uyarlıyor, ve bunu leonard cohen'den arakladığını söylüyor (kariyerinde cohen'den tırtıkladığı ikinci şarkı da "hope"). bu şarkıyı öyle önemsiyor ki stipe, r.e.m. tarihinde sözleri kapağa basılan ilk şarkı oluyor. "bu benim hatam, bırak da onu doğru düzgün yapayım" diyor mesela stipe, en iyi işlerinden birisi. "you are the everything" de birkaç düzeyde okuması yapılabilecek bir "sevgi" şarkısı.
...
sadece stipe'ın değil, tüm grubun anlaşılmaktan korkmadığı bir albüm "green." ama altını çizmek gerekli, sadece "orange crush," (bu şarkıda mills'in "over me" geri vokalleriyle michael'ın "overseas"inin üst üste binmesi de tam r.e.m. gibi detayları seven bir grubun işi) "get up," "stand," ve diğerleri gibi hitlerin yer aldığı bir albüm değil "green." matematiksel bir dağılımla r.e.m.'in folk yanını ortaya koyan şarkılar da yer bulmuşlar kendilerine. buck'ın yeni bulduğu sevdası mandolinli, americana şarkıları bunlar: iki rock şarkısı, bir folk. mesela "pop song 89" ve "get up" üstüne "you are the everything." r.e.m.'in bayıldığımız bir yanını daha koyuyor ortaya bu şarkı: çok yönlülük! bill berry bas gitara geçiyor, mike mills akordiyonu alıyor eline, buck mandolinini çalıyor.
...
bu folk şarkıları ve mandolin katkısı bir sonraki albümde işlerine yarayacak. stadyum rock işi de "monster"da. bir dönemi kapatan ve bir yenisini açan albüm olarak niteledik ama galiba bütün r.e.m. albümleri gibi bir "geçiş" albümü aslında bu. hem yine r.e.m.'likleri üstünde, arka kapakta şarkılar sıralanırken "stand"in yanında 4 yerine "R." yazar, kimi fan'lar burada freud'cu okumalar bile yaparlar (ciddiyim!) ama kimilerine göre basit bir yazım hatasıdır, çünkü 4 ve R klavyede üst üste duruyordur.