Monday, August 31, 2009

2009 güncelleme #1: Neko Case - Middle Cyclone

dünyanın en disiplinli blog'u değil burası. şu an geriye bakınca yıl içinde dinleyip sevdiğim onlarca albümü burada yorumlamayı ihmal ettiğimi görüyorum. yıl bitmeden bu ayıbı temizleyeyim istedim. neko case'ten başlayalım.
...
aslında the horrors, manic street preachers gibilerinin aksine neko case'in albüm kritiğini geciktirmemin bir sebebi var. en azından vardı, o da "fox confessor brings the flood." mümkünse yıl sonuna kadar toparlamaya çalışacağım 2000'lerin en iyileri bahsinde daha çok değinirim zaten ona. çok az albümü sahiplendiğim kadar sahiplendim o albümü, çok fazla dinledim, çok sevdim. bu yüzden ardından gelen "middle cyclone"da hayal kırıklığı korkusunu fazlasıyla yaşadım. bu yüzden elim gitmedi diyelim...
...
neyse, kişisel hezeyan paragrafını bir kenara bırakıp albüme gelelim. direkt bir kıyaslama yardımcı olabilir bu noktada: "fox confessor brings the flood" nasıl ölüm, kan, kayıp, acı dolu bir albümse, "middle cyclone" o kadar hayat dolu. doğa ve hayvan fışkırıyor içinden, pastoral, açık hava kokusu sinmiş bir albüm bu, yemyeşil. daha ilk şarkıda, "this tornado loves you"da kendisini bir doğa olayıyla, kasırgayla özdeşleştiriyor neko. albümün bir yerlerinde "i'm an animal" diyecek, bir başka noktada ise "tabiat ana"ya gönderme yapacak, 2000'ler model bir motown şarkısı olan "never turn your back on mother earth"te. bir sparks cover'ı bu, albümün diğer cover'ı "don't forget me" gibi en iyilerden.
...
zamana dair göndermeler de bol albümde, "bir daha daima dersen yumruğu yersin" diyor neko "the next time you say forever"da, sonra kendisi de "asla"dan bahsetmeye başlıyor. biraz daha kısa süreli zaman tanımı ise "magpie to the morning"de çıkıyor, "bu solmakta olan yaz yanından geçip gitmesin" diyor, 1 eylül günü için ne manidar!
...
"middle cyclone" neko case'in alt. country'den de iyice uzaklaşmakta olduğunun kanıtı. daha sakin ama country'ye göre daha indie rock sularında gezinen gitarları, bol boşluk bırakan prodüksiyonuyla youth'un kaydettiği bir önceki albüme göre çok daha "az çoktur" ilkesine riayet ediyor. bu da, neko case'in eşsiz kristal sesini tam merkeze koyuyor, olması gerektiği gibi. kariyerinde yaptığı en pop şarkı "people got a lotta nerve"de iyice gösteriyor kendisini. "it will end again in bullets" dizesinde çıktığını notalara bakın, günümüz müziğinin en güzel vokallerinden birisine sahip olduğunun kanıtı olarak duruyor o performans. kulak okşayan bir indie pop şarkısını bile nasıl kanatlandırdığını görünce neko case'e hayran olmamak mümkün olamıyor zaten. "nihayetinde kurşunla sona ermeyecek mi?" diye sizi yine karanlık yöne çektiğinde bile gülümseyerek onunla gitmek istiyorsunuz.

Alın, verin, ekonomiye can verin!!! Hadi bakalım..


Tüketim toplumu, alış-veriş çılgınlığı, apolitik nesil, üçüncü dünya, küreselleşme, ulusal sermaye, anadolu kaplanları, iklim değişikliği, gelir dağılımı adaletsizliği, % 2+2 memur maaş zammı, küresel mali kriz vs. vs.

Günlerdir evde oturuyor olmanın da getirdiği bir boşluk neticesinde bol bol TV izledim, bol bol denk geldim bu reklama.. Televizyonu kapatıp radyoyu açtığımda bile kaçamadım reklamdan, şu anda Radyo Eksen'de dönmekte hatta, çıtır çıtır bir simit alıp ekonomiye can verecekmişiz.. İlk tepkim hemen sokağa çıkıp bir simit almak oldu.. Sonra da gidip eşime bir gül, kızıma da bir oyuncak aldım, çok sevindi kızım..(1) Üstünden biraz zaman geçtikten sonra ise yukarıda saydıklarım kafamda dönmeye başladı..

Aman Allahım, uzun zamandır bu kadar utanmaz bir reklam dizisi görmemiştim.. Alış-verişin reklamı.. Durum buraya mı geldi?? Yakında Rifat Hisarcıklıoğlu'nun kapımıza dayanıp "hadi be abi, al bak, ne güzel tencere, yanında da limon sıkacağı var, 7 çocuğum var, 4'ü hiperaktif, 8'ine de ben bakıyorum" demeyeceğinin garantisi var mıdır artık? Bu insanlar bu ülkenin, bu dünyanın halinden bu kadar mı soyutlandılar?? Kapitalist ekonomik sistemin muhteşem yapısal defolarını halkın üzerine bu kadar mı arsızlıkla yıkmaya başladılar?

Duruma bir bakalım.. Doymak bilmez kar etme güdüleri, hem ürünü hem de yakıtı oldukları sistemi bile zorlamaya başladı, tarih boyunca birçok kez yaşandığı gibi.. Bir kesim feci kar etti, devasa coğunluğun ise alım gücü dramatik bir biçimde azaldı; geniş kitlelerin her zaman bir ayağının çukurda olması zaten istenen bir şeydi, ama bu kadarı sistemin "sağlıklı" işleyişini de tehdit eder oldu - zira en yoksulun bile alıcı olması, tüketime dahil olması gerekiyordu; ölmeden, bir şekilde alış-veriş yapmasına yetecek kadar sağlıklı tutulması gerekiyordu..

Bizde de "kriz teğet geçmedi" tabi ki.. Herkes gibi, yerli sermaye de etkilendi, zira insanlar tüketim yapamaz olmuştu; oysa azalan sadece lüks tüketim harcamalarıydı.. Halbuki kar marjı en fazla olanlar da onlardı.. Otomobil, beyaz eşya vb.. İmdada hemen sermayenin kankası devlet yetişti, bir anda vergiler düşürüldü, insanların tekrar gerekli gereksiz tüketmesi sağlandı..

Şimdi anlıyoruz, hala doymamışlar.. daha çok almamızı istiyorlar, ihtiyacımız olsun olmasın.. Çok da sempatikler; gül alın, simit alın, oyuncak alın.. Hadi ama..


(1) Şaka

ey özgürlük! pt. 2

zülfü livaneli "özgürlük"ün vodafone reklamlarından kaldırılmasını istediğini açıklamış. önce izin verdikten, sonra da onu eleştirenlere "it oğlu it, sen de yaz, sen de sat" diyecek, "leman'ı da bedava versinler o zaman" cevabını verecek kadar tuhaflaştıktan sonra... yani iki yanlışın üzerine bir doğru mu yapmış oldu livaneli?
...
darbeyle susturulmuş bir kuşağa özgürlük umudunu vermiş, türkiye'de özgür düşüncenin, eşitliğin, solun simgelerinden birisi olmuş bir şarkının kapitalizmin emrine verilmesindeki etik sorunu anlayamamış olması en büyük kabahati tabii. "yeni kuşaklar nazım'ı, orhan veli'yi öğrenmiş oldu, fena mı?" deyişi makul bir savunma olabilir, ama tüm o kaba demeçlerden sonra pek de kurtarıcı bir yanı kalmıyor. yine de hayran kitlesine kulak vermiş olması güzel. her ne kadar o tepkinin sebebini anlamamış görünse de. yine de merakım, bir reklam anlaşması yapıldıktan sonra bunu feshetmenin mümkün olup olmayacağıyla ilgili. sözleşmenin şartlarına bağlıdır şüphesiz, ama normal şartlarda büyük şirketler sonradan yan çizmelere karşı eşeklerini sağlam kazığa bağlarlar. her neyse, durum budur...
...

Roll..


Bu kadar mı koptum hayattan? Çetin neler yazmış diye bakıyordum, "Roll artık yok" demiş 5 gün önce.. Rolling Stone'a da üzülmüştüm, ama "ne olsa büyük medya grubu dergisi, satmaz, çekerler fişini" diye düşünüyordum hep.. Ama Roll, bitemezdi, çünkü kozmik bir güç vardı onun arkasında, kimsenin göremediği, ama hep orada olan.. Bazı aylar almasam da, nedense hiç "satamamaktan kapanabilir, aman ha" diye korkmadım.. En son Temmuz sayısı için Dost'a gidip sorduğumu hatırlıyorum, "gelmedi" demişlerdi, "alla alla" demiştim ben de, sanki bikaç aydır okuyamıyordum bi türlü..

Neyse, uzatmamak lazım, sanırım yanlış alarmmış, kapanmamış dergi, farklı da olsa devam edecekmiş.. Bundan sonra bu korkuyla her ay - ya da artık kaç ayda bir yayınlanırsa - sektirmeden almaya özen göstericem.. Gerçi önce askerlik, sonra da dünyanın bilmemneresine tayin bu niyetimi zorlayabilir, ama bakalım..

Roll'la ilgili olarak Çetin'in söylediklerinin altına imzamı atarım.. Ben 14 yaşındayken çıkmış ilk sayısı, o zaman tanımıyordum tabi (muhtemelen Aydın'a gelmiyordu da..).. İlk aldığım sayısı Nisan 2000 sayısıydı yanılmıyorsam, kapağında Pink Floyd var diye alımıştım.. O zamana kadar, özelde müzik, genelde hayat hakkında öğreneceğim daha çoooook şey olduğunu sanırım en çok kafama kakan şey o sayıydı.. Hayran kalmıştım hem orada yazılanlardaki bilgi derinliğine hem de kullanılan üslubun güzelliğine.. Sonra aldım hep, bazen de almadım, "bişey yokmuş bu sayıda" dedim.. Demez olaydım.. Bilmez miydim sanki o "bişey olmayan sayılarda" bu ülkenin görüp görebileceği en güzel müzik, müzik-siyaset yazıları, haberleri, en tatlı ve entelektüel üslupla yer almaktaydı.. Hem de Post Express öncesi tüm siyaset yazıları da Roll'daydı.. Off, ne dolu dolu sayılardı onlar..

Neyse, gözlerim doluyor.. Roll, hayatta kal e mi..

Sunday, August 30, 2009

noel gallagher'ın ayrılığının ardından

oasis hayranları için en tuhaf hafta sonlarından birisi: noel gallagher oasis'ten ayrıldı. grubu birazcık bilenler için bu herhangi bir ayrılık değil, düpedüz grubun sonu tabii ki. tabii ki noel kararından dönmezse. appleton'lardan anneleri peggy gallagher'a kadar herkesten görüş alıyor ingiliz basını, hepsi de "devam ederler" diyor ama görünüşe göre dönmeyecek. noel'in oasisinet'teki blog'undaki açıklaması son derece kesin ifadeler içeriyor çünkü. grup arkadaşlarının "kendisine, ailesine ve arkadaşlarına sözlü ve fiili yıldırma" politikası uyguladığını yazdı noel, ve bu süreçte grubun menajerliğinin de kendisine hiç destek çıkmadığından yakındı. tabii bu sıkıntının merkezinde liam var, buraları takip edenler bilirler, çok kısa süre önce yazmıştım noel'in liam'ı sevmediğini ne kadar net anlattığını. öz kardeşini evine davet etmediğini geçen yıl doğan çocuğunu görmesine izin vermediğini açıklıyordu.
...
bundan sonra, turne başladığında blog'una "turnede işler yolunda değil, gerilim çok yüksek. yakında bir sorun çıkabilir" yazmıştı. gevşek liam buna twitter'dan "hangi turnedesin sen yahu? yok öyle bir şey" mealinde cevap vermişti. demek ki abi gallagher'ın bir bildiği varmış.
...
tıpkı u2 ve r.e.m. için yaptığım gibi, oasis'le ilgili de geriye yönelik bir şeyler yazar mıyım, bilmiyorum. çünkü tüm ergenliğimi birlikte geçirdiğim, en ufacık hallerinden dünyayı ele geçirişlerine kadar adım adım takip ettiğim, özel bir gruptu oasis. tahminim, "(what's the story) morning glory?" en çok dinlediğim albüm olarak kalacak sonsuza dek. ama şimdi bakınca nedense çok da fazla üzülmüyorum. şaşırıyorum, evet, çünkü birbirlerinden nefret ederken bile ortaya iş koymaya devam edeceklerini düşünüyordum.
...
ama noel'in gelecek yıl solo albüm çıkaracağını açıklamış olması da bir teselli: zira son yıllarda beste sayılarının nispeten daha demokratik dağıldığı oasis albümlerinde en iyi şarkılar hep noel'indir. liam'ın, gem'in, andy'nin besteleri renk katsın diye oradadır. noel ise kendi başınayken formda bir paul weller kadar tat verecektir. o yüzden yeterince üzülmedim sanırım bu ayrılığa. hani 90'larda gruba hayran olma sebebim liam'ın vokalleriydi, ama bir süre sonra oasis'in aslında noel'in grubu olduğunu fark etmiştim. şimdi "şımartması gereken ailesi ve futbol takımı" olduğunu yazdığını düşününce, kafasının rahat olduğunu görmemek mümkün değil, son 20 yılın en büyük şarkı yazarlarından birisinin.
...
yine de şunları okuyunca insanın içi buruluyor: "dünyanın her yerindeki tüm oasis hayranlarına teşekkür etmek isterim. son 18 yıl gerçekten, gerçekten inanılmazdı (bu kelimeden nefret ederim ama bugün, bu seferlik bunu uygun kelime olarak sayıyorum). gerçekleşmiş bir rüya. o muhteşem anılar benimle kalacak."
...
blur'ün geri döndüğü sene oasis'in dağılması ise müzik tarihinin gülümsenerek hatırlanan anılarından birisi olacak mutlaka. yazın başından beri planladığım britpop dosyasının vakti gelmiş galiba.

Friday, August 28, 2009

her türk asker doğar, bir kısmı asker ölür

nöbette uyumuş bir asker, üstü gelmiş fark etmiş. ceza olarak pimini çekip bir el bombası bırakmış avucuna, 45 dakika sonunda gücü tükenmiş erin. ölmüş. sadece kendisi değil, devresinden üç er daha ölmüş.
...
son iki-üç gündür medyaya yansıyanlar, verilen ifadeler, tanıklıklar doğruysa, olan bu. bu ülkede yaşıyoruz, bu kurum tarafından korunuyoruz ve yaşımız geldiğinde kendimizi oraya teslim ediyoruz. daha fazla bir şey söylemek zor. ama düşünüyorum da, nathan jessep ile teğmen hartman bile bu kadarını düşünemezdi.

Thursday, August 27, 2009

arctic monkeys - humbug

ne oldu bizim arctic monkeys'imize? o fırlama gitarlara, sürekli dalga geçer gibi bakan suratlara, eğlence ve enerji bombası müziğe? cevap çok basit, maymunlar büyüdüler.
...
arctic monkeys'in yeni albümünün farklı bir adım olacağı belliydi. saçlar uzatıldı, amerika'ya taşınıldı, sert gitar müzikleri dinlenildi. "humbug" öncesinde verilen tüm bu ipuçlarının albümde bulunduğunu görmek aslında etkileyici çünkü bu çocukların ne yaptıklarını bildiklerinin kanıtı. zira kayıtlar sırasında verilen black sabbath referanslarının yerinde olduğunu görmek mümkün. karanlık gitar riff'leri, çok tok bir davul tonu var "humbug"da, alex turner'ın bile vokalini biraz daha dumanlı yaptığını söylemek mümkün.
...
değişim kaçınılmazdı aslında. düşünsenize, dört yıl önce sheffield'daki barlar hakkında yazması ne kadar doğalsa artık "dangerous animals"taki cinsel göndermeler, "potion approaching"deki uyuşturucu çağrışımları o kadar doğal. kabul edelim artık, alex turner sivilceli bir çocuk değil, tv spikeri alexa chung'la çıkan bir celebrity. arctic monkeys de tak diye üç-beş aylığına amerika'ya gidecek, canı istediğinde electric lady stüdyolarında albüm yapacak kadar büyük bir grup. amerika'da p diddy ile tanışıp onun partilerine gittiklerini söyleyelim, siz anlayın! neticede, aslında tuhaf olan değişmemeleri olurdu, samimiyetsiz kaçardı aynı grup pozunu oynamak.

değişiklikler ne? amerika ve josh homme. "fire and the thud"ın gitarları buram buram amerika kokuyor, the last shadow puppets'tan artmış gibi duran 1960'lar baladının başlangıcında da amerikana gitarları var. "crying lightning"in solosu josh homme'un queens of the stone age şarkılarının sonlarına attırdığı beyin bulandırıcı bölümleri anımsatıyor. ama daha dinlemediyseniz korkmayın, mesela "dangerous animals," "when the sun goes down" riff'lerinin geri dönüşümden geçirilmiş hali gibi. "pretty visitors" da bildiğimiz arctic punk'ı.
...
favorilerim sonlarına doğru iyice şaha kalkan ama başı ayrı, sonu ayrı güzel olan "dance little liar," "my propeller," "secret door" ve "crying lightning." neticede güzel albüm, ileride de dinleyicisini daha da şaşırtmaya namzet bir grup.

Wednesday, August 26, 2009

halkın grubu pearl jam

dillere destandır pearl jam konserleri, özellikle setlisti her gün değiştirmeleriyle ve bir iki "ten" şarkısı dışında hiçbir parçaya ekstra muamele göstermemeleriyle... geçen gün toronto'da öyle bir kıyak geçmişler ki, bu adamların halkın grubu olduğunu bir daha idrak ettim. ön grupları ted leo and the pharmacists'in lideri ted kanada sınırında takılıp konsere yetişememiş. pearl jam de sahneye erken çıkmış, kendi kendisinin ön grupluğunu yapmış. bolca cover (neil young, the stooges ve johnny thunders) çalmışlar, arada leo'suz kalan "eczacılar"la da takılmışlar.
......
sahnede paranın karşılığını verme konusunda bruce springsteen'in veliahtı olacaklar artık bu kesinleşti. pearl jam, ne güzel grupsun sen yahu! yeni albüm yaklaşınca son bir iki yıldır rafa kaldırdığım pearl jam hayranlığım depreşti galiba... ayrıca, ben u2 peşinde koşarken londra'da nispeten sessiz sedasız iki sold-out konser vermeleri de etkilemiş olabilir! bu kare o konserlerin birinden, ron wood baba gruba katılıp "all along the watchtower"ı çaldılar da birlikte...
...
yeni albüm "backspacer" gelecek ay yayınlanacak, ilk single "the fixer" ise cameron crowe imzalı klibiyle birlikte net alemine sunuldu bile.

Tuesday, August 25, 2009

artık roll da yok

mabbas ve mehmet tez'in tweet'lerine göre olay güven erkin erkal'ın verdiği bir yanlış alarm. öyle olmasını umalım. yazının geri kalanı durabilir, sorun değil.
...
daha üç-beş ay önce rolling stone'a ağıt yakmış, dream'in kaybıyla beraber müzik medyasının iyice zayıfladığını yazmıştım. bugünkü haberler daha bile kötü: güven erkin erkal'ın hüzünlü bir facebook mesajıyla duyurduğu üzere roll, artık yok.
...
çok çok şey söylerim roll üzerine: daha geçen ay taşınırken bazı sayıları attığımı, ama kalanların hep bende duracağını, dönüp dönüp okuyacağımı bildiğimi söyleyebilirim. kimi zaman fazla snob, kimi zaman fazla tekrar da olsa yorumlarındaki entelektüellik/tevazu dengesini korumalarının uyandırdığı hayranlığı, nasıl bu kadar güzel cümleler kopardıklarını asla anlayamadığım başyapıt röportajlarını, çeviri yazılara bile yansıttıkları üsluplarını, hatta bir spotta bile kendini belli eden tavırlarını özleyeceğimi söyleyebilirim. son yıllarda belirgin ölçüde zayıflasa, kendisini yenilemekte başarısız olsa, biraz tekrara girse de...
...
tarih olmuş roll, çok çok yazık. dün rolling stone gitti, bugün roll, yarın bant, sonraki gün blue jean... böyle olacak demek ki. genelde çok karamsar birisi değilimdir, umuda inanırım, ama bugün için türkiye'de müzik okuyuculuğuna dair inançlarımdan birisi sarsıldı. kendi deyimleriyle "üç-beş" satıp ayakta 13 yıl durabilen dergi artık o "üç-beş"i de bulamıyorsa, artık iyimser olmak için çok da sebep kalmamış gibi görünüyor çünkü.
...
ama iyi tarafından bakalım, iyi ki vardı roll, iyi ki çıktı. 13 yıl önce akla hayale gelmeyecek bir işi başardılar. türkçe müzik dinlemekten utanmayan; rakçı, metalci, popçu, repçi gibi "bişeyci" olmadan da iyi müzik dinleyicisi olunabildiğini çoğunluğa gösteren; müziğin sadece notalardan ibaret olmadığını, tavrın da o kadar mühim olduğunu kanıtlayan bir dergiydiler. şimdi bakıyorum da, misyonlarını fazlasıyla başarmışlar. bir roll kuşağı yetiştirmişler. en azından bunu becerdikleri için, kendilerini gerçekleştirmiş bir dergi olduğu için sevinmek gerek belki.
...
vedayı, zamanında ekşi sözlük'e yazdığım şu entry ile yapmak isterim. gerçekleşmemiş bir dilekle bittiği için inceden bir kırıklık da yaşayan bu yazıyla...
...
siz deyin gençlik heyecanı, ben diyeyim derginin bir türlü doğru eleştirilmediği hissi, ya da psikologlar desin başka bir şey; zamanında nahoş şeyler yazdım ben bu dergiyle ilgili. şimdi arasanız bulamazsınız, bir yıl kadar önce çöp tenekeme yollanmıştı zaten. ama şimdi en azından kendi adıma bir iade-i itibar zamanı roll için, kendilerinin buna hiç ihtiyacı yok, orası kesin, ama benim yapmam şart.
...
sırtını büyük bir sponsora veya medya tröstüne dayamamış bir müzik dergisinin 100 sayısını, arada tökezlese bile bunu hissettirmeden yayınlamış olması nereden baksanız büyük başarı. dahası gerçekten ülkede bir kuşağı etkilemiş olduklarını, internet sayesinde neredeyse her şeyin erişilebilir olduğu dönemde röportajlardaki, ufacık yorumlardaki, ajans sayfalarında üstlerde geçen küçücük alıntılardaki üslubun tadına varmak için onların takip edildiklerini düşününce takdirim artıyor.
...
evet, dergi elbet eleştirilebilir, les inrocks çevirilerinin kimi zaman fazla abarmasıyla, bazen dünya görüşlerini müzikalitenin önüne koymalarıyla, son dönemde derginin bazı kısımlarının zayıflamasıyla... ama yine de bunlar bile roll'un önce samimi, sonra da ne dersek diyelim, olabildiğince tutarlı çizgisi sayesinde göz ardı edildi. en çok da kendilerine özgü tarzları sayesinde. evet, bugün bir gerçek var yadsınamayacak olan, roll sadece roll'la açıklanabilecek bir tarza sahip. ikinci sayfaya kimin sözlerini koyduklarından, "acaba x'e ne sormuşlar" merakını uyandırmalarına, özellikle 100. sayıdaki ekleriyle de belli ettikleri gibi "bağırmayan ama anlatan" görselliğine kadar uzanan bir kendine özgülük bu. şimdi 100 kapağın yan yana durduğu postere bakıp da iç geçiriyorum, üzerindeki sanatçıyı sevip sevmemek bir yana, kapağını bu kadar güzel, sakin yapabilen kaç dergi var dünya üzerinde? tamam, galiba 100. sayıyı, tüm kapakları görünce anılar da depreşti, hangi kapağı neredeyken almıştım; kimleydim, ne yaptım, ne ettim, ne dinledim o zamanlar diye düşünmek de etkili oldu, duygusal baktım olaya. nazan öncel'i mor ve ötesi'nin üstüne koymalarından tutun, "binaural" zamanı pearl jam'i babalamalarına, roll disko'daki hakan taşıyan'a kadar bir dolu kızgınlık da unutuldu. insanların türlere karşı 9 yıl öncesine göre daha az önyargılı olmalarındaki küçücük fıçıcık da olsa paylarını hesaba katarak tabii...
...
hepsi geride kaldıysa bir şey baki. iyi ki varsın roll, nice 100 sayılara!

Monday, August 24, 2009

aman kızmasın!

calvin harris acayip adam. geçen aylarda nme ona bir ödül verecekti ama ödül törenine davet etmeyi unuttu. bu da hiç susup oturacak karakterde değil, bütün medyaya serzendi. sonra yaz başında ikinci albümü "ready for the weekend" çıktı, kötü eleştiriler çıkınca delirdi ve twitter'ı eleştirmenlere yönelik nefret mesajlarıyla doldurdu.
...
kendisinin iskoç damarına bir şey demeyeceğim ama bu albümü beğenmeyen eleştirmenler haksızlık ediyorlar açık şekilde. "ready for the weekend" süperstar dj stilinin altın yıllarını anımsatacak kadar güçlü bir albüm. bir anlamda, little boots ve la roux gibi isimler sayesinde kadınlara iyice devredilmiş görünen pop/dans sahnesinde erkeklerin de bir ses verebildiğinin göstergesi.
...
big beat'ler var "ready for the weekend"de, albümün isim şarkısında olduğu gibi harika nakaratlar da. mary pearce'in vokalleri nefis bu şarkıda, 90'lar başının r&b soslu dans parçalarını hatırlatıyor (robin s'i hatırlayan var mı?). yeni single çıktı, biraz geç kalmışlığına karşın hala bu yazın en büyük hitlerinden olabilir.
...
akustik gitarla başlayıp crystal castles benzeri 8-bit dokunuşlarıyla can yakan "blue" da ayrı bir şaheser. kimi şarkılar karavana ise de ("worst day"i beğenmedim mesela) totalde epeyi iyi bir albüm bu. moby'nin ambient blues'lara kaydığı, fatboy slim'in albüm yayınlamayı unuttuğu bu dönemde meydan calvin harris'in. adı üstünde, dinleyip haftasonuna hazırlanmak için yapılmış, vaadini de yerine getiriyor.

Friday, August 21, 2009

u2 360° = sıfır noktası

Temmuz 1993 tarihli Blue Jean'i düşünüyorum, kapağındaki şeytan boynuzlu, yüzü pudralı adamı. "U2 5 Temmuz'da geliyor!" gibi bir ibare var. Daha önce isimlerini duyduğum "uğ iki" isimli bu grubu dinlememişim, ama nedense bende bir heyecan yaratıyor bu kapak. Dergiyi alıyorum, Emre Kuytu'nun yazdığı iki sayfalık yazıyı bitirdiğimde U2'nun konsere gelmediğini, sürpriz bir albümle geri dönüş yaptığını anlıyorum. Pek bir şey kaybetmiyorum heyecanımdan, 11 yaşında Mersin'de yaşayan bir çocuk için bir grubun İstanbul'a konsere gelmesiyle yeni albüm yayınlaması arasında fark yok ki...

Birkaç gün sonra Mersin Çarşısı'ndaki, o zaman şehrin en hip kasetçisi olan Akay'dayım. Okunuşunu öğrenmişim grubun isminin, "yuğtuğ geldi mi?" diye soruyorum. Tezgahın arkasındaki adam değil ama, oranın müdavimi gibi görünen sarışın, saçını arkadan toplamış bir adam dikkat kesiliyor bu soruya? "Sen U2 mu dinliyorsun?" diyor, "Evet" diyorum. Zararsız bir yalan. Dudaklarını ters U şekline getiriyor, hayret ve takdir ifadelerini somutlaştırmak için. Gülümsüyorum, 50,000 lirayı veriyorum ve "Zooropa"yı alıyorum. Takdir edilmek mi, Emre Kuytu sempatisi mi, yoksa rock-desen-değil-pop-desen-değil müziğin büyüsü mü bilmiyorum, ilk günden esir alıyor beni bu müzik. Anlamadan da olsa evimde ayakta dinliyorum bu albümü, dans ediyorum, kıt İngilizcemle sözleri ezberliyorum. Whitney Houston'lardan, Phil Collins'lerden, Bryan Adams'lardan sonra iyi bir sıçrama noktası bu: Elektronika soslu gitar müziği çekici geliyor, belki de sonraki hayatım boyunca hiçbir türün fetişisti olmamamın kilidi orada.
15 Ağustos 2009 öncesindeki gecelerde o çocuk sıkça geliyor yanıma. Her yıl yüzlerce albüm dinleyen, tükettiği albümlerin janrını, müzikal değerini, tarihsel çizgideki yerini kolaylıkla çözümleyebilen ben o çocuğa imreniyorum. O çocuğun okuduğu dergide yazı yazıyorum, onun yalnızlığına inat, konseri hayatımın kadınıyla birlikte izliyorum ama gıpta işte! Elindeki bir tek kasede, kapağından teşekkür notlarına kadar her bir detayına aşık olan, o müziği delice bir tutkuyla dinleyen, 10 şarkıdan ibaret bir favori müzik kontenjanına sahip olan o çocuğu kıskanıyorum. 15 Ağustos gecesi, o çocukla aynı hisleri paylaşmak için son şansım gibi geliyor. Wembley Stadyumu'nda U2'yu izlerken son 16 yılımı, her bir köşetaşına en az bir U2 şarkısı yerleştirdiğim hayatımı, küçük zaferler ve önemsiz hayal kırıklıklarıyla dolu ömrüme soundtrack yaptığım albümleri düşünüyorum. Her U2 albümünün Çetin Cem'i farklı, ama en çok Zooropa'nınkisiyle haşır neşiriz. Wembley'deki konser başlıyor, bitiyor, şaşkınlık ve huşu hisleri dışında o çocuğa yeterince ilgi gösterebiliyorum. Hep hayal ettiğim noktadayım, Wembley'de U2 izliyorum, birçok anlamda hayatımın bir dönemi sıfırlanmış oluyor.

Larry Mullen Jr çıkıp 'Breathe'in ilk ritmlerini çalıyor tek başına, sonra The Edge ve Adam Clayton katılıyor ona, Bono bu nefis şarkının ilk dizelerini 50'lerden kalma bir rock'n'roll gırtlağıyla söylüyor. İlk hareketinden malumu ilam ediyor adam: O gezegenin en iyi frontman'i! 'No Line On The Horizon,' 'Magnificent' ve 'Get On Your Boots' derken son albümün dört şarkısıyla iyice ısınıyor ortalık. Sonra 'Beautiful Day' ile birlikte oturan tribünler dahil herkes ayağa kalkıyor, katılım yüksek, coşku tavanda. Ne kadar basit ama ne kadar güzel, umut dolu bir şarkı bu: Hava yeni kararıyor daha, "güzel bir gün" diye haykırıyor 83,000 kişi. Önceki günün Wembley rekoru kıran sayısından 5,000 az, ama iki gün toplamında yine bir tarih yazılması için yeterli. 'New Year's Day'le 1980'lere girildiğinde herkesin keyfi yerinde, "I want to be with you, be with you night and day" dizelerini bağırmıyorum, bir kulağa fısıldıyorum. The Edge'in damar yırtan epik solosu her zamanki gibi etkileyici ama. Konserin belki de en parlak anları 'I Still Haven't Found What I'm Looking For'da geliyor: Sanılanın aksine şarkıları seyirciye söyletmek için özel bir çaba sarf etmeyen Bono ilk dizeleri kendi başına söyledikten sonra şarkının ismi olan satırdaki devasa vokal katılımı karşısında susuyor, 83,000 kişi "Hala bulamadım ne aradığımı" diye bağırdığında herkeste burada özel bir şeyler olduğunun farkında. Yoksa sadece bana mı öyle geliyor?
Sadece duygusallığa adanmış bir gece değil bu. Bono Wembley'den bile eski olduklarını söylüyor, "Bu gece iyi bir star olacağım" dedikten sonra bol bol teşekkür ediyor. "Teşekkür ederiz, bu deliliği inşa etmemizi sağladığınız için" diyor. Delilik mi? Ah, tüm içeriğinin yanında U2 360° Tour'un donanımından bahsetmeyi unuttum. Müzik tarihinin en büyük, en yüksek seti, yuvarlak sahneyi ismiyle müsemma bir şekilde pençe gibi çevreleyen ışıklandırması, silindirik dev (ama gerçekten dev!) ekranlarıyla bir uzay aracı adeta bu. Tevekkeli değil (evet, tevekkesiz!), sahneye girişleri 'Space Oddity' ile oluyor, çıkışları 'Rocket Man' ile. Gittikleri her yerde en az bir sold-out konser vermesi garanti olan bir grup için, hele 32 yıllık bir efsane için fazla hırslı bir proje bu. İki göreceli düşük prodüksiyonlu turneden sonra belli ki yeniden pahalı oyuncaklarla, rock show'u kavramının sınırlarını zorlamakla ilgileniyor U2. Garanti oynamaktansa farklı, uçuk ve saçma derecede yaratıcı fikirler üretiyor. Sırf bu yüzden dünyanın değil, galaksinin en büyük grubu nitelemesini hak ediyorlar. Boşuna değil Bono'nun "İsterseniz turne bitince Olimpiyatlarda kullanmanız için bunları size verebiliriz" demesi!

Akustik bir 'Stay (Faraway, So Close!)' performansı yazının başında bahsettiklerim yüzünden fena halde duygusal. Birazdan gelecek 'The Unforgettable Fire' sürprizi ise büyüleyici. Sayısız hite sahip bir grup oldukları için U2'dan tek setlist dileğim bizi şaşırtmalarıydı. The Edge'in dediği gibi "çalmaları gereken 10 tane şarkıları var" gerisinde istedikleri gibi uçabilirlerdi. Bir R.E.M. kadar olmasa da sürprizler güzel. 'Bad'i konser sonunda duymak gibi. Ya da "Achtung Baby"nin gölgede kalmış hazineleri 'Until The End Of The World' ile 'Ultraviolet (Light My Way)'! Rüya setlistimi yapsam içine mutlaka koyacağım iki şarkı! Ve Wembley'de ikisini de çalıyorlar!
Rüyayı güçlendiren anlar U2'nun rock'n'roll'a saygı duruşu yaptığı anlar: Bono'nun "London calling!" haykırışını mı istersiniz, "Get up stand up for your rights" göndermesini mi? "Stand By Me"yi tüm stadyuma söyletişi ve bir de benim gibi bir Liverpool taraftarı için en anlamlısı: Uzunca söylenen bir "You'll Never Walk Alone" nakaratı! Tabii arka arkaya gelen, her birinde "Yok yok, en sevdiğim U2 şarkısı bu, öteki değil" dediğim," 'One'lar, 'Where The Streets Have No Name'ler (Bono'nun ilk dörtlükte yanlışlıkla "I want to take shelter from the poison rain" demesi, sonra da "sorry" demesi vurucu), 'Beautiful Day'ler de U2'nun kendi rock klasikleri.

Ama sadece geriye bakmıyoruz bu konserde, "I'll Go Crazy If I Don't Go Crazy Tonight"ın remix'i tüm Wembley'yi koca bir gece kulübüne çeviriyor, tepedeki dev ekran aşağıya doğru uzatılıyor, adeta bir disko topu işlevi görüyor. Son iki turnedeki rock'n'roll sadeliğinden sonra bu turnenin "PopMart" günlerine daha yakın durduğunun simgesi, ama çok daha büyük ölçekte elbette.
U2'nun geleneksel konser kapanış şarkısı 'With Or Without You' çaldığında tarif etmesi zor bir acı hakim oluyor ruhuma. Gitmesinler istiyorum, küçükken sevdiğim teyzem gitmesin diye kapının önünde durduğum gibi, çıkış tüneline atlayayım da biraz daha kalsınlar istiyorum, hayatımın en kısa iki saati bitmek üzereyken. Herhalde alışkanlıktan "Bu son şarkımızdı" diyor Bono, sonra da 'Moment Of Surrender'ı anımsıyor, "Hayır bir tane daha var!" diyor. Sanki piyango benim için. Bir şarkı daha sahnede kalacaklar, hem de uzun bir şarkı bu!
Konser bitiyor, ne önümden Trabzonspor tişörtlü bir çocuk ve sevgilisinin geçmesi, ne 83,000 kişinin bir iki dakika içerisinde stadyumu boşaltması şaşırtabiliyor beni. Boş sahneye bakıyorum 'Rocket Man' çalarken. Bu pençenin içinde bir büyü yaratıldı o gece, ben bunun nasıl olabildiğine akıl erdirmeye çalışıyorum "Zooropa" kasetli çocuk, "Achtung Baby"ye aşık genç adam, "All That You Can't Leave Behind"ın tam tadına bir gece yarısı otobüs yolculuğunda varmış delikanlı, diğerleri ve ben, o pençenin içinde kalıyorlar. En az on yılımıza şeklini vermiş bir hayal, o stadyumda, o sahnenin üzerinde gerçekleşti. Bir daire tamamlandı. Bu yaşımda, hayatımda bir sıfır noktasına ulaşmanın hazzı, saflığı ve şaşkınlığı var sadece. 15 Ağustos 2009, hayatımın bir anlamda yeniden başladığı gün olacak.
Wembley Stadyumu'nun kırmızı koltuklarından kalkıp yürümeye başlıyoruz kız arkadaşımla. Konuşmuyoruz fazla, ikimizde de bir gülümseme var. Metroya binip durağımızda ineceğiz birazdan, ama sokak isimlerinin olmadığı o yeri görmüş olmanın mutluluğu bu...

Thursday, August 13, 2009

sürpriz! faith no more ölmemiş!

not: fotoğraf, erdal mahir curan'a ait.
...
bundan 13-14 yıl önce popülaritelerinin zirvesindeyken gelselerdi ne olurdu bilmiyorum ama, dün akşamki konser gösterdi ki, faith no more hak ettiği ilgiye haiz değil türkiye'de. belki metalcilere göre fazla değişken, alternatif rock dinleyenlere fazla sert, nu-metal jenerasyonuna fazla anlaşılması zor geliyordur bilmiyorum. bildiğim şey, bu adamların bütün bu janrlardan (hatta daha fazlasından da) gruplara etki etmiş olduğu. zira sahnedeyken daha net anlaşılıyor bu adamların neyi ne zaman yaptıkları, hangi grupların da ne zaman onlardan kopya çekmeye başladıkları.
...
fakat kopyalayamayacakları bir şey var tabii ki: mike patton. gırtlak yırtan çığlıklardan en cool söyleyişe, rap vokallerinden duygusal vurgulara kadar o kadar geniş bir yelpazesi var ki, bir vokalistte bu kadar farklı numaranın bulunması gerçekten inanılmaz. bunu sahnede kusursuz icra edebilmek daha da inanılmaz tabii ki. söylemeliyim ki dün mike patton faith no more'u ezdi geçti, böyle büyük bir frontman hangi grubu olsa ezer geçer tabii ki.
...
konserin zirvesi "bu şarkıyı birisine adayacağım" dedikten sonra ışıkçı çocuktan sahneye spot ışığı istemesi, sonra ışığı yavaş yavaş alanın yanındaki ağaçlara çevirmesi ve bir dalın üzerinde grubu izleyen "yaratıkları" bulmasıydı. "bu şarkıyı onlara adıyorum" dedikten sonra "ashes to ashes" başladı, muhteşem bir andı. "evidence"ın funky lounge müziği havası, "surprise! you're dead!"in ölümcül punk/thrash'i, "easy"nin yürek yakıcılığı ve "digging the grave" bombası derken bir daha fark ettik faith no more'un ne kadar büyük bir grup olduğunu. ayrıca hem 11 yıllık aranın ne yazık bir zamanlamayla gerçekleştiğini, ama grubun hala formundan bir şey kaybetmediğini.
...
tek ama büyük bir eksik ses konusundaydı. çok karman çorman bir sound'la başladı konser, ortalarda toparlandı, fakat bis'te olay tam çorbaya dönüştü, son şarkılar acayip bir gürültünün içinde boğuldu. ayrıca 3000 olduğu söylenen bir kalabalık vardı (benim tahminim 2000 üstü-3000 altı şeklinde) ama sahne önüne rahatlıkla yürünebiliyordu. bir de bislerde öndekilerin bile kalkıp gitmesi tuhaftı. sahne önünde duracak kadar sevdiği grubun son üç dört şarkısını neden dinlemek istemez ki bir insan?

Tuesday, August 11, 2009

20 most overrated acts

nme okurları seçmiş: müzik tarihinin en fazla abartılan sanatçılar ve grupları. noktasına dokunmadım. (dokunsam beş numaranın orada işi ne tabii!)
...
20- crystal castles
19- lily allen
18- metallica
17- eminem
16- pendulum
15- guns n'roses
14- la roux
13- green day
12- snow patrol
11- coldplay
10- madonna
9- gallows
8- michael jackson
7- kanye west
6- gossip
5- u2
4- razorlight
3- fall out boy
2- my chemical romance
1- lady gaga

Monday, August 10, 2009

Ey Ö$gürlük!

3g geyikleri teknoloji manyakları dışında kimsenin ilgisini çekiyor mu bilmiyorum. aslında teknoloji manyakları da "türkiye geç kaldı" geyiğinde olduğu için otomatikman hedef kitle sıfırlanmış oluyor. neyse, benim bu işlerle pek ilgilenmediğim kesin en azından. ama turkcell'in olağandışı kötülükteki reklamlarından bile daha şoke edici bir şey var ki 3g ile ilgili, o da vodafone'un zülfü livaneli'nin efsanevi "özgürlük" şarkısını kullanması.
...
olayı fark ettiğimde ilk tepkim elbette "ey livaneli, bir daha 'üç kuruşa vatanı satanlar' temalı bir yazı yazdığını görmeyelim madem" tonunda oldu, internette ise şarkının haklarının universal music'te olduğunu, livaneli'nin dahlinin olmadığını iddia edenler olmuş. neticede işin gerçeğini bulmak gereksiz. izin verene niye verdin diye sorulur, ama alandan da "ne alaka" diye hesap sorulur.
...
ben de bunu fırsat bilip müzik-reklam ilişkisinin ilgi çekici on örneğini daha hatırladım.
...
10- mor ve ötesi - uyan (milliyet)
reklama şarkı vermek muhalif adamı bozar ama bu sefer olay temiz: milliyet'in sosyal bilinçlenme temalı reklamı racona ters değil.
...
9- eels - mr e's beautiful blues
grubun lideri (bir bakıma her şeyi) e, bu şarkının sıkça markalar tarafından kullanılmasından yaka silkmiştir. "araba firmaları 'mr e's beautiful blues'u kullanmak istiyorlar. ne iş anlamıyorum. şarkının ilk dörtlüğü çevre kirliliği hakkında yahu!" der web sitesinde.
...
8- vedat sakman - götürelim abi (fıratpen)
ali hakan yeni yüzyıl'dayken şık bir yazı yazmıştı bu pop kültürü eleştiren parçanın reklamlara konu edilmesine dair: "eğer izinsiz kullanıldıysa telif sorunu, ama izin alındıysa ilke sorunu!"

7- bob dylan - love sick (victoria's secret) dylan'ın son 10 yıldır denediği birbirinden farklı, birbirinden facia sakal bıyık biçimlerinin en düzgünü bu reklamda. eh, adriana lima'nın karşısına çıkıyorsunuz neticede. klip şehvetli, şarkı güzel, ama bob dylan'ın orada görünmesinin anlamı nedir, kim adriana lima'dan sonra dylan'ı görmek ister, kimse sormamış herhalde.
...
6- the clash - should i stay or should i go (levi's)
1991'de bu şarkının çaldığı reklamlar beni rock'a uyandıran işlerdendir. ama büyüyüp the clash'i birazcık idrak edince strummer gibi doğruyu yanlışı ölçebileceğiniz turnusol kağıdı modelindeki bir adamın nasıl olur da böyle bir işe evet dediğini anlayamamıştım. mick jones'a göre sorun yok, levi's rock'n'roll'un en temel parçalarından birisi çünkü.

5- mfö - güllerin içinden (bp)
işte can dündar'a, "gençliğimin şarkısı petrol reklamı müziği oldu" dedirten reklam. türk reklamcılığının uyanmaya başladığı, iyi çekilmiş bir reklamdı "şapkasız çıkmam abi," ama müzik tarihimizin en büyük grubundan biraz don kişotluk bekleyenler hayal kırıklığına uğramakta haksız değildi. ama daha kötüsü de gelecekti...
...
4- mfö - yalnızlık ömür boyu (anadolu emeklilik)
türkçenin gördüğü en güzel birkaç parçadan birisi "uzakdoğu'da parasız kaldık" temalı reklamda öyle bir muamele görüyordu ki, çin işkencesi desek yeridir. sokak müzisyenliği yapıyordu mazhar alanson ile fuat güner, çaldıkları şarkı "yalnızlık ömür boyu." daha kötüsü ise reklamın senaryosuna göre "yalnızlık ömür boyu"nun para etmemesi, orada söyledikleri uyduruk anadolu emeklilik cingılının ise herkesin ilgisini çekmesiydi. ah be abi! fuat güner bu reklam işiyle ilgili uzun uzun konuşmuştu bir zamanlar roll'a. önce "türkiye'de müzisyen sürünsün istenir" ve "biz kazandığımızla villalar almadık ki, müziğe yatırdık"lar, sonra "belki john lennon da olsa bir jean reklamında oynardı"lar, en sonunda da "adaaam sen de"sinde "köşeler dönmeyi bekler, neden mazhar?" diye yazmış olan ortaçgil'e "herkesin bir fiyatı vardır abi. ortaçgil'i çok severim ama 1 milyar verirler kabul etmezsin, 10 verirler etmezsin, 100 derler koşa koşa gelirsin abi" cümlesini patlatıyordu üstad. o günler haklı değildi, ortaçgil'in şarkılarını reklamlarda kullandırmışlığı vaki değildi. ta ki...
...
3- bülent ortaçgil - benimle oynar mısın? (omo)
omo'nun çocukları merkeze koyduğu "kirlenmek güzeldir" reklamlarıyla "benimle oynar mısın?"ın özdeşleştirilmesi kötü bir fikir değil reklamcılık açısından. kötü olan, ortaçgil'in bir şarkısını, en azından yürek delen keman melodisini o reklamda duymak, yukarıdaki dizeleri yazmış olan ortaçgil'i burada duymaktı. tabii kimisi der ki şarkının değeri mi düşmüş oluyor reklama verilince... mesela...


2- iggy pop
mesela iggy. herhangi birini yazmadım, zira iggy sayısız reklama müziklerini verdi, hatta birçoğunda da oynadı. en son bir otomobil sigortası reklamında otobüslerden billboard'lara kadar her mecrada yüzünü kullandırmaktaydı. o yüz ki, punk'ın vücut bulmuş halidir. iş acınası boyutlara gelmiş yani. iggy'nin ise bu konularda kafası rahat: "mücevheri kıçına da koysan değeri düşmez." bazen de düşüyor be üstad...

1- chumbawamba - pass it along (general motors)
herhalde 2000'lerde solculuğun tanım değiştirmesi tartışılacaksa içinde bu argüman kullanılabilir. ingiliz punk kalabalığı chumbawamba "pass it along"u 100 bin pound'a sattığında herkes kendilerine davayı sattı gözüyle bakıyordu. işin sonucu öyle olmadı ama. chumbawamba çıktı, parayı kuruşuna dokunmadan alternatif medya ağı indymedia ve çokuluslu şirketlerle savaşa adanmış sivil toplum örgütü corpwatch'a verdi. üzerine düşünmeye değer bir konuydu şüphesiz, kimisi doğru, kimisi yanlış bulmuştu belki, ama parayı alıp "hayat şehveti" içerisinde yanıp kavrulan kadayıf punk'lardan daha etik sahibi bir harekete imza attıkları kesindi.
...
fazla didaktikleşmemek adına reklam-müzik ilişkisini harika özetlediğine inandığım bir diyalogu aktarmak istiyorum. dünyanın en komik röportajcısı peter robinson ile fightstar vokalisti charlie simpson arasında, geçen aylarda nme'de yayınlanan bir mülakattan.
pr: diyelim ki apple'dan aradılar, yeni ipod reklamları için şarkınızı kullanmak istiyorlar.
cs: evet! kesinlikle! apple'a bayılıyorum.
pr: apple'a bayılıyorsun da, ticaret konusunda pek iyi değilsin çünkü teklifi duymadan kabul ettin. sadece bir pound ödeyeceklerdi karşılığında.
cs: hahahaha. olsun.
pr: bir de şöyle bir teklif var diyelim, faşist ve ırkçı bir kuruluş sizin müziğinizi kullanmak istiyor...
cs: kesinlikle hayır.
pr: ama çok para veriyorlar.
cs: nasıl çok?
pr: gelecek tüm nesilleri faşizm ve ırkçılık konusunda eğitecek kadar çok para.
cs: hmm...

abbey road'da 40 yıl

8 ağustos 1969 sabahı, saat 11.35. john, ringo, paul ve george "abbey road" albümünün kapağı için basit ve güzel bir fikirde karar kılarlar. stüdyolarının hemen dışındaki yolda karşıdan karşıya geçerken poz verirler iain macmillan'a. ortaya çıkan görüntü basit bir fotoğraf olmaz, tüm rock tarihinin en ikonik görüntülerinden birisi olur. onlarca grup tarafından tekrarlanır, yetmez, londra'da bölgeye yolu düşen herkesin poz verdiği bir turist atraksiyonu haline gelir.
...
geçen cumartesi londra'da abbey road'un 40. yılı kutlandı. o tarihi anı yeniden yarattı hayranlar. "40 yıl geçti," demiş bir hayran mirror'a. "ama onlar hala bir numaralar."
...

Friday, August 7, 2009

rip john hughes


hayatınızda bir kez olsun...
bir hafta sonu ceza için okulda kaldığınızda gerçek dostlarınızı bulacağınıza inandıysanız, ferris bueller'ın harika hayatına dahil olmak istediyseniz, molly ringwald'a aşık olduysanız, ya da emilio estevez'e, allison reynolds ya da john bender kadar cool olmayı hayal ettiyseniz, anthony michael hall'u bir kez olsun dövmek istediyseniz, sevgiliniz olmadı ve onu bilgisayarda yaratmayı hayal ettiyseniz, buck amca'nın tuhaflıklarından korkup aslında onun gibi bir amcanız olsun istediyseniz, "sixteen candles" saflığında aşklar düşlediyseniz...

o zaman bugün sizin, bizim, hepimizin kara günü. bütün o büyülü gençlik hayallerinin, 80'lerin perdeye en güzel yansıdığı anların yaratıcısı john hughes artık yaşamıyor. huzur içinde yatsın...

şerefine bir "don't you (forget about me)" dinlenmez mi şimdi?







kırmızı beyaz bayraklar

u2 dün gece polonya'daydı, katowice'de 70.000 kişiye çaldılar. adam clayton "new year's day"in baslarını gümbürdetmeye başladığında saha içindekiler kırmızı, tribündekiler beyaz bayraklarını çıkardılar. efsanevi polonyalı aktivist (ve daha sonradan devlet başkanı olacak) lech walesa'dan etkilenerek yazılmış bir şarkı bu, polonya'daki konserlerde "new year's day"de böylesi bir coşku yaratmak oralarda bir gelenek haline gelmiş. tam bir rock'n'roll anı: kitlesel tepki, enerji ve coşku.

Thursday, August 6, 2009

leonard cohen istanbul konseri: i'm your fan

biletler pahalıydı, gitse miydik, dışardan mı dinleseydik, para versek bile güzel yer bulabilecek miydik? günlerce kafalarda döndü bu sorular, en sonunda içerideyken bile kalabalığa baktıkça düşünüyordum kendi adıma. ve bu esnada, benim saatime göre 20:59'da sahneye çıktı dünyanın en dakik grubu. seyircilerin en azından dörtte biri kapıdayken başladılar, "dance me to the end of love" ile. "the future" da geldi, daha on dakika olmamıştı ama karar verildi, bu adamı ve muhteşem grubunu izlemek çok şeye değerdi.
...
aynı zamanda dünyanın en şık ve zarif grubuydu bunlar. özellikle grup dedim, "cohen ve arkasında çalan adamlar" değil. sahne dizilişindeki demokrasiyi geçelim hadi, cohen'in grup elemanlarını üç defa tanıtması, her birine ayrı sıfatlar (maestro, virtuoso, incomparable, impeccable...) bulması bir tanesi solo attığında şapkasını çıkartıp dinlemesi, sahne çalmaktan özenle kaçınması bu büyük adamın grubuna duyduğu saygının kanıtıydı. bir de seyircisine duyduğu saygı var tabii. her alkışta mutlaka teşekkür etmesi, şapkasını çıkartıp öne eğilerek şükran sunması, bu adamın hafif kambur mahçup duruşunun poz olmadığının kanıtıydı.

bazen "baba müzisyen" sınıfına giren eski toprakları görev icabı izleriz, "aman adam ölmeden görelim" hesabı. ama bunların çok azı hala taş gibi olduğu için izletir kendini. cohen, tıpkı neil young gibi, onlardan birisiymiş. batı'daki yorumcular son bir yıldır cohen'in kariyerinin zirvesinde olduğunu söylüyorlardı, sahnede eski halini bilemediğimiz için kıyas yapmak mümkün değil, ama dünkü performansa bakınca şunu söylemek mümkün: bundan daha iyisi nasıl olabilir ki zaten?
...
konserin zirvelerini saymak zor, çünkü iddialı veya abartılı gelecek de olsa neredeyse tamamı zirvede geçen bir performanstı. neredeyse üç saat süren bir performans için bunu söylemek gerçekçi değil gibi, ama sanırım dün açıkhava'yı dolduran 4000 kişi aynı fikirdedir. ama yine de, ağır seyreden ilk bölümün ardından gelen ikinci kısmı ayırmak icap edebilir. tek kelimeyle cennetten düşmeydi bu bölüm. "tower of song," "suzanne," "sisters of mercy," "the partisan," arka arkaya, sonra bir "boogie street" soluklanışı ve "hallelujah" ile "i'm your man" ile tahmini 30-40 dakikalık bir öbür dünya seyahatinin sonu. öyle bir doyum yaşattı ki cohen orada, "take this waltz"la sahneyi terk ettiğinde daha başka bir şey çalmasını beklemiyordum. en sevdiğim şarkılarından "so long, marianne" ile "famous blue raincoat" daha gelmemişti bile, ama farkında değildim.

seyircilere "my friends" diye hitap edişinden şarkı sözlerini istanbul'a uyarlayışına, sahneyi terk ederken yaptığı nefis dansından, izleyicinin olaya hakimiyetine kadar, her şeyiyle bu kentin gördüğü en güzel konserlerden birisiydi. "sahip olduğumuz her şeyi size vereceğiz" demişti cohen daha ilk dakikalarında konserin, sözünü fazlasıyla tuttu. tek bir an bile teklemeyen, kusursuzdan da kusursuz çalan bir grup eşliğinde, son 40 yıl boyunca bu dünyaya düşmüş en güzel şarkılardan bir avuç alıp çaldı, altın sesli adam. bittiğinde kentin dört bir yanına ruhu temizlenmiş, zihni berraklaşmış insanlar olarak dağıldık, tahminen birçoğu benimle aynı hissiyatı paylaşarak: "çirkin değiliz, çünkü müziğimiz var."