Friday, August 21, 2009

u2 360° = sıfır noktası

Temmuz 1993 tarihli Blue Jean'i düşünüyorum, kapağındaki şeytan boynuzlu, yüzü pudralı adamı. "U2 5 Temmuz'da geliyor!" gibi bir ibare var. Daha önce isimlerini duyduğum "uğ iki" isimli bu grubu dinlememişim, ama nedense bende bir heyecan yaratıyor bu kapak. Dergiyi alıyorum, Emre Kuytu'nun yazdığı iki sayfalık yazıyı bitirdiğimde U2'nun konsere gelmediğini, sürpriz bir albümle geri dönüş yaptığını anlıyorum. Pek bir şey kaybetmiyorum heyecanımdan, 11 yaşında Mersin'de yaşayan bir çocuk için bir grubun İstanbul'a konsere gelmesiyle yeni albüm yayınlaması arasında fark yok ki...

Birkaç gün sonra Mersin Çarşısı'ndaki, o zaman şehrin en hip kasetçisi olan Akay'dayım. Okunuşunu öğrenmişim grubun isminin, "yuğtuğ geldi mi?" diye soruyorum. Tezgahın arkasındaki adam değil ama, oranın müdavimi gibi görünen sarışın, saçını arkadan toplamış bir adam dikkat kesiliyor bu soruya? "Sen U2 mu dinliyorsun?" diyor, "Evet" diyorum. Zararsız bir yalan. Dudaklarını ters U şekline getiriyor, hayret ve takdir ifadelerini somutlaştırmak için. Gülümsüyorum, 50,000 lirayı veriyorum ve "Zooropa"yı alıyorum. Takdir edilmek mi, Emre Kuytu sempatisi mi, yoksa rock-desen-değil-pop-desen-değil müziğin büyüsü mü bilmiyorum, ilk günden esir alıyor beni bu müzik. Anlamadan da olsa evimde ayakta dinliyorum bu albümü, dans ediyorum, kıt İngilizcemle sözleri ezberliyorum. Whitney Houston'lardan, Phil Collins'lerden, Bryan Adams'lardan sonra iyi bir sıçrama noktası bu: Elektronika soslu gitar müziği çekici geliyor, belki de sonraki hayatım boyunca hiçbir türün fetişisti olmamamın kilidi orada.
15 Ağustos 2009 öncesindeki gecelerde o çocuk sıkça geliyor yanıma. Her yıl yüzlerce albüm dinleyen, tükettiği albümlerin janrını, müzikal değerini, tarihsel çizgideki yerini kolaylıkla çözümleyebilen ben o çocuğa imreniyorum. O çocuğun okuduğu dergide yazı yazıyorum, onun yalnızlığına inat, konseri hayatımın kadınıyla birlikte izliyorum ama gıpta işte! Elindeki bir tek kasede, kapağından teşekkür notlarına kadar her bir detayına aşık olan, o müziği delice bir tutkuyla dinleyen, 10 şarkıdan ibaret bir favori müzik kontenjanına sahip olan o çocuğu kıskanıyorum. 15 Ağustos gecesi, o çocukla aynı hisleri paylaşmak için son şansım gibi geliyor. Wembley Stadyumu'nda U2'yu izlerken son 16 yılımı, her bir köşetaşına en az bir U2 şarkısı yerleştirdiğim hayatımı, küçük zaferler ve önemsiz hayal kırıklıklarıyla dolu ömrüme soundtrack yaptığım albümleri düşünüyorum. Her U2 albümünün Çetin Cem'i farklı, ama en çok Zooropa'nınkisiyle haşır neşiriz. Wembley'deki konser başlıyor, bitiyor, şaşkınlık ve huşu hisleri dışında o çocuğa yeterince ilgi gösterebiliyorum. Hep hayal ettiğim noktadayım, Wembley'de U2 izliyorum, birçok anlamda hayatımın bir dönemi sıfırlanmış oluyor.

Larry Mullen Jr çıkıp 'Breathe'in ilk ritmlerini çalıyor tek başına, sonra The Edge ve Adam Clayton katılıyor ona, Bono bu nefis şarkının ilk dizelerini 50'lerden kalma bir rock'n'roll gırtlağıyla söylüyor. İlk hareketinden malumu ilam ediyor adam: O gezegenin en iyi frontman'i! 'No Line On The Horizon,' 'Magnificent' ve 'Get On Your Boots' derken son albümün dört şarkısıyla iyice ısınıyor ortalık. Sonra 'Beautiful Day' ile birlikte oturan tribünler dahil herkes ayağa kalkıyor, katılım yüksek, coşku tavanda. Ne kadar basit ama ne kadar güzel, umut dolu bir şarkı bu: Hava yeni kararıyor daha, "güzel bir gün" diye haykırıyor 83,000 kişi. Önceki günün Wembley rekoru kıran sayısından 5,000 az, ama iki gün toplamında yine bir tarih yazılması için yeterli. 'New Year's Day'le 1980'lere girildiğinde herkesin keyfi yerinde, "I want to be with you, be with you night and day" dizelerini bağırmıyorum, bir kulağa fısıldıyorum. The Edge'in damar yırtan epik solosu her zamanki gibi etkileyici ama. Konserin belki de en parlak anları 'I Still Haven't Found What I'm Looking For'da geliyor: Sanılanın aksine şarkıları seyirciye söyletmek için özel bir çaba sarf etmeyen Bono ilk dizeleri kendi başına söyledikten sonra şarkının ismi olan satırdaki devasa vokal katılımı karşısında susuyor, 83,000 kişi "Hala bulamadım ne aradığımı" diye bağırdığında herkeste burada özel bir şeyler olduğunun farkında. Yoksa sadece bana mı öyle geliyor?
Sadece duygusallığa adanmış bir gece değil bu. Bono Wembley'den bile eski olduklarını söylüyor, "Bu gece iyi bir star olacağım" dedikten sonra bol bol teşekkür ediyor. "Teşekkür ederiz, bu deliliği inşa etmemizi sağladığınız için" diyor. Delilik mi? Ah, tüm içeriğinin yanında U2 360° Tour'un donanımından bahsetmeyi unuttum. Müzik tarihinin en büyük, en yüksek seti, yuvarlak sahneyi ismiyle müsemma bir şekilde pençe gibi çevreleyen ışıklandırması, silindirik dev (ama gerçekten dev!) ekranlarıyla bir uzay aracı adeta bu. Tevekkeli değil (evet, tevekkesiz!), sahneye girişleri 'Space Oddity' ile oluyor, çıkışları 'Rocket Man' ile. Gittikleri her yerde en az bir sold-out konser vermesi garanti olan bir grup için, hele 32 yıllık bir efsane için fazla hırslı bir proje bu. İki göreceli düşük prodüksiyonlu turneden sonra belli ki yeniden pahalı oyuncaklarla, rock show'u kavramının sınırlarını zorlamakla ilgileniyor U2. Garanti oynamaktansa farklı, uçuk ve saçma derecede yaratıcı fikirler üretiyor. Sırf bu yüzden dünyanın değil, galaksinin en büyük grubu nitelemesini hak ediyorlar. Boşuna değil Bono'nun "İsterseniz turne bitince Olimpiyatlarda kullanmanız için bunları size verebiliriz" demesi!

Akustik bir 'Stay (Faraway, So Close!)' performansı yazının başında bahsettiklerim yüzünden fena halde duygusal. Birazdan gelecek 'The Unforgettable Fire' sürprizi ise büyüleyici. Sayısız hite sahip bir grup oldukları için U2'dan tek setlist dileğim bizi şaşırtmalarıydı. The Edge'in dediği gibi "çalmaları gereken 10 tane şarkıları var" gerisinde istedikleri gibi uçabilirlerdi. Bir R.E.M. kadar olmasa da sürprizler güzel. 'Bad'i konser sonunda duymak gibi. Ya da "Achtung Baby"nin gölgede kalmış hazineleri 'Until The End Of The World' ile 'Ultraviolet (Light My Way)'! Rüya setlistimi yapsam içine mutlaka koyacağım iki şarkı! Ve Wembley'de ikisini de çalıyorlar!
Rüyayı güçlendiren anlar U2'nun rock'n'roll'a saygı duruşu yaptığı anlar: Bono'nun "London calling!" haykırışını mı istersiniz, "Get up stand up for your rights" göndermesini mi? "Stand By Me"yi tüm stadyuma söyletişi ve bir de benim gibi bir Liverpool taraftarı için en anlamlısı: Uzunca söylenen bir "You'll Never Walk Alone" nakaratı! Tabii arka arkaya gelen, her birinde "Yok yok, en sevdiğim U2 şarkısı bu, öteki değil" dediğim," 'One'lar, 'Where The Streets Have No Name'ler (Bono'nun ilk dörtlükte yanlışlıkla "I want to take shelter from the poison rain" demesi, sonra da "sorry" demesi vurucu), 'Beautiful Day'ler de U2'nun kendi rock klasikleri.

Ama sadece geriye bakmıyoruz bu konserde, "I'll Go Crazy If I Don't Go Crazy Tonight"ın remix'i tüm Wembley'yi koca bir gece kulübüne çeviriyor, tepedeki dev ekran aşağıya doğru uzatılıyor, adeta bir disko topu işlevi görüyor. Son iki turnedeki rock'n'roll sadeliğinden sonra bu turnenin "PopMart" günlerine daha yakın durduğunun simgesi, ama çok daha büyük ölçekte elbette.
U2'nun geleneksel konser kapanış şarkısı 'With Or Without You' çaldığında tarif etmesi zor bir acı hakim oluyor ruhuma. Gitmesinler istiyorum, küçükken sevdiğim teyzem gitmesin diye kapının önünde durduğum gibi, çıkış tüneline atlayayım da biraz daha kalsınlar istiyorum, hayatımın en kısa iki saati bitmek üzereyken. Herhalde alışkanlıktan "Bu son şarkımızdı" diyor Bono, sonra da 'Moment Of Surrender'ı anımsıyor, "Hayır bir tane daha var!" diyor. Sanki piyango benim için. Bir şarkı daha sahnede kalacaklar, hem de uzun bir şarkı bu!
Konser bitiyor, ne önümden Trabzonspor tişörtlü bir çocuk ve sevgilisinin geçmesi, ne 83,000 kişinin bir iki dakika içerisinde stadyumu boşaltması şaşırtabiliyor beni. Boş sahneye bakıyorum 'Rocket Man' çalarken. Bu pençenin içinde bir büyü yaratıldı o gece, ben bunun nasıl olabildiğine akıl erdirmeye çalışıyorum "Zooropa" kasetli çocuk, "Achtung Baby"ye aşık genç adam, "All That You Can't Leave Behind"ın tam tadına bir gece yarısı otobüs yolculuğunda varmış delikanlı, diğerleri ve ben, o pençenin içinde kalıyorlar. En az on yılımıza şeklini vermiş bir hayal, o stadyumda, o sahnenin üzerinde gerçekleşti. Bir daire tamamlandı. Bu yaşımda, hayatımda bir sıfır noktasına ulaşmanın hazzı, saflığı ve şaşkınlığı var sadece. 15 Ağustos 2009, hayatımın bir anlamda yeniden başladığı gün olacak.
Wembley Stadyumu'nun kırmızı koltuklarından kalkıp yürümeye başlıyoruz kız arkadaşımla. Konuşmuyoruz fazla, ikimizde de bir gülümseme var. Metroya binip durağımızda ineceğiz birazdan, ama sokak isimlerinin olmadığı o yeri görmüş olmanın mutluluğu bu...

No comments:

Post a Comment