Sunday, May 31, 2009

eagle vs shark

jarrod: i'm a loser.
lily: doesn't matter.
("eagle vs shark" - taika cohen, 2007)

Tuesday, May 26, 2009

placebo'nun yeniden doğuşu

onlarca röportaj yapmışımdır, ama hiç ingiliz dergilerinin kapaklarında patlayan büyük cümlelerden eden birisiyle konuşmamıştım. placebo basçısı stefan olsdal'la geçen perşembe yaptığım telefon röportajı bu durumu değiştirdi. bir fransız otelinde yakaladık beyefendiyi, komik bir kod adı vardı, onu resepsiyona söyleyince bağladılar.
...
yeni albüm "battle for the sun"ın "meds"e göre çok daha aydınlık, optimist olmak için çaba sarfetmek üzerine bir kayıt olduğunu söyledi. "meds" turnesinde işlerin yolunda gitmediğini, artık placebo'da olmaktan keyif almadıklarını ve birtakım kararlar almak zorunda kaldıklarını anlattı, ki bu kararların arasında steve hewitt'e kapıyı göstermek de vardı. açık açık "placebo yeniden doğdu" dedi kendisi.
...
albüm için "sonically colourful" da dedi ki, haklı. kimi şarkılar ilk iki albümün sert gitarlarına ve yüksek enerjisine yanaşıyor, bazı şarkılar ise yaylılar sayesinde epik bir hava kazanıyor. "elektronik sound'ları hep sevdik, ama zaman içinde biraz eskidikleri de gerçek. biz de hiç eskimeyen şeyleri kullanalım dedik" diyor bu konuda.
...
yeni davulcu? performansı bence iyi, ama asıl merak ettiğim 22 yaşındaki bu oğlanın 30'ların yanlış tarafındaki bu iki adamla birlikte nasıl takıldığı. gayet iyi olduğunu stefan söylüyor. "tabii ki 22 yaşında büyük bir gruba katılıyorsun, ilk defa kıta değiştirip albüm kaydediyorsun, ilk defa televizyona çıkıyorsun, hayranlar var.. delirmek işten değil," diye birazcık sınırı aşma hakkı olduğunu da teslim ederek. "küçük kardeşimiz gibi," diyor.
...
albümü dinledim. "happy you're gone" en beğendiğim şarkı oldu ilk turda, 'bright lights' da ilk albüm benzeri baslarıyla dikkatimi çekti. stefan'ın da favorilerinden birisi bu, "kings of medicine' ile birlikte. brian'ın favorisi ise "speak in tongues." albüm çıkınca daha etraflıca inceleriz tabii.

elimde değil

26 mayıs 2009 kişisel tarihime not düşüldü. gece 1 gibi aşağıdaki öğrencilerin kapısını çalıp müziğin sesini kısmalarını rica ettim. epeyi yüksek sesle vega dinliyorlardı ama mesele o değil. birkaç sene önce bu şikayet zincirinin ters tarafındaydım. kişinin yaşlandığını anladığı an başlığı var ya ekşi sözlük'te, o işte.

Monday, May 25, 2009

before sunset

"i feel like if someone were to touch me, i'd dissolve into molecules."
("before sunset" - richard linklater, 2004)

Thursday, May 14, 2009

marnie bizi neden öptü?

biliyorum, berbat bir kare. iyi bir fotoğrafçı değilim belki ama makinemi değiştirme zamanı gelmiş. ah o makine yok mu!
...
salı akşamı marnie stern'ü izledik babylon'da. bant'çılar sağolsunlar, bu tip indie'nin de indie'si isimleri izleyebiliyoruz memlekette. yaz akşamları için de güzel oluyor. işten gelişle yatış arasındaki 5 saatlik boşlukta evde pineklemek yerine asmalımescit'e atlayıp, bir de babylon önünde bakkal birası içmek bir istanbul akşamı klasiği artık...
...
o akşam da işte o klasik akşamlardandı işte, yalnız asmalımescit'te jason lee'yi görmek dışında! yemin edebilirim size, o gün oradaydı, yanımdan geçti. eğer önümde yürüyen kız da sevgilisine "earl bu! valla yemin ederim earl'dü bu! gel bakalım!" demiş olmasaydı kendimden şüphe ederdim ama o konuda şüphem yok gerçekten. ya ona çok benzeyen ve özellikle bıyıklarını o şekilde kesen bir tip var istanbul'da, ya da eleman atladı geldi buralara.
...
konsere gelince, marnie, basçısı ve davulcusuyla sahnedeydi. gitarı, bası çıkıp kendisi akort ediyor marnie, bir tane de setlist atmışlar sahneye, hepsi ondan bakacak (ya da marnie şarkıya girince elemanlar riff'ten hangisi olduğunu anlayacak -ki bu daha mantıklı). setlist'te 10 şarkı vardı, ki marnie stern gibi virtüöziteyi punk'la barıştıran bir müzisyen için taş çatlasa 35 dakika demek bu. pat diye bitti konser, bis'e geldiklerinde biraz doğaçlama takıldılar, ama o bile 5-6 dakika ya var ya yoktu (emprovizasyona girince 15 dakikanın altında çıkmayanlara selam olsun!). konser bitti, indiler, tişört standlarının başına geçtiler.
...
bundan üç-beş ay önce merchandize standında cd ve tişörtleriyle birlikte öpücüğünü de satmaktaydı marnie. 5 dolara yanak, 10 dolara dudak, 100 dolara fransız öpücüğü şeklinde. "paramız yok, ne yapalım" demişti pitchfork'a, geyik sanmıştım. bunlar gerçekten de low-key takılan bir tayfa. "neden kısa sürdü konser?" dedim, basçısı "boşver böyle daha iyi, uzatıp insanları sıkmaktansa tadında bırakmış olduk" dedi. marnie'ye "bir daha gelecek misiniz?" dedim, "yolumuz uzun, ama dönerken bir daha uğramayı çok isteriz" diye cevapladı. iyi akşamlar diledim, babylon'dan çıktım, üç adım attım ve geri koştum. "bir fotoğrafını çekebilir miyim?" dedim (babylon'un vestiyerinin yanındaki standımsının arkasındaydı) o da "birlikte mi? tabii ki" diye hemen bizim tarafa geçti. makinayı oradaki arkadaşına verdim, marnie boynuma sarıldı. ve makinenin pili bitti! ah hayır derken cebimden telefonumu çıkarttım, ve elemana bu sefer onu uzattım. marnie hala boynumdaydı, çok da sevimli bir fotoğraf oldu (bütün bunları da marnie'nin sevdiceğimin kara listesine gireceğini bilerek yazıyorum). gereken teknolojiyi sağladığımda o fotoğrafı mutlaka buraya koyacağım, ama çekme kaset'e aşina olanlar için bu "en kısa zamanda" altı aya tekabül eder, bunu da biliniz.

Tuesday, May 12, 2009

inek gülsüm'ün ettiği

gülsüm bir inek, fotoğrafta da görüldüğü gibi şirin de bir hayvan. ama biraz da huysuz. malatya'nın yeşilyurt köyünde yaşıyormuş. bir gün deliliği tutmuş, sahibinin elinden kurtulup kaçmış. bir okula girmiş, hızını alamamış, artık neye benzettiyse atatürk büstüne toslamış, büstü kırmış.

ondan sonrası daha kötü. soruşturma başlıyor, neredeyse tüm köy sorguya çekiliyor. çember daraldıktan sonra sahipleri sorumluluktan korkup çok ufak bir paraya satıyorlar gülsüm'ü, tabiri caizse, sürgüne gönderiyorlar. yeni sahibi röportajlardan anlaşıldığı kadarıyla daha aydın bir adam, "bana komik gelse de onların endişesini anladım" diyor. artık uslanmış gülsüm, belki yeni köyü inekpınarı'nı sevmiş, huysuzluk yapmıyormuş.
neler neler söylenebilir bu olay üzerine, ama bu sefer bunu yapmayacağım, zaten olayın kendisi yeterince şey söylüyor. aklıma bir dostumun anlattığı bir öykü geldi. yabancı bir yazar aziz nesin'le tanıştığında ona olan hayranlığını kaybettiğini söylemiş, türkiye'yi gördükten sonra. nesin'e saygısızlıktan değil, ama sebebini anlamak hiç de zor değil...

Saturday, May 9, 2009

flight 666 türkiye'ye iniyor

metalle ilişkim pek derin değildir, özellikle çekme kaset'te iron maiden bakanlığı fırat bey'e bağlıdır. ama yine de bir sempatim de vardır bu adamlara. ingiliz olmaları mı, bruce dickinson'ın kafalardaki "metalci" imajını yerle bir edecek karakteri mi bilemiyorum. ha, onlara olan sempatim "flight 666"i bu gece para verip sinemada izleyecek kadar mı, onu sanmıyorum. ama geçen haftaki bir basın gösterimine katılma şansım olunca atladım elbette.
...
kısaca geçelim: iron maiden'ın geçen sene çıktığı "somewhere back in time" turnesinin filmi bu. dickinson'ın açıklamasına göre son sekiz yıl içinde grubu dinleyenlerin yaş ortalamasındaki düşüş sonucu "onlara bu şarkıları canlı fırsatını ilk defa vermek" amacıyla tamamen grubun altın yıllarına adanmış bir setlist'le turluyor maiden. ama turneyi enteresan yapan, grubun boeing 757'yi modifiye edip, tüm ekipmanlarını yüklenip kendi uçağıyla uçması. ki zekice bir kelime oyunuyla ed force one adı verilen bu uçağı lisanslı pilot dickinson'ın kullanıyor olması "flight 666"ı iyice eşsiz yapıyor. "metal: a headbanger's journey"den bildiğimiz yönetmen sam dunn'ın da filminde ilk bahsettiği noktalardan birisi, bunun rock tarihinin en cesur işlerinden birisi olduğu.
...
film boyunca kıtadan kıtaya uçuyor maiden, ama hiçbirisi güney amerika deliliğinin yerini tutamaz elbette. hani u2 3d'de bahsettiğim gibi, böyle tecrübeler için oralara gitmek lazım galiba. arjantin, brezilya, kolombiya, kosta rika, şili (ki özellikle son üçünde hayranların inanılmaz öyküleri var) gibi yerlerdeki tutkuyu görünce gerçekten gözlerine inanamıyor insan. yine dickinson'dan alıntı yapalım: "bu kıtada ne kadar güneye giderseniz o kadar ısınıyor." dolayısıyla her konserin bir öncekinden de delice bir kitle tarafından izlenmesine şaşırmamak lazım.
...
belgeselin tercih ettiği, aynı şarkı sıralamasıyla ilerleyip paralel olarak grubun çizdiği rotayla kurgu biçimi sayesinde film kusursuz akıyor. ama hem konser, hem de belgesel olduğu için bazı noktalarda süresinin de etkisiyle eksik kaldığı oluyor. dunn da çoğu zaman tercihini dinleyicilere eğilmekten yana kullandığı için grubun yol macerasına dair pek de bir şey öğrenemeden çıkmış oluyoruz salondan. evet, bu hali yeterince tatmin edici, eğlendirici ve etkileyici detaylara sahip, ama filminde rock tarihinin en macera dolu projelerinden birisini anlatacağını söyleyen bir yönetmenin vaadini tam gerçekleştiremediğini de kabul etmek gerekiyor. zira yaklaşık bir ayına tanık olduğumuz sürecin tek gerçek tehlikesi nicko mcbrain'in golf oynarken kendisini sakatlaması! hani bir türbülansa falan girselerdi!

geyik bir yana, filmin en başlarında crew'dan birisinin söylediği "maiden özel hayatına çok önem verir" gerçeğinin etkisi tartışılmaz. grup kırmızı çizgiyi çekmiş bir noktada, o yüzden bol bol nicko'nun geyiklerini dinliyoruz. steve harris ise kamera önüne çok çok az çıkıyor. belli ki bu işte öne çıkmaktan en uzak duran o, ve grubun lideri olarak sam dunn'la kurgu masasında bayağı bir elma+x yapmış.
...
neticede maiden'a belli bir mesafesi olan, ama rock kültürüne, hele hele müzik filmlerine tapan birisi olarak keyifli ve izlenmesi gereken bir film "flight 666." (yine de şarkıların yaklaşık % 70'ini bildiğimi fark ettiğimi de belirteyim.) yani diehard hayranları için (ki maiden "sevdi mi tam sevilen" bir grup olduğu için onlardan çok var) muhteşem bir tecrübe. sadece bu akşam dört şehirde yedi sinemalardaki afm'lerde izlenebilir film. gösterim yerleri ve saatleri burada. 21.15 de iyidir, ama bir maidenhead için 23.58'deki "geceyarısına iki kala" gösteriminin tadı başka olur herhalde.

Friday, May 1, 2009

cohen geliyor ama...

bu hafta içinde yıllardır beklenen bir haberi açıkladı iksv: leonard cohen bu yaz, 5-6 ağustos'ta, istanbul'da çalacaktı! kendisini bunca yıldır bir mesih gibi dinlemiş, dünyanın merkezinden söylüyormuş gibi derinden gelen sesine kulak vermiş herkes için süper bir haberdi elbette bu. ama sürpriz miydi? son aylarda cohen diyarlarından gelen haberleri takip edenler için değil.
...
üstad menajerinin yaptığı bir hata (ya da sahtekarlık) yüzünden emekliliği için (bu da torunlarının okul taksidi falan mı demek oluyor artık neyse) biriktirdiği paraları uçmuş durumdaydı cohen'in. gerçi bu konuda açtığı mahkemeyi kazandı ve adamdan 9.5 milyon dolar almaya hak kazandı, ama henüz tahsil etmemiş meblağı.
...
geçtiğimiz mayıs ayından beri turnede olmasının, birbuçuk yılda toplamda 128 konser gibi devasa bir maratona girişmesinin, 15 yıl sonra ilk defa amerika'da turne yapmasının sebebi bu yani. ve elbette yıllardır türkiye'den gelen teklifleri uzun yola pek gitmemesi sebebiyle kabul etmeyen 74 yaşındaki adamın şimdi geliyor oluşunun sebebi de bu.
...
tabii bunları söyleyip büyüyü kaçırabileceğimi falan düşünmüyorum. "yolsuz kaldı, ondan gelip çalacak" diyerek külyutmaz takıldığımın farkındayım, ama bir leonard cohen konseri izlemenin, insanın başına gelebilecek en inanılmaz deneyimlerden birisi olacağını da biliyorum. her ne sebepten olursa olsun...