Monday, April 13, 2009

28. istanbul film festivali günlüğü (üç)

* britanyalılar formda gibiler. "yaz" ve "somers town"ın hissettirdikleri bu oldu en azından. "yaz" robert carlyle'ı özlediğimizi anımsatan, arkasından hiçbir şeyin aynı olmadığı bir mevsimi anlatan bir nostalji, hakikaten "o yaz" şarkısının hissettirdiklerini 80 dakikalık bir filme tercüme etmiş kenneth glenaan.

* "this is england"ı bildiğimizden "somers town"a da çekinceli yaklaştık, bu film de bizi yerden yere vurur mu diye. neyse ki shane meadows bu sefer gençliğe bir övgüyü hedeflemiş, tomo ile marek arasındaki dostluktan harika bir film çıkartmış. sosyal tespitler burada da var, arayana, ama o kadar ön planda değil. filmden "stranger than paradise" tadını almak mümkün.

* olivier assayas'nın her filmi festivallerin dikkat çeken filmleri oluyor. ama nihayetinde beklentilere de erişemiyor. "demonlover" ve "clean" gibi "yaz saati" de bu sınırda kaldı. bir ölüm sonrası kardeşlerin ne kadar ayrı yollarda olduğuna dair bir film çekmek, bunu da veraset işlemleri üzerinden vermek enteresan bir fikir gibi durabilir, ama koca bir filmi bir hukuk bürosunda geçirilmişçesine işlerseniz ben orada yokum işte. dardenne kardeşlerin kadrolu oyuncusu jérémie renier burada çok sevimli yalnız. benim assayas tercihim "clean" olur yine de. "irma vep"i ise izlemedim.

* belçika filmi "çatı katı" sıradan bir suç filmiydi. mısırı alıp keyifle oturdum sinemaya, ama maalesef geceyarısı sinemasından beklediğim şeyi hiç bulamadım.

* "csny, deja vu" güzel bir belgesel. amerika'da savaş karşıtlığı yapmanın, halkın dilinden konuşmanın, kestirme bir ifadeyle popülist bir söylemle halkı ırak işgalinin anlamsızlığına inandırmanın yolu ölen amerikalı askerlerden bahsetmek olabilir. ama "her ay 60-70 askerimiz ölüyor" vurgusunun yanında ölen bir milyon ıraklıdan bahsetmemek? belki bu bir zorunluluktu, çünkü "ülkemiz saldırı altında" diyen gerizekalı amerikalıyla hangi dilden konuşabilirsiniz ki?

* "jeanne d'arc'ın tutkusu"nu izlemek enteresandı, nihayet bir dreyer görmüş oldum. renée jeanette falconetti'nin performansı etkileyiciydi, böyle bir öyküyü onun yüzünden, ifadelerden yola çıkarak anlatabilme becerisi de öyle. "sinema, tiyatro sahnesine uzatılmış bir kameradır" anlayışının hakim olduğu yıllarda yüze yapılan vurgu gerçekten cesaret işi.

* her şey bir yana, "milk" bir yana. evet, aylar önce herkesin divx'lerden seyrettiği bir film hakkında yeni bir şeymiş gibi konuşmak festival ruhuna ters gibi, ama film muhteşem ne yapayım! muhteşem oyunculuk, muhteşem senaryo, muhteşem yönetim, muhteşem sanat ve görüntü yönetimi, muhteşem kurgu, muhteşem bir hayat öyküsü! sadece biopic janrı için değil, siyasal sinema için de bir zirve. ve politik filmlerin asık suratlı olması gerekmediğinin kocaman bir kanıtı.

* yanlış görmediysem gus van sant filminde bir anlığına görünüyor, kalabalığın milk için supervisor/5 pankartları taşıdığı sahnede. sadece gözleri ve saçları görünüyor, eğer o ise psikoayrıntıyı yakalayışımla gurur duyacağım saçma bir şekilde.

* geçen yıl harmony korine'in "mister lonely"sinde izlediğimiz diego luna da duygusal olarak dengesiz tiplerde yeni bir yüz olarak dikkat çekecek gibi. ama filmin yıldızı o değil tabii ki. uzun zamandır gördüğüm en iyi ekip oyunculuğu belki de "milk"te. emile hirsch, james franco ve tabii ki sean penn eşitler arasında önde gelenler.

No comments:

Post a Comment