Saturday, January 31, 2009

super bowl xliii

büyük bir amerikan futbolu hayranı değilim ama bu sezonu başından beri takip ettiğim için bu seneki super bowl'u izleme konusunda heyecanlıyım. halen istanbul'da super bowl izlenebilecek bir mekan araştırmam sürse de (irish pub'ları düşünüyorum) bir şekilde bütün geceyi kaplayacak bu hadise konusunda meraklıyım işin açığı.
...
sanırım ilgimi çeken, oyunun kendisi kadar tüm bir super bowl kültü. yani, amerikalıları bu kadar heyecanlandıran, onların yılın spor olayı saydıkları hadiseye vakıf olmak bir yerde. evet aynen "how i met your mother"ın ilgili bölümündeki gibi. (hatta oradaki gibi tavuk kanadı yemek gibi bir istek de yok değil!) ha, muhtemelen nasıl oluyorsa maçtan bile daha çok izledikleri "super bowl reklamları"nı izleyemeyeceğiz burada, ama olsun. devre arası da yeter. bu sene bruce springsteen var çünkü. 12 dakikalık performansında ne çalacağı belli değil ("insanlar isterler, dilek dilerler, yalvarırlar, ama kararı ben veririm," buyurmuş patron). "radio nowhere" ile yeni albümden bir şarkı kesin gibi. kalan bir ya da iki şarkı için "born in the usa"veya "born to run" yüksek ihtimal gibi, ama bir "thunder road" çalsa!
...
maçın favorisi pittsburgh steelers. arizona cardinals ise buraya kadar gelmesi büyük sürpriz olan, dolayısıyla benim gibi "underdog" sevenlerin gönlündeki takım. geçen yılın hikayesi gibi bir yerde, sezon boyunca tek maç bile kaybetmeyen new england patriots, super bowl'da playoff'lara son anda kalan new york giants'a yenilmişti. sanki iki yıl üst üste sürpriz beklemek zor olabilir gibi. ama belli de olmaz tabii.

Friday, January 30, 2009

314 dakika

5 saat, 14 dakika. nadal ile verdasco'nun yaptığı avustralya açık yarıfinalinin süresi. turnuva tarihinin en uzun maçı değil sadece, hayatımda gördüğüm en iyi tenis maçlarından birisi. ve muhtemelen tüm tenis tarihinin de. verdasco'ya en baştan beri inanmıştım ama keyif verici, hırslı, riskli oyununa karşın kırılan yumurta o oldu. hem de iki defa çift hata yaparak. olsun, tenis böyledir, unutulmaz maçların tek tarafını yazmaz tarih.
...
turnuvanın favorisi ise federer'di kanımca, bu maçtan sonra bir gün önce oynamanın ve işini üç sette bitirmenin avantajıyla daha da yükseldi şansı. benim için turnuvanın unutulmaz bir diğer anı da ondan gelmişti zaten. del potro ile oynadığı maçta arjantinlinin sahanın çok dışına uçarak güçlükle çevirdiği bir topu bomboş rakip korta kafasıyla bırakışı. evet, kafasıyla!
...
kadınlarda ise sharapova'nın olmadığı, ivanovic, jankovic, venus gibilerinin erkenden elendiği bir ortamda serena'nın yine finalde olması can sıkıcı. kortların zarafet abidesi dementieva ile hem hırslı oyunu, hem de güzel öyküsüyle (yıllar önce kişisel sebeplerle tenisi bıraktıktan sonra nefis bir dönüş yapan) dokic finalde olsun istiyordum, ikisinin yenildiği isimler olan serena ve safina oynayacak finali...

Thursday, January 29, 2009

kanıt mı?

kylie'nin "agent provocateur" reklamının linkinin youtube öncesi dönemde bile nasıl elden ele dolaştığını hatırlıyorum 2000 başlarında. şimdi digital cinema media'nın yaptığı bir ankette "en iyi sinema reklamı" çekilmiş. muhtemelen kadınların birçoğunun burun kıvıracağı bir sonuç ama bahsettiğim kült mertebeyi düşününce hak vermeden edemiyorum. hem hatunlar üzülmesin, diet coke reklamı da onlar için (sahi, coca cola light öncesinde diet kola diye bir şey vardı, 90'ların başında ve sonlarında çocuk olanlar arasında önemli bir farktır bu, hala diet kola deriz).
...
belirlenen on aday arasında oylama yapılmış. dunlop'ın "heroin"li reklamı gerçekten ürpertici, maxell reklamında peter murphy'yi görmek inanılmaz, birkaçı ise "ee?" dedirtti. ama benim favorim ise ne yazık ki on numarada. sony bravia'nın reklamı jose gonzalez'in müziği eşliğinde tek kelimeyle büyüleyici bir hal alıyor. merak eden için youtube'da yapım süreci de anlatılmış.
...

Tuesday, January 27, 2009

tek

tek olmak tuhaf bir his. yalnız olmak, kimsesiz, tek başına olmaktan bahsetmiyorum. kalabalık bir ortamda, insan sayısı ikiye bölünebilir konumdayken artan kişi olmaktan, sayıyı teke çıkartan kişi olmaktan. hadi çift olan arkadaşlar biraz anlayışlı olsun, siz varken çok öpüşüp koklaşmasın, yine de ortak anlatılan anılar, birlikte yapılmış planların anlatılması bile dank ettiriyor insana tekliği. dahası, yemek yemeye gidiliyor, herkes karşılıklı iken siz masanın başına geçen oluyorsunuz. sinemaya gidiliyor, iki çiftin en ortasına geçiyorsunuz. sanırım son nokta da eve dönüşte oluyor. taksiler her durduğu yerde ikişer ikişer yolcu bırakırken tek inen siz oluyorsunuz.

Monday, January 26, 2009

u2 ufukta göründü

tam bir hafta önce yepyeni u2 single'ı "get on your boots" radyolara düştü. yani u2'nun amerikan bayrağı önünde obama'nın amerikan başkanlığını kutlayışından bir gün sonra. tesadüf olmadığı o kadar belli ki! u2 kocaman bir şirket, onu da yönetirken yapılan pr çalışmaları rastgele olan şeyler değil tabii ki. belki yeni albüm "no line on the horizon"ın ekim ayındaki çıkışının mart'a ertelenmesinde bile bunun etkisi olabilir. şaşılacak şey değil, u2 politik yanı o kadar belirgin bir grup ki, diğer grupların düşünemeyeceği parametrelerle hareket ediyor olması doğal.
...
bir haftadır alışmak, daha doğrusu daha fazla sevmek için dinliyorum "get on your boots"u, ama sanırım en fazla bu kadar sevebildim. bir u2 fanıyım ama "eski işlerini aşamıyorlar artık"çı değilim, zira "all that you can't leave behind"ı da, "how to dismantle an atomic bomb"u da severim. ama "get on your boots"un başlangıç riff'leriyle birlikte "ben eski the edge riff'lerini özledim," dedim, o delay'li, boşlukta tınlayan riff'leri.
...
"get on your boots" ise "discotheque" riff'lerinin "vertigo" temposuyla ele alınmış bir hali gibi. çok gaz, ama vokal melodisi asla "vertigo" yakalayıcılığında değil. "pop" altyapılarına dönüş de hissediliyor. ama u2'nun neden elektronikaya dönmüş olabileceğini tam anlamadım. olumlu ya da olumsuz değil, sadece 90'ları bu sound'da kimisi efsane, kimisi nefis, kimisi sadece iyi işlerle geçirdikten sonra biraz da hayran baskısıyla rock'n'roll'a dönen grup buydu neticede. şimdi gitarlarıyla bu tarzda devam eden, ama altyapıda 97 ruhuna yaslanan bir albümle dönmek risk midir bilemedim.
...
ha, söz konusu u2 ise, yaygın inanışın aksine risk faktörü her zaman beklenebilir. bir iki defa kariyerleini baş aşağı çevirdiler neticede. ama benim hala anlamadığım, neden rick rubin'le yapılan çalışmaların rafa kaldırıldığı. dünyanın en büyük grubunun dünyanın en büyük prodüktörüyle yaptığı kayıtları duyma fikri çok heyecan vericiydi çünkü.
...
ya bi de "risk budur" geyiği vardı. o çocuk şimdi arçelik'e genel müdür olmuş hem.. valla, bi arkadaşım duymuş...

Sunday, January 25, 2009

bu dünya yetmezmiş gibi: astronot

ayça şen'in albümü "astronot"ta en çok dikkati çeken şey ciddiyet. ha, asık suratlı bir albüm değil bu, ama ayça şen'in bildik personasına göre oldukça derin konulara giriyor hatun: aşktan hayattan, bürolarındaki insanlardan, yaşlanmaktan, romantik şarkı dinleyince akla gelen kalpsiz adamdan, başkasına kaçmasın diye kocasının arkasından yürüyen oryantal kadından, yeni insanlarla tanışmamaktan bahsediyor. ama özellikle yapmak istediği şey, işin içinde hep bir ironi olması. kendisinin deyimiyle "içinde bir ibnelik olan şeyleri" seviyor kadın zaten. bu yüzden "erkek sindrella" da "artık evlensem mieaa" diyor, tam ayça şen'ce bir tavırla. sanki binlerce saatlik radyo programı, onlarca gazete yazısına rağmen 45 dakikada kendisine dair çok daha fazla şey anlatıyor. ama ayça şen tam olarak aynı fikirde değildi, "aslında ben hep kendimi anlatıyordum yazılarımda da. bizim kuşağın da genelde yaptığı bir şey bu, kendimizden bahsetmek, herhalde pek yetenekli olmadığımız için," demişti. yaptığı hiçbir şeyi, özellikle de kendisini gereğinden fazla ciddiye almayışı hayranlık uyandırıcı. ama ne yapsa da güzel yapıyor kadın.
...
"astronot" çok samimi bir albüm. besteler hayranlık uyandıracak incelikte değiller belki ama hepsinin yakalayıcılığı var. sözler zekice. burak güven'in düzenlemeleri ise çok çok iyi. albümde disco da var, rock da, folk da, funk da, hatta "son zamanlarda"nın sonundaki geçişi düşünürsek metal bile. ilk dinleyişten sonra booth & the bad angel'ın "i believe"ini anımsatan "kalpsizsin"i çok sevmiştim, o ve "dönme dolap"taki 90'lar brit-pop havaları bence harika. ayça şen de "kaan sezyum da onu çok seviyor, herhalde ruhu genç olanlar seviyor o şarkıyı," cevabını vermişti. ben öyle miyim bilmiyorum ama güzeldi onu duymak. 9 ocak'ta the hall'daki albüm tanıtım partisinde de burak'ın yanına gidip albüm için tebrik ettiğimde "kalpsizsin"i çok sevdiğimi söyledim yine. o sırada yanılmıyorsam albümün daha trippy şarkılarından "budur" çalıyordu, "hadi ya, ben sen bunu seversin diye tahmin etmiştim" dedi, şaşırdım, sevindim.

"astronot" varlığı yokluğundan kesinlikle daha iyi olan bir albüm, ileride daha da iyi olabilecek bir şarkıyazarının işareti gibi. üstelik bu albüm bütün endüstri krizine rağmen tutabilir de. ilk klibi "son zamanlarda"ya çekmeyi planlıyorlardı, the hall'daki geceden sonra ise çevremdeki herkes "acaba 'oryantal'le mi çıksaydı?" diyordu. aynı şeyleri rakun'dakiler de düşünmüş ki, plan değişti. ilk klip, alaturka ritmli, dile dolanan, bir de dejenere alaturka kültüre sağlam osmanlı tokatları indiren "oryantal" oldu. bu şarkı hit olabilir. biz de "sen memelerimizi çaldın" sözleriyle başlayan bir hit duymuş olmanın hazzını tadabiliriz!

Friday, January 23, 2009

yıldız çarpması: avustralya ve barselona

artık çok baymış olan bir geyik var spor yazarları arasında: "iyi futbol, iyi futbolcularla oynanır." normalde yıldız futbolcu düşkünü adamların bir yumurtlamasıdır, ama son zamanlarda izlediğim iki film, bunun sinemaya uyarlandığında işe yarayabileceğini gösterdi bana.
...
baz luhrmann'ın "avustralya"sı ve woody allen'ın "vicky cristina barcelona"sı, bambaşka ekollerden gelmelerine, bambaşka amaçlarla hareket etmelerine rağmen (adlarını aldıkları mekanlara adanmış olmalarını bir kenara bırakırsak) en çok yıldız oyuncularının öykülere hayat verişleri noktasında birleşiyor.

konuyu, yönetmenlerini falan bir kenara bırakın önce, sadece afişlerine baktığınızda bile "avustralya" ya da "barselona barselona"yı izlemek istemiyor mu insan? evet, luhrmann da, allen da biraz belaltına vuruyorlar aslında, insanı "yıldız çarpmışa" çeviriyorlar filmleriyle.
...
luhrmann'ın filmi bir melodram. bir epik. biraz da macera ve hatta başlarda da komedi. ama eleştirildiği kadarıyla çorba değil. luhrmann'ı bilen bilir, adam sinema konusunda elini korkak alıştırmaz, extravaganza'nın peşindedir. perdeyi göz alıcı renklerle doldurur, temposu yüksektir, kamerası pek durmaz, filmlerinde izleyiciye aşkı, ölümü, acıyı, zevki yaşatmak ister. fon, konu, dönem ve biraz da temalar değişse de "avustralya" da farklı değil stil anlamında. yine kendisini hiç tutmamış, büyük bir filmin derdine düşmüş. epik aşk filmlerinin olmazsa olmazı savaşı da yedirmiş filme, ölümü de. üstelik işin içine ırk ve sınıf ayrımı konularını da katmış ki, ilerici bir boyut görmek her zaman bir film için artı puandır.

...
gördüğüm kadarıyla "avustralya" epeyi kötü eleştiriler aldı. türler arası geçişlerden yakınanlar, filmi aşırı melodramatik bulanlar oldu. ama bu sanki yükseklik korkusu olup da uçak yolculuğunda pilota kızmak gibi bir şey. "moulin rouge!"da da, "romeo+juliet"te de durum böyleydi. entelektüel boyutun, felsefi altmetnin peşinde değildir ki bu adam, ya da derinlikli bir senaryonun. onun peşinde olduğu şey izleyicinin yaşayacağı sinema deneyimidir, duygulardan duygulara koşmasıdır. eğer aradığınız son cümledekiler değil de, bir öncekilerse, yanlış filmdesiniz zaten.
nicole kidman ve hugh jackman arasındaki kimya yeterince parlak olmasa da bu gezegene düşmüş en etkileyici insanlardan ikisini birlikte izlemek bile inanılmaz. jackman'ın sert erkek tavırları zaten müthiş ama, kendisi "the fountain"dan da bildiğimiz üzere, sinemanın en iyi ağlayan erkeklerinden birisi de aynı zamanda. kidman da, sinemanın zirvesine çıktığı 2001-2003 periyodundan sonra en iyi performansında. hele nullah'ya "somewhere on the rainbow"u söylemeye çalıştığı (ve beceremediği) bir sahne var ki, inanılmaz.
"vicky cristina barcelona"ya gelince, bambaşka bir tecrübe o. afişte yazdığı gibi "alışılmadık bir aşk dörtgeni," hatta beşgeni... ama önde, javier bardem'in tarif edilemez (gözler desen bayık, burun desen kırık, ama bir şekilde adam inanılmaz çekici kardeşim!) karizması, scarlett'in sütlü, penelope'nin biberli güzelliklerinin de önünde barcelona var. bir turistik gezi için gidip üç dört gün kalsanız görebileceğiniz mekanlar filmde harika resmedilmiş. ve o kentin gerginlikten, dakiklikten, telaştan eser olmayan havası filme yansımış. hatta, belki başka bir şehirde iğreti durabilecek aşk oyunları, gelgitler burada doğal durmuş. çok konuşan, çok yaşayan insanların şehrinde aşka ayıracak epeyi vakit var çünkü...

woody allen'ın çok büyük bir hayranı olarak manhattan'daki nevrotik karakterleri özlesem de kariyerinin bu döneminde avrupa'ya açılıp içindeki shakespeare'yen dramayı yeniden keşfetmesini, yine çok karakterleri bir blender'a sokup onların o etkileşimde nasıl davrandıklarını izlemek inanılmaz keyifli. ve 73 yaşında bile bu kadar yeniliğe açık, gençliğe düşkün ve taze fikirlere sıcak olduğunu görmek inanılmaz. izlememiş olanlara spoiler yapmak istemem ama o "taze fikirler"in aşkla ilgili ahlaki ve kişisel yargıların bir kısmını kurcalamak olduğunu görmek de enteresan.
...
yine her filminde olduğu gibi karakterlerine gereğinden fazla yakınlaşmıyor woody, onları mutlu etmek için mantıkdışı bir çaba sarf etmiyor. onları yargılamak veya olumlamak derdinde de değil. sadece "bu aşktır/hayattır," diyor. "bazı insanlar da bununla böyle başa çıkarlar."
...
australia: 7/10
vicky cristina barcelona: 8.5/10

Sunday, January 18, 2009

evet yeni hayır oldu

dün, 17 ocak, hem jim carrey'nin, hem de zooey deschanel'ın doğumgünüymüş. "yes man"in de bundan bir gün önce gösterime girdiğini düşünürsek güzel bir tesadüfler zinciri.
...
"yes man"in ilk birkaç dakikası insanı biraz ürkütüyor. jim carrey'yi epeydir bir komedide izlememiş olduğumdan olsa gerek "ya acaba bu formül eskidi mi, benim jim carrey sevdam 90'larda mı kaldı?" soruları geliyor akla. ama film çok çabuk toparlıyor. hiç büyük söz söyleme derdine girmeden, kendini ciddiye almadan keyifle izletiyor film. hani "groundhog day" gibi, "bruce almighty" gibi, amerikan sinemasının pek sevdiği tek sorudan yola çıkmış senaryolu filmler arasında güzel bir yerde duruyor. ve gayet düzgün bir senaryo işçiliğiyle "aynı durumda ben ne yapardım?" sorusunu sorması kaçınılmaz olan izleyicinin merakını doyuruyor.
...
"yes man"in güzel yanlarından birisi ise birkaç konuda çok da büyük olmasa da güzel laflar söylemesi. hayır, "evet deyin, hayatı yakalayın" gibi ucuz kendini geliştirme felsefesi yapmıyor film, ki bu harika bir şey. ama terence stamp'in oynadığı "guru" karakteri üzerinden çakma yeni çağ bilgelerine güzel bir taş atıyor, üzerine paranoyak amerikan hükümetine de güzel geçiriyor. tabii ki mesaj vermekten özenle kaçınsa da evetçilerin kullandığı "yes is the new no" sloganı enteresan. hakikaten muhtemelen son 15-20 yılda "hayır demeyi öğrenin" temalı onlarca yazı okuduk, gerçekten de hayır demenin cidden bir mesele olduğunu da biliyoruz. ama artık zor olan evet demek mi, onu da düşünmek lazım.
...
"jim carrey mizahı eskidi mi?" sorusuna gelince, iyi mizah ve iyi oyunculuk eskimezmiş, onu görüyor insan. amerikan sineması ta capralardan beri "kendini iyi hisset" filmlerinde güzel işler çıkartıyor, arada bazı saçmalamalara imza atsa da. "yes man" lanse edildiği gibi bir liar, liar" kopyası değil. kendi başınaayakta duran, eğlendirici, 90 dakikanın herhangi bir noktasında baymayan, güzel bir patlamış mısır filmi. zaten zooey ile jim bir aradayken sonucun kötü olması en çok onlara büyük haksızlık olurdu.

Friday, January 16, 2009

Best of 2008 - Tracks

31 Aralıkta en iyi albümler listemi yayınlamıştım, şimdi ise biraz gecikmeli de olsa 2008'in bana göre en iyi şarkılarını listeledim.. öyle..


1. Heart of chambers
Beach House
2. Language city
Wolf Parade
3. No need to cry
British Sea Power
4. He doesn’t know why
Fleet Foxes
5. Call it a ritual
Wolf Parade
6. Gila
Beach House
7. Ashley
Dodos
8. Iodine
Sons & Daughters
9. Edepsiz komedya
Sakin
10. Calm like you
The Last Shadow Puppets
11. Hostage of love
Razorlight
12. Lie down here and be my girl
Nick Cave & The Bad Seeds
13. I’ll dream alone
The Magnetic Fields
14. Standing next to me
The Last Shadow Puppets
15. On the water
The Walkmen
16. M79
Vampire Weekend
17. Dinosaurs
The Stills
18. Accelerate
REM
19. Rooibos/Palm Wine Drinkard
The Stills
20. Remnants
My Morning Jacket
21. Angels
Black Mountain
22. Stinger
Razorlight
23. Midnight Vignette
Evangelicals
24. Up!
M83
25. Enjoy the ride
Morcheeba
26. Sitting on fire
Spiritualized
27. Lights out for darker skies
British Sea Power
28. Kissing the beehive
Wolf Parade
29. Old fools
The Magnetic Fields
30. Kor bir ay
Sakin
31. Semaphore
James
32. Friend of ours
Elbow
33. Violet Hill
Coldplay
34. Grounds for divorce
Elbow
35. This gift
Sons & Daughters
36. Oh my heart
James
37. Not over you
Jason Collett
38. Walcott
Vampire Weekend
39. We swim
Islands
40. I gotta fire
Spiritualized
41. GFC
Albert Hammond Jr.
42. Rooks
Shearwater
43. An animal in your care
Wolf Parade
44. Columbo
The Verve
45. Ola Rinka
The Ruby Suns
46. Home Life
Shearwater
47. You lie you cheat
Spiritualized
48. Kırmızı oda
Sakin
49. Fine young cannibals
Wolf Parade
50. Mr. Maker
Kooks

million reasons

Jan: What is your dream?
Pam: I love to draw. And I, I did a little in college. And I'd still love to do something where I could work with art or graphic design in some way.
Phyllis: She's real good.
Jan: You know, the company is offering a design training program in New York.
Pam: Well, I have a job right now. So I can't really take time off.
Jan: Well, it's, it's only on weekends. And then a few weeks in New York. But I'm sure that I could ask corporate to help you out.
Pam: Well, it's just that the weekends aren't good because, um-
Jan: There's always a million reasons not to do something.

("The Office" (US), 2. sezonu "Boys and Girls" bölümü)

nuri bilge ceylan'ın babası

önceki gece cnbc-e'de "mayıs sıkıntısı"na denk geldim. hem filmi ilk (ve tek) izleyişimin içinden yıllar geçmiş olması, hem de bu yıllar içinde filmin içimde hep büyümesi ve acaba kendi kendime mi gaza geldiğim sorusuyla birlikte bir kez daha izlemeye başladım. ve elbette hepsinden önemlisi, "mayıs sıkıntısı"nın anlatması zor bir şekilde, çok saf, çok naif bir dünyası oluşuydu. ve o inanılmaz görüntüler sayesinde izleyiciyi birkaç saniye içinde kendi içine buyur edişi.
...
eğer nuri bilge ceylan sineması'nda belirli dönemler varsa, ilk dönemini en kusursuz yansıtan film olmalı "mayıs sıkıntısı." ilk zamanlarında minimalist sinema sularında kulaç atan, bresson benzeri bir kırsal mistisizme yakın duran filmler yapmaktaydı ceylan. her filmiyle adım adım değişti, hiçbir filmi bir öncekinden çok da farklı durmadı. ama artık son geldiği nokta ile ilki arasındaki farkı görünce insan daha net anlaşılıyordu bu gelişimi.
...
"uzak"la birlikte gerçekçilik daha fazla yer tutar oluyor ceylan'ın filmlerinde, ve belki japon sinemasındaki aşırı estetize edişin bir benzeri. artık filmlerinin ses ve görüntü tasarımlarına kubrick-vari bir mükemmeliyetçilikle eğiliyor ceylan, ama bunun izleri damla damla "mayıs sıkıntısı"nda da var. gerçekçilik de öyle. ve bence soğuk görüntüsünün ardında insanların onun filmlerinden etkilenmesinde tam da bu var. gerçek insanlar. kimi zaman acıklı, kimi zaman da komik durumlara düşen insanlar.

...
işte bence burada ceylan'ın sinemasında hep atlanan bir noktaya denk geliyoruz: mizaha. "uzak"ta da, "iklimler"de de kahkahalarla güldüğüm sahneler vardı. ciddi gözlem gerektiren, zekice komiklikler vardı o filmlerde. "mayıs sıkıntısı"nın da hayal kırıklıkları (ali'nin yumurtası, babanın ağaçları, saffet'in küçük kent sıkıntısı) yanında küçük küçük anlar var gülümseten. nuri bilge ceylan, babasının mırıldanış halindeki komik cümlelerini filme tesadüfen koymuş olamaz. adamın varlığı filme bir komiklik katıyor, bir gerçeklik ve tabii ki naiflik.
...
"mayıs sıkıntısı"nı izlerken hissettirmeden değişen bir sinemanın ilk adımlarından birisini zamanında görmüş olmanın mutluluğunu yaşadım. üzerinden yıllar geçince artık bazı hayranlarının eski filmlerinin tadına özlem duymuş olabileceğini hissettim. bugünden bakınca, şu anki haline de ayrı bir hayranlık da duysam, nuri bilge ceylan'ın babasının ön planda olduğu filmlerin bambaşka, taptaze bir havasının olduğunu görmemek mümkün değil. zira son filmlerindeki karakterler ne kadar gerçeklerse de, onlara sempati duymamızı pek de istemiyor nuri bilge ceylan. ama işte özellikle babasının sağladığı sıcaklık sayesinde bambaşka bir ferahlık veriyor "mayıs sıkıntısı." bunu "üç maymun"un oscar'ın kuyruğuna kadar geldiği bu günlerde hatırlamak, ve filmin yıllar içinde içimde büyüyüşünün boşuna olmadığını görmek ayrıca keyifliydi.

Thursday, January 8, 2009

müzik medyasında son durum

malum şartlardan dolayı bütün sektörler fena durumda ama ekonomik şartların değişimi en bariz şekilde medyada gözlemlenebiliyor galiba. özellikle müzik dergiciliği için gerçekten fena günler bunlar. önce dream kapandı. sonra rolling stone'un iki aylık çıkacağı söylendi, bir iki aylık durum değerlendirmesinden sonra mart'ta görüşecektik hesapta. o da olmadı ve rolling stone türkiye tarihe karıştı. şu anda roll ve bant gibi iki bağımsız yayını bir kenarda tutarsak sadece billboard ve gelecek ay 22. yılını kutlayacak olan blue jean kaldı geriye.
...
blue jean de krizden etkilendi elbette. dergi kapanmadı ama ayakta kalmanın bedeli en üst düzeyden yöneticilerle yolları ayırmaktı ve bu da kutlu özmakinacı'nın dergideki sekiz yıllık genel yayın yönetmenliğinin ve (yanılmıyorsam) toplamda 13 yıllık blue jean kariyerinin sonu oldu. aynı gün içinde yılların tempo'sunun haftalıktan aylığa çevrildiği, hafta sonu'nda üç kişi dışında tüm kadronun komple kovulduğunu da düşünürsek epeyi bir kelle alındı ve blue jean'in ayakta kalması bile başarı olarak görünmekte.
...
şüphesiz insanlar kriz zamanlarında panik önlemi olarak ilk başta hobilerinden, "lükslerinden" keserler. müzik dergilerinin okuyucu profilinin ağırlıklı olarak ortaokul-lise çağındakiler olduğunu düşünürsek bunu kesilen harçlıklar olarak görmek mümkün. ama elbette internetin insanların okumaya yönelik algılarını, medyadan beklentilerini kökünden değiştirdiği, hakim kuşağın bir ürünü elinde tutmaya asla öncekiler kadar değer vermediği bir dönemde dergiler, hele müzik dergileri, hele hele türkiye gibi müzik ve eleştiri kültürü ile okuma alışkanlıklarının yerlerde süründüğü bir ülkede elbette zorlanacaktı.
...
olan ise iki dergiye, orada çalışanlara oldu. dream, içindeki özlem gürel katkısıyla sempati duyduğum ve blue jean çizgisinden daha da gençlik dergisi formatında, daha hafif bir dergiydi. rolling stone ise bence bu kadar uzun ömürlü çıkmış en iyi mainstream rock dergisiydi. eksikleri gedikleri daima oldu (ayhan abayhan kızabilir ama ocak'taki vampire weekend faciası misal) ama rock'n'roll ve diğerleri dengesini hep çok iyi kurdular, iyi eleştiriler yazdılar, iyi röportajlar, kaliteli resimler, kaliteli sayfalar çıkarttılar.
...
ne diyelim, bu ülkede müzik yazarak kirasını ödemeye çalışan herkese bol şans. kurt cobain'in olsun son söz.

best records of 2008

fırat'ın yılın albümleri listesinden sonra (birkaç ufak tefek derlemenin de ardından) ben de 2008'deki favori albümlerimi de yazayım da kapatalım bu yılı, yenisine geçelim. 2009'un bir haftası bitti bile neticede!
1- Vampire Weekend – Vampire Weekend
2008 bu çocukların yılıydı. Bir yıl öncesinden (tıpkı üç yıl önce Arctic Monkeys'in Britanya'da yaptığı gibi) belliydi gelişleri. Bu kadar tantananın üzerine gümleme olasılıkları da vardı ama bu kadar iyi bir albümle bu mümkün değildi.
Kişisel olarak indie rock’ta sevdiğim her şey vardı “Vampire Weekend”de. Rahat, kasvetsiz bir müzik, kısacık şarkılar, akıp gidiveren, yormayan bir albüm. Dinlendiği anda güneşi açtıran melodiler, kusursuzlukla vakit kaybedilmemiş, samimiyetiyle, hatalarıyla, gevşeklikleriyle bırakılmış bir müzisyenlik performansı. Boynunda çiçek kolyeleriyle söyler gibi gelen bir vokalist, kimi zaman punk deliliğinde, kimi zaman da Afrika keyfinde gitarlar. Galiba bu albümü her seferinde dönüp dönüp dinlemem de ondandı 2008 boyunca. Hem bütünlüklü bir albüm, hem de şarkılar tek tek iş görüyor. “Vampire Weekend”in içindeki 11 şarkının 9’u bu yıl duyduğum en güzel şarkılar mesela.
Rock’a bir egzotizm katabildi bu çocuklar, sadece iş veya renk olsun diye değil, kendiliğinden, doğallıkla. Mezarında rahat uyuyabilirsin Strummer, bu çocuklar seni doğru anlamışlar.
...
2- R.E.M. – Accelerate
En iyi R.E.M. albümü olmadığı kesin, ama son 12 yıldaki en parlak işleri olduğu kesin. 80’ler sonundan beri en adrenalin yüklü albümleri olduğu da. R.E.M. bir grup olmaktan yeniden keyif almaya başladı 2008’de, Buck’ın riff’leri yine alev aldı, Mills’in vokalleri yine bağırmaya başladı, Stipe ise her zamanki kadar can alıcıydı.
...
3- Coldplay – Viva La Vida Or Death And All His Friends
Bu yılın en iyi shoegazing şarkısı hangisi? “Chinese Sleep Chant.” Peki en iyi stadium şarkısı? “Death And All His Friends.” En vurucu single’ı? “Viva La Vida.” Uzatmak yersiz, bu albüm bir şarkıyazarlığı ve Eno’nun yadsınamaz katkısıyla bir kabuk değiştirme gösterisi.
...
4- Kings Of Leon – Only By The Night
Bir yıl once benzer bir liste yaptığımda “Because Of The Times” bir numaradaydı ve kendilerini bu kadar geliştirdikten sonra bu kalibrede bir albüm daha çıkarabileceklerine ihtimal vermiyordum. Sadece bir yıl içerisinde “Only By The Night”ın gelmesi ise inanılmaz. Caleb’ın vokalleri sadece Eddie Vedder referanslarıyla açıklanamayacak kadar derin, Jared’ın vurguları ise son yıllarda duyduğum en etkileyici basçı performansına işaret ediyor, ama Kings Of Leon tek tek elemanlarıyla açıklanacak bir grup değil. Bu dört herif çaldıklarında tek bir vücut oluyorlar.
...
5- sakin – Hayat
Memlekette var olduklarına sevineceğimiz türden adamlar bunlar. “Hayat” özellikle kaydıyla kusursuz bir albüm değil, ama dibine kadar samimi, ve gerçek anlamda bir grup ruhuna sahip bir albüm. “Kor Bir Ay”dan “Sentetik Sezar”a kadar vasat tek bir şarkı bile yok.
6- Beck – Modern Guilt
7- The Last Shadow Puppets – The Age Of The Understatement
8- Fleet Foxes – Fleet Foxes
9- TV On The Radio – Dear Science,
10- Glasvegas – Glasvegas
11- The Gaslight Anthem – The ‘59 Sound
12- The Walkmen – You & Me
13- Metallica – Death Magnetic
14- James – Hey Ma
15- Crystal Castles – Crystal Castles
16- No Age – Nouns
17- The Helio Sequence – Keep Your Eyes Ahead
18- MGMT – Oracular Spectacular
19- Beach House – Devotion
20- M83 – Saturdays = Youth
21- Elbow – The Seldom Seen Kid
22- Deerhunter – Microcastle 23- Girl Talk – Feed The Animals
24- Sigur Rós - Með suð í eyrum við spilum endalaust
25- Conor Oberst – Conor Oberst
26- She & Him – Volume One
27- Portishead – Third
28- Keane – Perfect Symmetry 29- The Courteeners – St. Jude
30- Santogold – Santogold
31- Paul Weller – 22 Dreams
32- Wolf Parade – At Mount Zoomer
33- Frightened Rabbit – The Midnight Organ Fight
34- The Week That Was – The Week That Was 35- Fucked Up – Chemistry Of Common Life
36- Friendly Fires – Friendly Fires
37- Department Of Eagles – In Ear Park
38- Bon Iver – For Emma, Forever Ago
39- Scarlett Johansson – Anywhere I Lay My Head
40- Nick Cave & The Bad Seeds – Dig, Lazarus, Dig!!! 41- Drive-By Truckers – Brighter Than Creation’s Dark
42- Shearwater – Rook
43- The Dodos – Visiter
44- Gnarls Barkley – The Odd Couple
45- Peter Broderick – Home
46- Laura Marling – Alas, I Cannot Swim
47- Ida Maria – Fortress Round My Heart
48- Hercules and Love Affair - Hercules and Love Affair
49- Peter Bjorn & John – Seaside Rock
50- Marnie Stern - This Is It and I Am It and You Are It and So Is That and He Is It and She Is It and It Is It and That Is That

Wednesday, January 7, 2009

2008'in kahramanları

10- Nuri Bilge Ceylan
"Yol" dışında Cannes'da kaydadeğer hiçbir başarısı olmamış bir ülkeye beş yılda iki ödül getiren dev bir adam Ceylan. "Üç Maymun" kimilerine göre en iyi filmiydi, kimilerine göre ise bir hayalkırıklığı, ama aldığı ödül, hele hele yılın en zarif cümleleri arasına girecek olan "yalnız ve güzel ülkem" konuşması 2008'in unutulmazlarındandı.


.
9- Yasemin Mori
"Krizi fırsata çevirmek" diye bir şey varsa, tek tük albüm çıkan, yayınlananların da üç-beş sattığı bir ortamda Yasemin Mori'nin yaptığı çıkış tam da buna denk geliyordu. Deli dolu müziğine güvenen insanlar sayesinde Mori "Hayvanlar"ı dinleyicisiyle paylaştı. 2008'de içinde müzik olan bir muhabbetin onsuz kapandığı görülmedi.




8- Seth RogenSon iki yıl içinde onsuz bir komedi filmi çekildiğini görmüş olma ihtimaliniz çok düşük. "Knocked Up"tan "Superbad"e, kıvırcık saçlı kalın sesli bu şişman çocuğu o kadar seviyor ki Amerika, filmlerde Catherine Banks veya Catherine Heigl'la birlikte olması kimseyi şaşırtmıyor. Ne Jim Carrey'nin fiziksel patlamaları var onda, ne de Peter Sellers benzeri bir oyunculuk gücü. Ama sıradan adam hali ayırıyor Seth'i kalabalıktan.



7- Usain Bolt
2008, sıradışı sporcuların yılıydı. Bolt Pekin'de bir hafta içinde üç sprint rekoruna birden imza atarken Phelps 8 altın madalya ile tarihe geçiyordu. Nadal tenis tarihinin en nefes kesen maçında Federer'i geçerken Cristiano Ronaldo bir sezon içinde 42 gol atarak gözleri yuvalarından fırlatıyordu. Bolt sempatik imajı ve en çok da 100 metrenin son anlarında şov uğruna yavaşlamak gibi bir rock'n'roll gösterisi yüzünden meslektaşlarının adına da alıyor bu ödülü.

6- Fatih Terim
Tuhaf kadro seçimleri, daha ne kadar şişebileceğini merak ettiğiniz bir ego, sürekli medyayla çatışma... Euro 2008, Terim için bir facia olacak gibiydi. Fakat o bu sinir harbini kazanan taraf oldu. Birer birer kayıplar veren çocukları her seferinde son dakikalarda gelerek kusursuz bir karakter sergilerken kenarda Fatih Terim'in katkısını teslim etmemek mümkün değildi. Deli-Dahi çizgisinde gezinmekten zevk alışı, kenardaki tiyatrolarıyla tüm Avrupa'nın dikkatini çekişiyle Terim gerçek bir fenomendi. Sevseniz de, sevmeseniz de...

5- Issız Adam
Yılın son aylarına öyle bir bomba düşürdü ki Çağan Irmak, böylesini kendisi bile beklemiyor olmalıydı. Tekinsiz Alper ile komşu kızı Ada'nın aşkı kiminin boğazında düğüm oldu kaldı, kimisine derhal eski sevgilisini arattı, kimisinden ise nefret buldu. Şu bir gerçekti ki, kayıtsız kalmak imkansızdı bu filme. Alper de, birçok kişinin bir şekilde özdeşleştiği, birçok kişinin de gerçek hayatındaki karşılıklara cuk oturduğu, filmden sonra kimbilir kaç msn iletisinde ve facebook'ta gönderme yapılan Issız Adam olarak Türk sinemasının kült karakterlerinden birisi oluverdi.

4- Fırat
Uğur Gürsoy'un koca kafalı, saf ve kaybetmeye mahkum karakterleriyle özdeşleşildiğinde bu pek itiraf edilmez, kimse o adamların yerinde olmayı kimse istemez çünkü. Fakat Fırat'ta durum farklı, herkes onun gibi çocuğu olsun istiyor! Onu hiç anlamayan gıcık annesi ve oyunlarına almayan mahallenin çocukları arasında hep keyfini koruyan, hep güldüren ama "Anneeee!" diye ağlayışında da burkan bir karakter Fırat. Umut Sarıkaya'nın çemçük ağızlı karakterlerinin önünde Türkiye'de 2008'in kült karakteri.
...
3- Heath Ledger
Sonu yüzü kadar güzel, bahtı yeteneği kadar parlak olmadı. Varlığıyla ferahlık veriyordu, ölümü ise 2008'in en tatsız hadiselerindendi. En acısı ise, bundan çok daha fazlasını yapabilecek olduğunu bilmekti. Muhtemelen bundan bir buçuk ay sonra bir gece milyonlarca insanın gözlerini bir kez daha nemlendirecek şatafatlı bir ödül töreninde adı okunduğunda.

2- Barack ObamaAmerika Birleşik Devletleri'nin ilk siyah başkanı. Üçüncü dünyanın da kucakladığı bir başkan olarak yılın en önemli adamlarındandı. Ancak çökmüş küresel ekonomiden Ortadoğu'daki savaşa kadar öyle berbat bir ülke (ve dünya) devraldı ki, enkazın altından çıkması kolay olmayacak.




1- JokerDaha Heath Ledger'ın role geçtiğinin açıklandığı an belli olmuştu bir efsanenin yolda olduğu. Christopher Nolan'ın filmini gerçekten unutulmaz yapan ise kötü bir "tesadüf" oldu. Olağanüstü "The Dark Knight"ı bir klasik yapan performans, artık hayatta olmayan Heath Ledger'dan gelmişti. Yılın en iyi filminde yılın en iyi oyunculuğundan daha başka bir şey, yaşayan, gerçek, ama asla karşılaşmak istemeyeceğiniz kadar da psikopat bir şey. Hem komik derecede korkutucu, hem korkutacak kadar deli, hem de delice komik. Filmden çıkan kaç insan "Why so serious?" cümleleriyle yaşadı kimbilir günler boyunca, kaç kişi gözlerini kapadığında titreyerek gülen, diliyle dudağını yalayan Joker'i gördü? Herkesin kaçmak istediği değil, aslında herkesin bulmak istediği kötülüktü Joker. Ve tüm zarafeti, haşmeti, zekası, sinsiliği ve mizahıyla en güzel, en gerçekdışı, en canlı kanlı kötüsü oluverdi yılın. Eğer sinema tarihinin değilse.

Tuesday, January 6, 2009

türk rock'ında 2008

önceki ay mehmet tez yazmıştı, "yılın en iyi yerli albümleri listesi yapmak istedik ama 10'dan biraz daha fazla albüm vardı elimizde, birkaç taneyi dışarıda bırakıp ayıp etmek istemedik" diye. çok haklı. yerli müziğin çıkan albüm bazında dibe vurduğu yıl oldu 2008. çok iyi olduğunu okuduğum ve yılın son günlerine yetişen son replikas albümü "zerre"yi dışarıda tutmaya gönlüm elvermedi tabii, akılda kalanları yazarak çıkan albümler açısından oldukça cüce yılı birkaç cümleyle anlatalım.
...
yılın ilk aylarında çilekeş ve kırkaltı'nın arka arkaya gelen albümleriyle 2008'in bir alternatif metal yılı olacağına inandık (hatta pickpocket'ı da ekleyebiliriz belki de). evet, gerisi gelmedi, ama haklarını verelim, her iki albüm de kayıt kalitesi ve cesaretiyle memleket standardının çok üzerindeydi. çilekeş'in "katil dans"ı kapağı dışında harikaydı, albümün isim şarkısı da inanılmazdı. kırkaltı ise nedense fazlasıyla yok sayıldı, medyanın suçu mu, yoksa grubun çalıştığı (eğer varsa) pr'cıların mı bilmiyorum. ama konserler başta olmak üzere göz önünde olmalarını sağlayacak bir çok çalışma yapabilirlerdi, zira çok sağlam groove'lar üzerine harika bir gitar işçiliği, güçlü vokaller ve düzgün sözleriyle iyi bir işti "kırkaltı." olsun, ilk albümün günahı olmaz!
...
bir yasemin mori çılgınlığı da vardı bu yıl. normal koşullarda oldukça riskli bir proje sayılacak olan "hayvanlar" belki tiraj olarak değil ama dinleyicisine ulaşma anlamında müthiş başarılı oldu. şu an bile her konserini takip edecek, yeni albüm çıksa "yasemin'in yeni albümü çıkmış" heyecanı yaşayacak bir kitleyi peşine takmış durumda yasemin. inceden overrated bile bulsam memleket sınırlarında böyle nev-i şahsına münhasır bir şarkıcı/şarkıyazarına her zaman yer var başımızın üzerinde.
...
mor ve ötesi'nin eurovision hadisesiyle uğraşıp son haftalara bir derleme sıkıştırdığı, duman ve kurban'ın yeni albüm beklentilerine cevap vermediği, manga ve kargo'nun da tuhaf iç sancılar çektiği yılda ortalığı sallayacak bir büyük grup yoktu. ama kendilerine inanmış birkaç binlik kitle için ülkenin en iyi grubu payesini hak eden bir grup vardı en azından. "nihayet" dedirtecek kadar tatmin edici ilk albümü "hayat" ile sakin, memleket rock'ının kahramanıydı bu sene. adil bir dünyada "denek hayatım" "cambaz," "edepsiz komedya" da "bir derdim var" kadar iş yapabilirdi ama olmadı. yanlış zaman, yanlış mekan, doğru müzik. klipleri yeterince dönmedi, konserlere biraz geç başladılar falan filan. ama dinleyenlerinde fazlasıyla güzel bir etki bıraktılar. studio live'daki her performanslarında tanıdık yüzlerle karşılaşmak pankartlar açan, "sakin konseri hiç bitmesin" tezahüratları yapan harika bir kitlenin varlığını görmek, yeraltı ile üstü arasında bir yerde sıkışmış bu adamları dinlemenin hazzını katladı. "hayat" ülkede yılın albümüydü, sakin de en iyi grubu.
...
sakin'in albümündekileri bir kenara bırakırsak bu yılın en güzel türkçe şarkılarını bir çırpıda şöyle yazabilirim, sırasızca:
erdem yener - belki
yasemin mori - kuzgun
mor ve ötesi - sonbahar
çilekeş - katil dans
yüksek sadakat - aşk durdukça

Saturday, January 3, 2009

most disappointing records of 2008

bu, 2008'in en kötü albümleri listesi değildir. başarı-beklenti oranı en düşük olan albümlerin toplamasıdır. o kadar.

10- Razorlight - Slipway Fires
Uzun uzun yazdım zamanında, Little Johnny'nin kendini ne hallere düşürdüğünü. Onun samimi cahil cesaretini dinlemekten keyif aldım, kabul, ama albüm başarısız, lamı cimi yok. Hele "Razorlight"la kıyaslayınca.

9- Oasis - Dig Out Your Soul En sıkı Oasis fanı bile çok beklentiye girmiyor artık, kendimden biliyorum. Bu albüm öncesindeki definitelymaybeyedönüş geyiklerine hiç yüz vermiyordum tabii ki. Ama albüm sonrası eleştiriler biraz gaza da getirmişti ne yalan söyleyeyim. Hakikaten iyi groove'lar var ama biz Noel'den bunu istemiyoruz ki. "Falling Down" gibisini istiyoruz. Liam'ın ise hakkını verelim, "I'm Outta Time" yazdığı en iyi şarkı. Velhasıl bu albüm ne kötü ne çok iyi, "(What's The Story) Morning Glory?"den sonra "Standing On The Shoulder Of Giants" dışındaki albümlerden ne eksiği var ne fazlası.
...
8- Dirty Pretty Things - Romance At Short Notice

İlk albümde de büyük bir DPT sempatizanı değildim, ama yine de bu albümün bu kadar tatsız tuzsuz çıkmasını beklemiyordum. Üzerine bir de büyük ticari başarısızlık gelince, belki de grubun sonunu getiren etkenlerden birisi oldu "Romance At Short Notice." Bariz Morrissey etkili "Hippy's Son" çok güzel şarkıydı ama.

7- Adele - 19 Asla kötü değil ama hiç de iddia edildiği gibi taze bir soluk falan değil, Grammy'lik bir albüm ise hiç değil. Güzel bazı anlarına karşın Adele 2008 sınıfı hatunlarının (Duffy, Amy Macdonald) en zayıf halkası. "Hometown Glory"deki sözler ise büyük bir Britanya hayranı olarak bana bile yapay ve şovenist geliyor.

6- Bloc Party - Intimacy
"Silent Alarm"dan sonra grup post-punk sularından açılıp elektronik etkileri müziğine kattığında bunu güzel bir hamle olarak değerlendirmiştim. "Intimacy" ikinci albümden sonra beklenmedik bir yönde ilerlemiyor, ama efektlerdeki aşırılık artık zorlayıcı falan değil, düpedüz baş ağrıtıcı. Dinlemesi sabır isteyen "Intimacy" gerçek bir başarısızlık. Kapak? Bunu Placebo'nun daha önce yaptığına yemin edebilirim!

5- The Bug - London Zoo
İşte bu yılın en iyi eleştiriler alan albümlerinden birisi. Kusura bakmayın, ben anlamadım. Bu müziği Sean Paul'den daha iyi yapan şey nedir? "Angry"yi dinleyince Show TV'nin magazin programlarında Bodrum görüntülerinin arkalarında çalınan müzikler geldi aklıma, ya da sokak aralarındaki butiklerdeki "modernize ayağına verdik müziği" şarkıları. Ondan ötesine konsantre olamamışımdır belki de.

4- Brett Anderson - Wilderness
Evet, herkes daha fazla ciddiye alınmak ister. Ama gerçekten Brett'in piyano ballad'larıyla dolu bir albüm yapmasına gerek var mıydı acaba? Hem de birbirinden ayırmanın imkansız olduğu, aynı şarkı çarpı dokuz gibi bir formülle? Tam bir uyku hapı.

3- The Verve - Forth
Zamanında onları "Oasis'in rakibi" olarak görenlere kulak asmadım hiç. Zira böyle diyenler Verve'ün derinliğine vakıf değildi, onları sadece stadyum hiti yazan adamlar olarak gördüler. "A Northern Soul"dan "Urban Hymns"e kadar gittikçe derinleşen ve Pink Floyd deneyselliğiyle Rolling Stones serseriliğiyle birleştiren adamlardı onlar. "Forth" ise zamanında bunları yapmış grubun gölgesi gibi. İki üç şarkı dışında hiçbir derinliği de yok, Gallagher'la aşık atabilecek şarkı yazarlığı da. 11 yıl aradan sonra gelen albüm en fazla bu kadar tatsız olabilirdi.

2- Guillemots - Red
"Biraz hafifleyelim" mi dediler sadece eğlenmek için, yoksa "katıksız bir pop albümü yapalım" diyerek mi çıktılar bilmiyorum ama sonuç bir facia. Harikulade "Through The Window Pane"in ehil işi chamber-pop'undan buraya nasıl gelebildiler? İlk şarkı "Kriss Kross"u Gökhan Özen'in bir albümüne koysanız orada bile öne çıkamaz. "Cockateels"teki "aa"lı ara melodi nedir yahu! Daha kötüsü ise "Last Kiss"in nakaratı. "Clarion"daki kulak sinirlerini laçka edici efektler de yarışır yalnız. "Big Dog" gibi şarkıları seviyor olsaydım indie müzik dinlemezdim ki, Backstreet Boys 1990'lar boyunca bunlardan çok daha iyisini defalarca yaptı. İlk albümü anımsatan "Take Me Home," Prefab Sprout'sal "Standing on the Last Star" gibi birkaç şarkıyı bir kenara koyup kalanlara bakınca insan iki sene öncesinin umut veren grubuna ne oldu demekten alamıyor kendini. Niyet neydi bilmiyorum, ama "Red" guilty pleasure olarak bile değer bulamayacak bir iş. Uzak ara, yılın en kötü albümü.

1- My Morning Jacket - Evil Urges
Sen gel 2000'lerin en parlak beş albümünden birini yap, sonra olana bak! My Morning Jacket'ın soul sevdasını bilmiyor değildik, arada "Knot Comes Loose" gibi bir şahikaya o sayede erişmişlerdi. Eh, eklektik olmak da güçlü yanlarıydı. "Off The Record"da indie'den reggae'ye, oradan ambient'a ne de kaygan geçiyorlardı. Dolayısıyla "Evil Urges"taki hayalkırıklığı bundan da değil. Sorun Prince vokalinin Jim James'e gitmemesi. Günümüzün en parlak gitaristlerinden Carl Broemel'ın en iyi sololarının bunlar olamayacağı gerçeği. Ağırkanlılığın temposuzlukla, ruhsuzlukla karıştırılması. Grubun şarkılar üzerinde yeterince iyi geçmemiş olması. Net olarak 13 şarkı bulunmasına rağmen sıkı bir elemeyle bir beş tanenin dışarıda bırakılması, iki de sıkı parçayla ancak MMJ'den beklentilerimizi karşılayacak seviyeye gelebilecek durumda olması. Ve galiba "Highly Suspicious." Ne biçim şarkı bu be! Rammstein desen değil, Grup Vitamin desen değil! Bunu albümün en başına koyup da iştah kaçırmamayı nasıl bekleyebildiniz anlamak mümkün değil! Yazık olmuş "Touch Me I'm Going To Scream Pt. 1," "I'm Amazed," "Look At You" gibi iyi parçalara...

Friday, January 2, 2009

best tracks of 2008

eksiği gediği bol bir liste oldu, mümkün mertebe single'lardan gitmeye ve haksız rekabeti önlemeye çalıştım, ama nihayetinde 30 tane iyi şarkıyı alt alta dizmekse mesele, onu bile becermiş olmak bir şeydir. sıra önemli değil, şarkılar güzel.

30- I Will Possess Your Heart – Death Cab For Cutie
Hep garanti oynamakla eleştirilen bir gruptan kurallar nasıl yerle bir edilir dersi. Ve aynı zamanda “Sekiz dakikalık bir şarkının yarısından fazlasında vokal yokken nasıl hala yakalayıcı olunabilir?”in cevabı.
...
29- Steel Your Girl - Neon Neon
Bu 1990'lar Britpop'u etkili parça "Stainless Style"ı en iyi yansıtan şarkı değil, ama albümün en kolay avlayan kısmı olduğu kesin.
...
28- Man-Sized Wreath – R.E.M.
"Supernatural Superserious" ve "Hollow Man" de nefisti ama ben "Everybody dancin' like they just don't care"deki "eller havaya" modu için bu şarkıyı tercih ediyorum.
...
27- Edepsiz Komedya – sakin
Mutlu mu, hüzünlü mü bittiğini bir türlü anlayamadığım, ama her seferinde teslim olduğum, samimiyet dolu bir aşk valsi.
...
26- Golden Age - TV On The Radio
Ey My Morning Jacket dinliyor musun? Elinin gitarıyla "ben siyah müziği yapıcam" demekle olmuyor bu işler. Dave Sitek'in grubunda üç tane zenci bulunmasının payı olmuş mudur bilinmez ama bu şarkı "funk böyle yapılır" diyor.
...
25- Cape Canaveral - Conor Oberst
Bu yılın en güzel dizesi belki de: "Victory is sweet even deep in the cheap seats."
...
24- Blind – Hercules & Love Affair
Süresini hissettirmeyen bir şarkı. Antony'nin vokalleri zaten golü atıyor, üflemeliler ise galibiyeti perçinliyor.
...
23- L.E.S. Artistes - Santogold
Sebepsiz önyargılarım vardı bu kızla ilgili ama hepsi bu şarkıyı dinleyene kadarmış.
...
22- Kim & Jessie – M83
1980'lerin herhangi bir anında kaydedildiğine yemin edebileceğim bu şarkı beni "Saturdays = Youth"un ilk dakikalarında avladı daha. Ondan sonra M83'nin yeni rotası konusunda şüphelerim bitti.
...
21- Standing Next To Me - The Last Shadow Puppets
Tıpkı "Vampire Weekend" gibi "The Age Of The Understatement" da haksız rekabet yaratacak kadar iyi şarkıya sahip ama bu, diğerlerinden biraz daha önde.
...
20- The Rip - Portishead

Basit bir arpej, Portishead'in bildik "perili ev" efektleri eşliğinde çalınıyor. Aynı melodi dört dakika boyunca sürecek, merdiven çıkar gibi, ağır ağır yürüyen bir gerilim yaratacak.
...
19- White Winter Hymnal - Fleet Foxes
Bulutların üzerine basarak göğe yükselen armonilerin şarkısı. Bu armoniler birbirinin içinde kaybolan vokaller tarafından söylenince insanı hipnotize edecek kadar yoğunlaşıyor.
...
18- Two Doors Down – Mystery Jets
“Galiba aşığım iki kat aşağıdaki kıza” diyordu Blaine Harrison utangaç bir şekilde. O davul çalan kıza nasıl vurulduysa biz de bu şarkıya ve 1980'ler
göndermelerine öyle vurulduk.
...
17- Be The One - The Ting Tings
Ellerinde çok daha büyük hit'ler vardı ama The Cure etkili bu masum şarkı, 2008'in en sıcak anlarındandı.
...
16- Touch Me I’m Going To Scream Pt. 1 – My Morning Jacket
"Evil Urges" aranan tadı vermemiş olabilir ama My Morning Jacket'ın soul'u tadında kullanımı burada başarıyla sonuçlanıyor.
...
15- Paris – Friendly Fires
“Bir gün Paris'te yaşayacağız” vaatli bu dans şarkısı, elektronik müzikte duygunun ne kadar güzel barınabileceğinin kanıtı.
...
14- Bruises – Chairlift
İlk dinleyişten itibaren yakalayan, özel bir şarkı. Apple'cıların dikkatini çekip iPod reklamlarında kullanılmasının sebebi de bu olsa gerek.

13- Walcott - Vampire Weekend
Harika bir kaçış şarkısı, öyle ki, dinlediğinizde koşmak isteten ("Walcott, bu gece Cape Cod'dan çıkmak istemiyor musun?"). Deneyimle sabittir ki, koşturuyor da namussuz.
...
12- Sex On Fire – Kings Of Leon
2000'ler işi bir stadyum rock klasiği. İşin güzel tarafı ise bu şarkının İngiliz single listesinde 'I Kissed A Girl'ü bir numaradan indirmesi. Indie müziğin bağımsızlığını ilan edişindeki kilit anlardan birisi olduğu şüphesiz.
...
11- Geraldine – Glasvegas
“Omzunun üzerindeki meleğim ben, adım Geraldine, senin sosyal görevlinim,” dizesi Britanya dışında nerede yazılsa tuhaf kaçardı. İskoç James Allan'ın ağzından duyduğumuzda ise bir şekilde anlamlı geliyor. Gözyaşı gibi akan gitarları ve yürek gibi çarpan baslarıyla 'Geraldine' mükemmel bir şarkı, sözlerinde ne anlatırsa anlatsın.
...
10- Kids – MGMT
Pop müzik en çok içinde tuhaf bir hüzün barındırdığında güzel oluyor, 'Kids' eski fotoğraflara bakmak gibi bir his veriyor.
...
9- Flowers and Football Tops - Glasvegas
Single değil, ama inanılmaz bir şarkı. Defalarca yazdığım gibi, İskoçya'da bir tepeye çıkmış haykıran bir adamı resmediyor bu melodi, dinleyende de iki eli havaya kaldırıp ona katılma isteği uyandırıyor.
...
8- I Like You So Much Better When You’re Naked – Ida Maria
Punk gitarlar, nefes nefese bir ritm ve hınzır sözler. Bir de ilk dinleyişten itibaren dile yapışma potansiyeli. Daha ne olsun?
...
7- In The New Year – The Walkmen
New York'lu gruba dair sevdiğimiz her şey bu şarkıda. Reverb'lü gitarlar, sarhoş vokaller, melankolik ama umut dolu sözler. Evet, biliyorum, iyi bir yıl olacak bu!

6- Human – The Killers
Springsteen etkilerine elveda, The Killers için yeni rota, marşlarını elektronik altyapılar üzerine oturtmaları. 'Numa numa yey'i anımsatan bir Euro-pop
sound'undan bu kadar klas bir şarkı çıkartmak kolay iş değil.
...
5- Oxford Comma - Vampire Weekend
Bu listeye bu çocuklardan 6-7 şarkı da alabilirdim ama bu diğerlerine haksızlık olurdu. 'Oxford Comma'yı diğerlerinden öne çıkaran şey sadece hit formatına daha yakın olması. Ezra Koenig'in rahat vokalleri, su gibi akan bir melodi ve her yanından pozitiflik fışkıran bir parça.
...
4- Viva La Vida – Coldplay
Öyle bir melodi ki, Joe Satriani bile “Sahibi benim” diyor. “Nasıl daha önce yazılmamış?” diye sordurtacak kadar tanıdık bir melodi gibi geliyor, fakat dinleyeni öyle bir yakalıyor ki, açıklaması imkansız. Devrik kral sözleri ise bambaşka bir yazı konusu.
...
3- No You Didn’t, No You Don’t – The Courteeners
Vokalist Liam Fray da birçok vatandaşı gibi tevazudan nasibini almamış olabilir ama bazı şarkılar yazmış ki, ne kadar övünse yeri. Sınıf farklılıklarını bir aşk öyküsüne ustalıkla yediriyor Fray burada; üzerine Smiths gitarları ve cennetten düşmüş gibi bir vokal melodisi. Yılın en bağımlılık yaratan şarkılarından.
...
2- Time To Pretend – MGMT
Yılın indie marşının kimden geldiği konusunda pek tartışma yok, ama "Kids mi, Time to Pretend mi?" geyiği epeyi döndü. Benim galibim ikincisi. Uyuşturucular ve seks dolu rockstar hayatından parkta oynamakla geçen çocukluk günlerine kadar zıtlıklarla dolu, bir elektronik/pop girişinden psychedelic sulara kadar gelgitli bir şarkı. O kadar güçlü bir parça ki, çoğu zaman tekrar tekrar dinleme isteği uyandırdığı için albümün geri kalanını eziyor. Ama bunda yanlış bir şey yok. Sadece inanılmaz intro'su, nakaratı, muhteşem sözleri, hatta sadece tek bir dizesi (“We're fated to pretend”) bile 2008'de yapılmış onlarca albümden çok daha etkili.


1- Nine In The Afternoon - Panic At The Disco
...
Her yıl bir grup beni ters köşe yapıyor. 2006'da My Chemical Romance, 2007'de de Kings Of Leon beni ciddiye alınacak gruplar oldukları konusunda hiç beklemediğim şekilde ikna etmişlerdi. Bu yıl aynı şeyi yapan Panic At The Disco oldu, ama bir farkla. Zira "Pretty. Odd." öyle ahım şahım bir albüm değildi, "The Black Parade" veya "Because Of The Times" gibi. Ama öyle bir ilk single vardı ki, bir yıl boyunca yüzlerce kez dinletti kendini, bir kez bile tadını yitirme emaresi göstermedi.
...
Enteresan bir mutluluk şarkısı "Nine in the Afternoon." Dinledikçe pozitif bir his yayılıyor insana, tamam, ama o kadar aşırı mutlu ki, bir noktada insana "kahretsin, ben bu kadar mutlu olamayacağım asla" dedirtiyor. Sanki o kadar sabahlara kadar oturuyorlar ki, uyandıklarında saat 4 oluyor, onların öğleden sonrası ise dokuz! Ryan Ross'a göre ise davulcuları Spencer'ın yanlışlıkla "sanki öğleden sonra yedi gibi" demesi asıl sebep. "Elimizde nakarat yoktu, yedi değil de dokuz deyince tam oraya oturdu," diye açıklıyor.
...
Müzikal olarak ise, bu şarkı bir The Beatles single'ı olacak kadar kusursuz. Orkestra düzenlemesi, tam yerinde giren trompet dokunuşları, can alıcı piyano vurguları ve resmen George Harrison'a çaldımış oldukları gitarlarıyla rüya gibi bir şarkı. 2008 boyunca yılın single'ı olduğunu düşündüğüm "Time To Pretend" bile bu şarkının olmuşluğu karşısında gölgede kalıyor. Tuhaf olan ise, galiba Panic At The Disco'daki çocuklar bile bu kadar büyük bir şarkı yazdıklarının farkında değiller.