Friday, July 31, 2009

farewell to a legend

Sir Bobby Robson
18.02.1933 – 31.07.2009
what a sad day for football...

Wednesday, July 29, 2009

hıdır karayiğit

hıdır: merhum, kurban. sudan göçmeni bir türk. manisa'da (açık bir şekilde ten renginden hareketle ismini almış olan) arabın yeri diye bir meyhane işletiyordu. dün gece meyhanesinde sabaha karşı sigara içien bir grubu uyardı. 5-6 kişilerdi oturan gruptakiler, tartışmaya başladılar. sonra birisi belinden tabancasını çıkarttı, birkaç el ateş etti. hıdır öldü, ortağı hamza ağır yaralı.
...
belki bir gün sadece sigara yasağı konusunda değil, herhangi bir uygar yasağa uymayı öğreniriz. belki uyarıldığımızda bunu gurur meselesi yapmamayı öğreniriz. belki yanlış olduğu açık olsa bile doğru bildiğimizi savunmak için belimizdeki silaha davranmamayı öğreniriz. belki bir gün lazım olur diye silah taşımamayı bile öğreniriz.
...
hani olur da o gün gelir, işte o gün gelse bile ben bu adamı unutmayacağım. kendi adıma bu ülkede son yıllarda çıkmış en doğru uygulamalardan birisi olarak gördüğüm kapalı alanlarda sigara yasağına uymak ve uydurmak istemiş hıdır. canından olmuş.
...
şaka veya dalga değil, ben kendisini ilk sigara şehidimiz olarak anımsayacağım, o bahsettiğim güzel gün gelse bile.

Monday, July 27, 2009

baş harfler

iki yıl önce üçüncü sayfalarda geçen bir haberdi, "üniversiteli kız denize çırılçıplak girdi" başlıklarıyla. ajansların geçtiği, bulanıklaştırılmış fotoğraflar eşliğinde kullanmıştı gazeteler haberi. tipik ikiyüzlülüğümüzün fotoğraflarıydı onlar aslında: hem çıplak kadın fotoğrafı gösterme fırsatı varken kullanalım, hem de blur'ü eksik etmeyelim ki türk aile yapımız bozulmasın. bozulmadı da çok şükür.
...
bugün birinci sayfalardaydı aynı kız. evinin terasından düşüp ölmüştü. bu sefer kiminin muziplik, kiminin ahlaksızlık olarak algıladığı bir olay değildi.
...
çok şey söylenebilir elbette, sadece iki olaydan bildiğimiz bir kızla ilgili hiçbir şey de söylenmeyebilir pekala. ancak medya ve toplum üzerine çok net bir tespit yaptırabiliyor bu durum bize. denize çıplak girdiğinde d.ö. idi sadece. ahlaksızlık yaptığı için, ya da bir genç kadının sosyal hayatını korumak için yüzü karartılmıştı. bugün ise duygu öztemir oldu, yüzü bulanıklaştırılmamış haliyle gazetelerdeydi. zira artık ölüydü, daha fazla ahlaksızlık yapamazdı, veya ona kötü gözle bakanlar dokunamazdı ona.
...
nereden baksanız acı bir ironi var bu ayrımda. 27 yaşındaki bir kızın balkondan düşüp ölmesinde ise ironi yok elbette...
...
ayrıca: ekşi sözlük avukatlarından kanzuk'un öztemir'in ardından yazdığı bir entry'ye de bakmakta fayda olabilir.

Thursday, July 23, 2009

telefon çaldı arayan moby idi

evet, bu ertuğrul özkök tipi giriş doğru. (aslında arayan zeynep okyay'dı, kendisi moby'yi bağladı) dün öğle vakitlerinde 15 dakikalık kısa, öz bir röportaj yaptım moby ile. normalde büyük bir hayranı olmasam da zamanlaması iyiydi. zira yeni kaydı "wait for me" kendisinin üç albümdür aşağıya doğru inen form grafiğini yükselten bir iş.
...
"18" bazı hitlerine karşın zorlama ve kitsch yanlar içeren bir albümdü, "hotel" ve "last night" ise kendisini gelmiş geçmiş en çok satan elektronik müzik sanatçıları arasına sokan özelliği olan sample'ları bir kenara bırakma cesareti göstermesine rağmen heyecansız albümlerdi. oysa "wait for me" kimi anlarında "play" ruhunu taşıyan, ama daha önemlisi, kendisine has bir atmosferi olan bir kayıt.
...
şöyle açalım, "play"in en damar anları "natural blues," "porcelain," "why does my heart feel so bad?" gibi anlarını düşünün, yeni albümün "study wars," "walk with me" gibi anlarında o "play" tadına ulaşıyor moby. ama "scream pilots"taki reverb'lü gitarların yarattığı 80'ler atmosferi, "shot in the back of the head"in büyülü m83 ruhu, "jltf"teki sigur ros etkisi, çoğunluğu enstrümantal diğer şarkılar... "play"in bazı şarkılarındaki blues ruhu ortak diyelim, üzerine daha karanlık bir atmosferle.

moby böyle bir albüm yapma konusundaki ilhamını david lynch'in bafta ödüllerinde yaptığı bir konuşmadan almış. lynch gerçek sanatın pazarlamayla, satış kaygısıyla alakası olmadığından bahsederken moby yanlış yolda olduğunu hissetmiş. aniden frene basıp direksiyonu yolun dışına kırmasına sebep bu olmuş. bu yüzden albüm kapağında bırakın resmi olmasını, adı bile neredeyse yazmıyor (plak şirketi baskısı olmasa hiç yazmayacakmış ama şimdi ufacık da olsa var köşede). şimdilik burada bırakalım, (blue jean'e de biraz malzeme bırakmak lazım tabii!) ama "wait for me"nin moby'nin 2000'lerde yaptığı dört albümün en iyisi olduğunu ekleyeyim. bir de, albümü aldığımdan beri merak ettiğim şu sorunun cevabını vereyim.
...
Q: what does "jltf" stand for?
A: junkies love to fuck.

placebo - battle for the sun


stefan olsdal'la yaptığım röportajda grubun "battle for the sun"la ilgili hislerini öğrenmiştim. özetle, çok pozitif bir dönemde olduklarını, "meds"in karamsarlığından sonra bu albümle kendilerine geldiklerini ve en çok güvendikleri albümün bu olduğunu söylemişti stefan. albümün onlar için duygusal anlamını tabii ki en iyi onlar bilir, ama müzikal olarak bu övgüleri hak edecek bir albüm olduğunu düşünmemiştim ilk dinleyişlerde. zamanla fikirlerimin tam tersine döndüğünü itiraf etmeliyim.
...
"meds" dönemi placebo için bir dibe vuruştu. o sıkıntıdan çıkmaları için steve hewitt'le yollarını ayırmaları gerekti. "battle for the sun"ın enerjisinde şüphesiz yeni dönemlerinin etkisi var. placebo yeniden eğlenen bir grup. ama bu bir parti albümü değil. evet ilk single "for what it's worth" placebo katalogunda en çok "daddy cool" cover'ına yakın duran iki boyutlu bir pop şarkısı, ama aynı zamanda albümün en vasat şarkısı. "ashtray heart," "bright lights" ve ikinci single "the never-ending why" gibiler ise placebo'nun nefis becerdiği hızlı, sert ve dibine kadar duygusal tabiri caizse vur-kaç şarkıları. her biri de çok iyi yazılmış. ya da orta tempolarda seyreden "speak in tongues" var, can acıtan cinsten. placebo'nun iyi yaptığı şeye dönüşünü simgeliyorlar, ilk dinleyişlerde tekrar gibi gelse de.
...
daha enteresan numaralar da var "battle for the sun"da. şarkılara orkestra düzenlemeleri koymak, alkış bölümleri eklemek gibi klişe veya cheesy gelebilecek numaralar bunlar. ama placebo'nun hiç olmadığı kadar dürüst ve içinden geldiği gibi davrandığını hissettirecek kadar samimiyetle yapılmış bunlar. ve işe yarıyorlar. günün ortasında ellerinizi masaya vurarak "i need a change, i need a change of skin" diye söyletiyorsa yaramıştır zaten.
...
neredeyse tamamı iyi şarkılardan oluşan bir albüm "battle for the sun," favorilerim de geçtiğimiz bir buçuk ay içerisinde defalarca değişti, ama nihai kararım "kings of medicine"ın sadece bu albümde değil, brian molko'nun yazmış olduğu en iyi şarkılar arasında yer aldığı. öyle böyle değil, direkt en iyi placebo şarkısı olabilir, hiç değilse ilk üçte. o kadar samimi bir "don't leave me here my guiding light" diye bağırışı var ki molko'nun, içe işlememesi için ya müzik sevmemek gerek, ya da bünyede herhangi bir duygusal titreşim barındırmamak.
...
"sleeping with ghosts"tan sonra biraz uzaklaştığım, "meds"ten sonra tamamen umudumu kestiğim placebo'nun böyle bir geri dönüş yapması güzel. 2009 tam da bir "eski forma dönme" senesi oluyor. moby ve manic street preachers'la devam edeceğiz...

Tuesday, July 21, 2009

rock'n coke 2009

rock'n coke'un 2009 versiyonundan özet görüntüler geçelim... bazı fotoğraflar oradan buradan, bazıları bizim objektiften. kısa kısa geçelim.
...
* perry farrell tam bir rock'n'roll piçi. bir an çığlığını atıp tepiniyor ve rockstarlığını gösteriyor, bir an iki elini açıp boynunu kırarak seyirciye gülümseyip zeki müren'in "beni siz yarattınız" bakışını atıyor. "türkiye'ye ilk gelişimiz. ülkenizle ilgili bilgilerimiz bir filmden. hangisi biliyor musunuz? (seyirciden "midnight express" sesleri yükselir) sikeyim o filmi! burası harika! burada uyuşturucu yok, hırsızlık da yok!" diye bağırıp "been caught stealing"e girmeleri festivalin doruk noktalarındandı.
...
* dave navarro ise kendi havasında. nasıl olsa adam doğuştan cool, çaba sarf etmesine gerek yok. bir meslektaşımızın kendisiyle kaçamağı fısıltı gazetesinin en popüler gündem maddesiydi hafta sonu boyunca.
...
* artık bu muhabbetler azaldı ama eskiden olsa "duman neden jane's addiction'dan önce değil?" diye sorulurdu. artık anlaşılıyor galiba. galatasaray'ın kaptanının harry kewell değil de arda turan olması gibi, "taş yerinde ağırdır" gibi bir durum işte. kaan tangöze her zamanki alçakgönüllüğüyle "sağolun, çok baba gruplar var bugün, bizi mahçup etmediniz" dedi, o mahçubiyet işte tam da buna işaret ediyordu, seyirci sahip çıkmasa o sorular ayyuka çıkabilirdi. ama duman'ın öyle bir etkisi var ki izleyici üzerinde, değil jane's addiction veya nine inch nails, beatles bile çalsa bu kadar coşku yaratamaz. hak etmediklerini söyleyemem, ama kişisel görüşün ötesinde, duman artık çağdaşlarıyla falan kıyaslanmayı aşmış, türk rock tarihinde sadece mfö ile kıyaslanabilecek bir konuma gelmiş kitlesi üzerindeki etkisiyle.
...
* "her şeyi yak"ın arasındaki bir kuple "billie jean" muhteşemdi. yüreklerine sağlık.
...
* nine inch nails'i ikinci izleyişim oldu. büyük hayranları değilim ama trent reznor sahnede çok etkileyici bir adam. klişe değil, gerçekten şarkıyı yaşıyor, ter döküyor. diyaloglarla müziğinin etkisini azaltmıyor.
...
* the prodigy'nin son dönemiyle aram iyi değil, buralarda da epeyi sert bir şeyler yazmıştım. "invaders must die"la ilgili fikirlerim baki. ama cumartesi gecesi öyle bir performans çıkarttı ki the prodigy, neden hala dünyanın en büyük gruplarından birisi olduğunu gösterdi. keith flint ve maxim'in seyirciyi avuçlarına alışı, liam howlett denen dehanın yazdığı beat'lerin binlerce insanı hala dans ettirişi kolay tarif edilir şeyler değil. "breathe," "poison" gibi şarkılardaki toplu delilik de öyle. ama hepsi bir yana, "smack my bitch up"taki patlamaydı. maxim'in tüm rock'n coke'u oturtup aynı anda zıplatması türkiye'nin gördüğü en muhteşem konser anlarından birisiydi mutlaka. benim için rock'n coke'un yıldızıydı the prodigy.
...
* pazar günü cold war kids keyifli olmasına karşın beklediğimden daha az iz bıraktı. bu manada bir önceki günkü howling bells daha etkileyiciydi. itiraf edeyim, ikinci albümleri "radio wars"u hala dinlemedim ama "blessed night," "low happening" ve "setting sun"lı ilk albümlerine bayılıyorum.
...
* hayko cepkin'in rock'n coke performanslarına verdiği özel önem takdire şayan, ama "sadece 5 dakika kaldı" diye intro'su yapılan bir performansın çok daha etkileyici başlamasını beklerdim. ayrıca her iki albümündeki samimiyetini ve yaptığı bazı işleri çok beğensem de, hayko'nun live sound'unun çok başarısız olduğunu düşünüyorum. bu kadar teatral bir şov yapılmaya çalışırken sound'un bunun geride kalması cepkin'in başarısını azaltıyor. yaptığı işe bu kadar saygı duyan bir adam olarak buna mutlaka eğilecektir.
...
* manga-cartel, yani carma da beklenen isimlerdendi. manga'nın ikinci albümünün abartıldığını ve iyice arabeskleşen vocal line'larının grubun gücünü azalttığını düşünenlerdenim. cartel'le birlikte grubun olması gereken yere daha yaklaştığını düşündüm, daha keskin, daha sert, daha agresif. "cartel" performansı şüphesiz 1995'i yaşamış olanlar için ayrı etkileyiciydi, ama grubun yeni şarkısının beklediğim vuruculukta olmadığını belirtmeliyim. iki tarafın da heyecanına bakılırsa carma projesi (ki öyle görünüyor) birlikte daha enteresan işler çıkaracak gibi.
...
* razorlight "back to the start"la başladı, "in the morning," "stumble and fall," "vice" derken bütün bombaları patlattı. favori razorlight şarkım "who needs love"ı ise duymak istemezdim, "come on andy!" diyemedikten sonra "who needs love" neye yarar? (buraya üzgün smiley) johnny borrell "bu benim ilk albümümden" diyecek kadar megaloman bir adam, o yüzden ingiltere'deki kitlesine nasıl çalıyorsa burada da o rock'n'roll star'lığı tasladı. üç yıl önce bu hatayı kasabian da yapmıştı, bu yüzden de iz bırakmadan gitmişlerdi.
...
* halbuki kaiser chiefs bunun tam tersi. muhteşem frontman ricky wilson tam anlamıyla terinin son damlasına kadar enerjisini vererek izleyicilerin hayranlığını hak ederek kazandı. eminim o gece ilk defa kaiser chiefs dinleyen yüzlerce linkin park hayranı vardı ve kaiser'lerin muhteşem hook'larının, nefis sahne enerjisinin etkisiyle tavlandılar. geçen sene rockwerchter'de izlediğim günden beri söylüyorum, kaiser chiefs dünyanın en iyi sahne gruplarından birisi. bu yüzden şovu çalmaları beni şaşırtmadı. her sene gelsinler, her sene festivale damgasını vurur bunlar.
...
* seversiniz sevmezsiniz ama linkin park gibi gruplar rock'a şart. binlerce kişiye söyletilecek nakaratları, duyunca zıplatacak groove'ları birilerinin yazması lazım. "in the end," "breaking the habit," "one step closer," belki de 2000'lerde mainstream'i en bariz iğfal eden metal şarkıları. tabii son albümle birlikte gelen u2'laşma ayrı konu, "shadow of the day"in bu kadar "with or without you" olduğunu albümü dinlediğimde fark etmemiştim.
...
* linkin park'tan sonra ufak sahnede çalmasının etkisiyle santigold'u izleyen bin kişi ya kalmıştı ya kalmamıştı. üzerine biraz gecikmeyle beraber enerjiler azalıyordu ki, "you'll find a way" ve "l.e.s. artistes" arka arkaya patlayınca durumu lehine çevirdi santi. kısaltılmış versiyonlarını çaldığı şarkılarıyla 35 dakikanın biraz üstünde çaldı ama, yine tat verdi. son şarkısında sahneye çağırdığı seyircilerin coşkusu iyiydi de, elemanların birisi dozu kaçırdı sanki.
...
* chipsticks tam bir şeytan icadı! çubukta kızartılmış kocaman bir patates, tam bir yağ bombası! lansmanı için rock'n coke'u seçmiş olmaları isabet oldu. herkesin elindeydi, ve tadı da patates-tuz-yağ üçlüsünü sevenler için cennetten çıkmaydı.
...
* ve ayrıca, festivalin yıldızlarından, adına şimdiden ekşi sözlük'te başlık açılmış olan gelinlikli kız! kendisi festivalin unofficial yıldızı olmuş, eh çabalamış, düşünmüş taşınmış, hak etmiş demek ki bu ünü. tebrik ederiz. rock festivali bir yanıyla kimsenin kimseye karışmadığı, dolayısıyla "dışarıdaki dünyada" yapamadığınız şeyleri yapabileceğiniz bir yerdir. imajınıza kafa yorarsınız isterseniz, belki özgür, belki özel hissetmenize yarar. bir yanıyla siz de rockstar gibi hissedebilirsiniz orada. böyle fırsatlar ele her zaman geçmez, kullanana saygıda kusur etmem. (eh, bir dergi, bir de televizyonun bizle röportaj yaptığını da eklemezsem çatlarım, kendimce bu "geçici rockstarlık" mevkiinden nemalanmıyor değilim)
...
* harika bir line-up, tartışmalı bir mekan (rahat ulaşım, küçük alan, ayak yakan asfalt). altı rock'n coke arasında nereye koyabilirim bilmesem de, harika bir festivaldi, onu biliyorum.

Wednesday, July 15, 2009

the hangover

birçoklarına göre komedi 80'li yıllardan sonra yeniden altın çağını yaşıyor. kimi açılardan haklılar. birçok farklı eğilimiyle beraber komedi gerçekten çok yaratıcı bir dönemde. tv'de ve sinemada ilgi çeken, para getiren tür olma özelliğini yeniden kazandığını da buna ekleyin. tablo gayet parlak.
...
fakat yine de bir eksiklik var. ana eğilim ya "the new awkward" denilen, punchline'ı (yani esprinin patladığı tek cümle) olmayan, tuhaf ve rahatsız edici durumlarla mizahı yakalayan "the office" stili, ya da gençlik ya da ergenlik sorunlarından vuran "superbad" tarzı. ikisiyle de bir sorunum yok, ama 1980'lerde sevdiğimiz, steve martin, chevy chase, dan aykroyd stilini nerede bulacağız? daha doğrudan sorayım, adamlara ne oldu? neden komedi uç noktada sıradışı tipler ya da gençlik dışındaki alanı boşladı? yaşı 30'larda evli barklı olup normal bir işe gidip gelen, ama yine de komik durumlara düşen adamları nerede izleyeceğiz? "the hangover" ("felekten bir gece") işte bu tadın filmi.
...
bir bekarlığa veda partisinin ertesi günü yaşananları izliyoruz "the hangover"da. "o son birayı içmeyecektik" hissiyle uyanıyor elemanlar, ama kaldıkları süite bakınca olayın son birayla falan alakası olmadığını, komanın dibine vurdukları anlaşılıyor. "lock, stock & two smoking barrels" çok basitçe anlattığı sekansıyla sarhoşluğu en güzel resmetmiş filmdir gözümde. ama "the hangover" da bu yönüyle mutlaka aklımda kalacak. o sarhoşlukla öyle şeyler yapmışlar ki... film zaten adamların bunu hatırlamaya çalışmaları üzerine kurulu.
...
"the hangover"ın en sevdiğim yanı kendisini ciddiye almaması, ama vaadettiğini de yerine getirmesi oldu. filmin hiçbir yerinde aile, dostluk, hayat, alkol, dürüstlük üzerine vaaz verilmiyor (ki buna çok müsait sahneler var). "knocked up" gibi fırlama bir filmi olabilecek en klişe şekilde bağlayan, en geyik filmleri bile "sarılan adamlar/kadınlar/çiftler" muhabbetiyle bitirmeyi seven hollywood'dan böyle "takılın kafanıza göre" filmi çıkması harika. öte yandan vaadi dedim, evet, filmin vaadettiği eğlenmeniz, cipsinizi mısırınızı yerken ötesine fazla kafa yormayacağınız bir 90 küsur dakika geçirmeniz. bunu da yaşıyorsunuz zaten.
...
imdb.com'daki 8.3'lük puanı tabii ki abartılı. ama bu tip filmler ilk izlendiğinde "muhteşem!" dedirtme potansiyeline sahiptir, bunu biraz çabuk gaza gelen amerikalı imdb ahalisine uyarlayınca şu anda ilk 250'deki yeri daha anlaşılır geliyor. zamanında "superbad" de oralardaydı, artık değil. bir süre sonra yerini bulacaktır. ama bu aşırı gaza gelen kitlesi sizi filmden soğutmasın. eğer kafa dağıtmalık bir film arıyorsanız "the hangover"a bir bakın.
...
7,5/10
...
not: "the office"in kıl andy'si ed helms burada harika.
not 2: "yes man," "the rocker," "he's not that into you" derken bradley cooper iyiden iyiye kazığını çaktı hollywood komedilerine. daha da ortalıkta göreceğimiz garanti.
not 3: 10 yıldan fazla oldu heather graham'i "boogie nights"ta izleyeli. güzelliğinde gıdım gerileme yok! rüya gibi gerçekten.
not 4: mike tyson'ın oyunculuğu berbat!
ve not 5: "the hangover 2" yoldaymış. suyunu çıkartmasan ölürdün hollywood!

Monday, July 13, 2009

the gossip - music for men

arkansas'tan çıkmış, riot'a elini korkak alıştırmamış bir grrrl vokalistin olduğu bir punk grubu. mikrofonu tutan kadın 200 kiloluk bir lezbiyen. 2000'lı yıllarda başarılı olmak için son reçete gibi duruyor. fakat mucizeler gerçekleşmek için var, müzik dünyasında bile böyle bu. soulwax'in remix'lediği "standing in the way of control" ingilizlerin büyük hit dizisi "skins"te çalınınca gossip'in kariyer çizgisi değişiyor. artık rick rubin'le çalışıyor, yeni albümleri "music for men"i sony'den yayınlıyorlar falan.
...
imaj olarak ne kadar orijinal bir grupsa gossip, müzikleri o kadar sıra işi. kötü değil ama şaşırtmayan, hatta vokalist beth ditto'nun sesini çıkartırsanız türün formülü olarak gösterilebilecek kadar kadar kesin çizgileri olan bir disco punk sound'undan çalıyorlar. tabii 2000'lerin en başında the rapture ve radio 4 patlatmıştı bu sound'u, ama artık ortada onlar da yok. dolayısıyla biraz da olsa tarihi geçmiş bir his veriyorlar.
...
ama bahsettiğimiz gibi, beth ditto'nun vokali özel ilgi istiyor. gerçekten güçlü, duygusu olan bir vokal bu hatununki. sanki gitarist brace ve davulcu hannah stüdyoda takılıp altyapıları kotarıyorlar, fakat üzerine beth gelene kadar çok da bir şey ifade etmeyen şarkılar yapıyorlar gibiler. şöyle ifade edelim, iki eleman sahayı açıyor, beth gelip at koşturabilsin diye. 40 dakikalık albüm kendisini baştan sona dinletse de akılda kalıcı anları ancak beth sıkı bir vokal melodisi yakaladığında oluyor. bunu becerdiği şarkılarda gossip gerçekten tutulmuyor. meşhur "standing in the way of control" ve bu albümün (adıgeçen şarkıyı bariz şekilde çağrıştıran) "heavy cross" mesela. "2012" bu konuda iyi bir gösterge, kiss'in efsanevi "i was made for lovin' you"nun nakarat melodisini ödünç alarak nasıl harika bir şarkı çıkartmışlar! ama acı gerçek! bu hook onların değil, beth akılda kalıcı şarkı yazmak konusunda o kadar iyi değil çünkü.
ama işte beth'in çok iyi olduğu bir konu: stil ikonu olmak. dergilere kapak olabiliyor, çok iyi arkadaşı ve fiziksel antitezi kate moss kadar hip olduğunu iddia eden yazılar çıkıyor hakkında. son olarak kendi tasarımlarını satan bir kıyafet markasıyla da anlaştı. yani işin bir tarafına fena halde hakim.
...
evet, beth büyük bir ikon. ve evet, gossip vasat bir grup. ama işin doğru yanı, gossip sınırlarının farkında, beth de hiç çıkıp müziğiyle ilgili büyük laflar etmiyor. konu stile geldiğinde susmuyor ama.

Friday, July 10, 2009

anti-social networking

Twitter? Is that like Facebook? I never use those things. But I'll say this, since my missus has got into Facebook, she's just on it all the time. I never see her. It's anti-social networking. How do fuck people find time to have a normal life and do this shit?
...
(The Prodigy lideri Liam Howlett'ın Uncut'a verdiği bir röportajdan)

Thursday, July 9, 2009

yine yeni yeniden

2007'nin en çok dalga geçilen adamıyken 2009'da "dinlenebilir" olduğunu kabul ettirmek az şey değil. "matinee"nin yorucu ve geyiğe varan hiperaktivitesinden 2009'un "everything is new"un olgun popuna geçiş yapmak da. jack peñate bu yılın yükselen adamlarından birisi. söylediğine göre ilk albümden sonra aldığı feci eleştiriler onu motive etmiş, bir şekilde böyle bir albüm çıkartmasına yol açtıysa işe de yaramış. zira yılın en iyi albümü değilse bile en iyi feelgood albümü konusunda çok kuvvetli bir aday bu.
...
tam bir yaz albümü "everything is new." 9 tane şarkı var, bir tanesi bile sırıtmıyor. her biri kendi başına hit potansiyelli, en kötü ihtimalle dinleyende ritm tutma isteği veriyor. kısa albümlere dair sevdiğim şeylerden birisini başarıyla yerine getiriyor: derdini kısa ve öz biçimde anlatıyor, gereksiz uzatmalara, şişirmelere girişmiyor.
...
yine de şarkıların hepsi eşit değil. ingilizlerin ta mart ayında duyup "jack peñate ne yapmış böyle" diye tepki verdikleri "tonight's today" büyük hit. geç keşfettiğimi biliyorum ama benim gözümde 2009'un en büyük yaz hiti bu parça. iyi pop müziğin en iyi becerdiği şeylerden birisi olan "anı yaşa" motto'sunun hakkını veriyor şarkı. "give yourself away"in afrobeat'i, "every glance"in buz gibi cool'luğuyla, "be the one"ın salon atmosferiyle de iyice renkleniyor albüm. bir albümde elalemin taşşak oğlanıyken ikinci kaydıyla "bu çizgiyi sürdürür de cool çocukların dans ettiği yeni bir beck olur mu" dedirtecek seviyeye gelmişse bu elemanı dikkate almakta fayda var. yalnız içimde bir his var, peñate'nin bir sonraki albümde bundan da başka bir şey yapacağı konusunda.

per

soldaki jason alexander, bildiğimiz george costanza. sağdaki nelly, bir zamanların "hot in herre"ini söyleyen eleman. world series of poker'da oynuyor ikisi de. costanza epeyi iyiydi düne kadar, artık ne yaptı bilmiyorum. 8.5 milyon dolarlık büyük ödüle ulaşır mı bilinmez ama kendisi havalarda değil: "turnuvayı nerelerde bitireceğime dair hayallere kapılmıyorum. agresif oynuyorum ama agresifliğimi aptal olmak istemediğim gerçeğiyle dengeliyorum. eğer c-, b- seviyesinde bir oyuncuysanız ve bolca chip'iniz varsa aptallık edebilirsiniz."

Wednesday, July 8, 2009

long live the king


tören michael jackson'ın büyüklüğüne yakışmış, yakışmamış. kimisi çıkmış şov yapmış, kimisi şık bir şekilde duygularını dökmüş. brooke shields "küçük prens" benzetmesiyle onikiden vurmuş, john mayer enstrümantal "human nature" yorumuyla kendisini öne çıkarmadan saygı duruşunda nasıl bulunulur göstermiş. tahminen gereğinden fazla uzatmamak için belli bir sayıda tutulan konuk sayısı ve çeşitliliği ne yazık ki michael jackson'ın farklı kuşaklar ve türler üzerindeki etkisini göstermekten aciz kalmış, madonna, springsteen, u2, metallica'lı bir kadro, pop ve r&b ağırlıklı bir topluluktan çok daha etkileyici bir iz bırakırmış staples center'a. bu gibi düşünceler geçmiş olabilir kafalardan, benimkinden geçti en azından. ama konuşmaların, fotoğrafların ve oradaki altın tabutun içinde yatan adamın ifade ettikleri gözleri doldurmaya, boğazları düğümlemeye yeterdi herhalde. özellikle kızı paris'in söylediği kısacık ve samimi cümlelerden sonra.

elveda kral. çok yaşa kral!

Tuesday, July 7, 2009

here comes our man!

ilk çocukluk favorilerimden birisiydi frank rijkaard. anlamasam da, kuzenimin "ben van basten olacağım, sen rijkaard ol" telkinleri sonrasında adamım olmuştu. milliyet'te bugün çıkan bir haberden sonra canımın içinde can oldu!
...
meğerse rijkaard bildiğin rocker'mış. hatta indie'ciymiş. milliyet spor'dan mehmet çiftçi'nin haberine göre ağır sex pistols ve the smiths hayranıymış hollandalı. galibiyetlerden sonra nirvana, özellikle de "unplugged in new york" dinliyormuş. hayatını değiştiren albüm ise pixies'in "doolittle"ıymış.
...
sözün özü, bu kış yolu florya'ya düşen olursa, arda turan'ın ipod'unda pixies olduğunu fark eder, mehmet topal'ın inceden "to die by your side it's such a heavenly way to die" diye mırıldandığını duyarsa şaşırmasın. bunun şerefine bir "debaser" dinlenir be!

Thursday, July 2, 2009

2 temmuz

insana konuşacak kelime, hatta düşünecek beyin gücü bile bırakmayacak bir olayın, madımak katliamı'nın 16. yıldönümüydü bugün. insan iyimser yanıyla, "artık böylesi bir olay yaşanmaz, bunlardan ders alındı" demek istese de, türkiye'de benzer bir lincin, böyle korkunç bir nefretin, akıl almaz bir şiddetin yaşanmayacağına dair bir done yok elimizde. 2 temmuz 1993'te katledilen 33 aydının doğru düzgün anılmasında da, faillerine verilmiş olan cezalarda da, türkiye'nin madımak'la yüzleştiğini söylemek mümkün değil.
...
bundan bir ay önce sivas'a gittiğimde ülkenin olduğu kadar, kentin de böylesi bir yüzleşmeye ne kadar muhtaç olduğunu gördüm. "tüm türkiye'nin katliamlarıyla hatırladığı bir kentin başarılı bir futbol takımı çıkartması, sivas'taki atmosferi ve ülkenin sivas'a bakışını değiştirebildi mi?" temalı bir haber için gittiğim için konu üzerine bol bol konuşma fırsatı bulmuştum sivaslılarla. ne yazık ki, çoğunluk "bazı talihsiz olaylar yaşandı" kabilinden konuşup "önümüze bakalım" makamında imalarda bulunurken, nispeten azınlıkta kalan demokrat kesim (özellikle sivil toplum kuruluşları ve halkevleri mensupları ile üniversite öğrencileri) sivas'ın dönüp kendi tarihiyle hesaplaşması gerektiğini açık sözlülükle dile getiriyorlardı. hatta bir tanesi "sivas'a gelenler bir günlüğüne madımak gerçeğiyle yüzleşiyorlar, ancak biz her gün bunu yaşıyoruz" demişti, "bir futbol takımıyla, hatta kangal köpeğiyle anılmak güzel olurdu, ancak madımak gerçeğiyle hesaplaşmadan bu mümkün olmayacak."
...
bugün madımak'ın hali yürek burkmaktan da öte bir etki bırakıyor insanda. henüz birkaç ay öncesine kadar giriş katındaki kebapçıdan kurtulmuş durumdalar, ancak 90'lar lokantalarının kötü estetikle döşenmiş kırmızı-siyah girişi baki. adeta madımak'ın sıradan bir otelmiş gibi davranmaya çalışmasının sembolü gibi: o sokakta iseniz bakmadan geçilmesi istenen, beyhude bir biçimde o olayın yaşanmadığı izlenimini vermeye çalışan bir konumda adeta. gerçekten, bakmamak istiyorsunuz madımak'a. orada olmasın istiyorsunuz. ama var. bu çaba her şeyi daha da acı hale getiriyor. tıpkı kentin, devletin, milletin, tüm türkiye'nin madımak gerçeğiyle hala yüzleşemediği, kafasını çevirmeye çalışıp kendisini kandırmaya çalışmasının verdiği acı gibi...

Wednesday, July 1, 2009

harlem'in meleğinden popun kralı'na...

ve u2 camp nou'da sezonu açtı... dünyanın en büyük grubu, bu yılın en büyük turnesini katalanların meşhur stadyumunda başlattı, hem de unutulmaz bir jestle. billie holiday için yazdıkları "angel of harlem"ı michael jackson'a adadı grup, şarkının içinde de "man in the mirror" ve "don't stop 'til you get enough"tan bölümler çalarak.
...
setlistin geri kalanına bakmakla bakmamak arasında kaldım. ilk iki şarkıyı gördüm ama gerisine bakmayayım dedim. eğer bir aksilik çıkmaz da 15 ağustos'ta wembley'de olabilirsem hala bir sürpriz elementi kalsın istiyorum. sanki (katılabilirsem) o gecenin unutulmaz olması için böyle bir sürprizin katkısına ihtiyacım varmış gibi.