Monday, November 30, 2009

ahmet uluçay (1954-2009)

ahmet uluçay, sinema aşkının vücutlaşmış hali, artık yok. altı yaşında kütahya'daki köyüne bir seyyar sinemanın yolu düştüğünde aşık olmuştu hareketli görüntülere, bugün 55 yaşında son nefesini verene kadar da değişmedi bu. daha küçücük bir çocukken arkadaşı ismail'le birlikte bir sinema makinesi yapmışlardı. çöpten topladıkları filmleri kurgulayıp yansıtmayı becermişlerdi. bir ahır sinema salonları olmuştu, köy halkı seyircileri.
...
yoldaşı ismail hayat mücadelesine daldı, ahmet uluçay söyleşilerinde hakkını hep teslim ettiği eşinin desteği sayesinde devam etti. kısa filmleri "optik düşler" ve "koltuk değneklerinden kanat yapmak" ödüller aldı. belki daha da önemlisi kendisini ezel akay'la buluşturacak, ilk ve tek uzun metrajlı filmi "karpuz kabuğundan gemiler yapmak"a gidecek yola sokmuştu bu filmler.

kusursuz bir film asla değildir "karpuz kabuğundan gemiler yapmak" (2004). böyle bir iddiası da yoktur zaten uluçay'ın (bir söyleşisinde setine gelen sinema öğrencilerinin "hocam aman, aks atladık!" deyişlerine, "yahu atladıysak atladık, sınır kapısı mı bu aks?" dediğini anlatır yönetmen). ama 90 dakikası boyunca sizi tepecik köyüne sokar. dahası, asla ölmeyecek olan çocukluk düşlerinin dayanılmaz saflığını yansıtır. filmin iki kafadarının sinema yapmaya çalıştıkları sürece yaşadıklarını hisseder, deli emin'in sabotajıyla dünyanızın başınıza yıkıldığını görürsünüz. beckett-vari bir şekilde "yine denemenin" hazzını yaşarsınız. aşık olduğunuz kızın bir gülüşüyle güneşin açışına, işini bilmez bir berberin her şeyi berbat edişine tanık olursunuz. kusurludur ama hayat doludur bu film. sıfır bütçelidir, küçük bir yapımdır ama aslında kocamandır. "büyük" filmdir, bir kalp kadar büyük.
...
"bozkırda deniz kabuğu"nu beklemekteydik. çekimlerin önemli bir kısmının tamamlandığı, ancak önce maddi sorunlar, sonra da uluçay'ın ağırlaşan sağlık durumu yüzünden beklediğini okuyorduk arada. sanki sinema için çalışan beyni bir tümöre yenilmezdi, geri dönerdi diye bekledik. iyi haber gelir diye. olmadı, biraz daha eksildik.
...
güzel bir adam daha gitti, karpuz kabuğundan yaptığı gemisine binip. huzur içinde, sinema düşleri eşliğinde uyusun.

Sunday, November 29, 2009

2009 güncelleme #8: Doves - Kingdom of Rust

2000'lerin en iyi gruplarını düşünürken doves hep akla geliyor olmalıydı. bu on yıla iki başyapıt sığdırdılar ki bir tanesini yapabileni bile baştacı ederiz. sorun basit bir "gözden ırak = gönülden ırak" denklemiyle açıklanabilir aslında. iki yıllık bir süreye "lost souls" (2000) ve "the last broadcast" (2002) kalibresinde iki kayıt sığdırdıktan sonra bir diğer iyi albüm için yedi yıl beklemeleri doves'u olması gereken yerin çok uzaklarına yerleştirdi.
...
doves gibi gruplardan pek fazla yok meydanda. gitar müziğinin standartlarını zorlamak ama bildik şarkı formunun dışına çıkmamak istiyorlar. ses işçiliğine çok kafa yoruyorlar ama bunun duyguyu öldürmemesine de özen gösteriyorlar. 2005'in "some cities"i insanı alıp götüren şarkılar açısından eksikti örneğin, ama uğraşılmamış, aceleye gelmiş bir iş değildi. belki tam tersi, o kadar çok istemişlerdi ki farklı olmasını, şarkıların özlerinden uzaklaşmışlardı. buna "around the sun" sendromu diyebiliriz, ve r.e.m.'de olduğu gibi grupları dağılmanın eşiğine dahi getirdiğini biliriz.
...
bunca zaman geçtikten sonra bir sıradan albüm daha yapmak doves'u ikinci lige düşürebilirdi eleştirmenler ve dinleyiciler nezdinde. bunun doves'ta bir baskı yaratmadığını söylemek mümkün değil. dördüncü albüm için aradan dört yıl geçmiş olmasını buna bağlamamak da öyle. örneğin r.e.m. böyle bir durumdan punk kökenlere dönerek, fikirleri mümkün olduğunca ham haliyle kullanarak kurtulmuştu "accelerate"te. doves ise yapı gereği bunu yapması mümkün olan bir grup değil. onlar çalışmalılar sadece, iyi olana kadar. işte bazı grupları deliliğe sürükleyen bu cendere, ne mutlu ki, doves'u bitiremedi. sebebi de, "kingdom of rust"ın "iyi" bir albüm olması.
...
radiohead'i anımsatan "jetstream"le açılan albüm "kingdom of rust"ın umutlu melodisiyle bir adım yukarı çıkıyor. "winter hill"in manchester gitarları ile bir adım daha, "10:03"nin uykudan uyanıklığa geçişi çağrıştıran atmosferiyle bir adım daha... blondie'nin "the rapture"ının nefis bir remake'i sayılabilecek "compulsion"ın trippy havasıyla da zafer turu geliyor.
...
"kingdom of rust" iyi bir albüm, ama herhangi bir iş değil asla. onlar için hemşehrileri ve yakın dostları elbow'a teslim ettikleri, (q'nun eksiksiz tarifiyle) melankolik alternatif stadyum rock tahtı için mücadeleye devam edeceklerinin resmi adeta.

Thursday, November 26, 2009

dr. oz ve gerçek sarışın

doktor mehmet öz'ün star'da da yayınlanan programında stüdyodaki bir kadın kalkıp şikayetini anlattı: "ben doğuştan sarışınım. saçlarım, kollarımdaki tüyler hep sarı. ama güneş yüzü görmeyen yerimdeki tüyler sarı değil." amerikalıların star doktoru oz da güzelce dinledi, pigmentlerden girdi ışığın yanıltmasından çıktı, uzun uzun anlattı. "bu basit bir şey, düşünülecek bir durum değil," dedi. sonrasında kadın "yani gerçekten sarışın mıyım?" diye sordu. merak etmeyin bayan, gerçek sarışınsınız.

Monday, November 23, 2009

2009 güncelleme #7: Animal Collective - Merriweather Post Pavilion

24 ekim 2008 akşamı otto'da panda bear ve geologist'le biralarımızı içme şansına eriştiğimizde (ki grup üyeleri türk kahvesi içmekteydiler aslında) "merriweather post pavilion" çıkmamıştı henüz. şarkıları aylardır konserlerinde çalmaktaydı animal collective, ilerleyen saatlerde babylon'da da bunu yapacaklardı. yine de "albüm neye benzeyecek?" diye klişe gazeteci sorusu sorduğumda dişe dokunur bir yanıt verecek inceliği göstermişti panda bear: "bence bir önceki albümü sevenler bunu sevmeyecek!"
...
"strawberry jam"den o kadar da farklı mıydı "merriweather"? kısmen. bir öncekinin sevimlilikten kırılan, dile dolanamayacak kadar tatlı melodilerle örülü havasının aksine daha çok emek isteyen bir kayıttı bu. ama ortak yanları da vardı, en başta da animal collective'in günümüzün en parlak gruplarından biri olmasını sağlayan yetkin ses işçiliği. ecnebilerin "mind-bending" (beyin bükücü!) dediği cinsten seslerle örülü albüm. vokali diğer seslerin üzerine çıkartmayan, şarkının içindeki gömülü melodileri buldurmak için emek harcatan bir albüm bu. albüm kapağında gözünüze yaptıkları şeyi kaydı dinlerken kulağınıza yapıyorlar sanki.
...
ama korkmayın, her şey de o kadar imkansız değil animal collective müziğinde. "in the flowers"ın adım adım büyüyen ve epikleşen atmosferinden "my girls"ün pembe popuna geçiş kolay oluyor. birden okyanusa atmıyor dinleyiciyi bu adamlar, uzun intro'lar bu yüzden belki de. giriş gibi çıkış da uzuyor ama, özellikle son şarkı "brothersport" kaşla göz arasında devasa bir hangarda yapılan rave havasını kazıyor albüme.
......
animal collective hiçbir zaman kolay bir grup olmadı, "merriweather post pavilion" ise bu anlamda grubun kendi ortalamasının da üzerinde. yine de panda bear'in dediğine çok takılmayın. son iki animal collective albümünün ikisine birden bayılmak pekala mümkün!

Tuesday, November 17, 2009

2012

bir roland emmerich filmi izlerken genelgeçer film beğenme kriterlerini bir kenara bırakmak gerekiyor. eğer klişelere boğulmayan bir olay örgüsü, sağlam altmetin, politik olarak düzeyli ve amerikan aşkı sunmayan bir film izlemek istiyorsanız adresiniz bu adamın filmleri değil. "2012"yi böyle izlemek gerekiyor. zira emmerich parlak bir yönetmen olsa 2012'nin felaketlerini çevresel-politik altmetinlere dayandırabilir (danny boyle!), bireysel öykülerden içe dokunacak detaylar çıkartabilir (spielberg!). emmerich'in ise asla böyle bir derdi yok. koltuğunuza yaslanın ve dünyanın yok oluşunu izleyin.
...
sadece bu gözle izlendiğinde dahi "2012" tam bir başarı değil. filmin klişelerine falan girecek değilim, ama tabiri caizse "felaket pornosu" izlemek için kurulanları tam olarak tatmin ettiğini söylemek zor. ilk 45 dakikada taş üstünde taş kalmaması ne kadar görkemli ve muhteşemse, sonraki bölümde aksiyonun azalması, filmin uzayan süresiyle birleşince o kadar can sıkıcı hale geliyor. sonlara doğru karşılaşılan problemin son derece cılız olması da filmi vasatlaştırıyor. elinde böylesi imkan olan bir yönetmenin neden filminde izleyeni felakete doyurmadığını merak ettim.
...
bardağın dolu tarafına bakarsak woody harrelson'ın oynadığı charlie frost karakteri, ilk yarıdaki heyecanı ve yine de sonlara doğru gelen patlamaları sayalım, bunlar sayesinde film kendini kurtarıyor. mısır tüketicisi bir film için beklentiler bunlarsa, onları karşılıyor. bende karşıladı...
...

hüzünlü ingiliz pop müziği gibi - (500) days of summer

zaman bizim zamanımız. lise yıllarımızı küçük şehirlerde, bizi anlayacak birisini bulamadan geçirdik. hüzünlü ingiliz pop müziği dinledik, derdimizi anlayan kişiler o şarkıları yazanlardı. yalnızdık ama şarkılarımız vardı. çok okumuştuk, kelimelerimiz vardı. kimsenin bilmediklerine kafa yorduk, herkesin gülüp geçtiği, daha kötüsü fark etmediği detaylarla hüzünlendik. ve filmlerimiz vardı. oradaki gibi aşkı bulacağımıza inandık, peliküle yansıtılmayı hak edecek kadar sevilecektik bir gün.
...
artık varız. gün bizim günümüz. yukarıda anlattığım, birbirini tanımadan dünyanın dört bir yanında büyümüş sessiz çocuklar büyüdü. belki x kuşağı, baby boomers gibi bir ismimiz yok belki, ama varız. artık filmlere bile konu oluyoruz, "(500) days of summer" gibi.
...
filmde kahramanımız tom hansen'ın 500 günde yaşadıkları bizim de yaşadığımız, yaşayabileceğimiz veya en azından yaşamak istediğimiz şeyler. bizim yerinde olmak isteyeceğimiz bir erkek, bizim hoşumuza gidecek bir kızla, kimisi sonra gülümsenerek hatırlanan, kimisi de pişmanlık uyandıran anılar yaşıyorlar. bizim de seveceğimiz şarkılarla örülü, bizim de hayatımızda yer eden filmlere, üzerimizde görmek isteyeceğimiz kıyafetler içinde, yaşamak isteyeceğimiz mekanlarda anılar biriktiriyorlar. bu hem acı, hem tatlı anılar eşliğinde bir ileri bir geri gidip geliyoruz 500 gün içinde.
...
"(500) days of summer" içerdiği onlarca detay sayesinde hayranı olabileceğiniz, sıcak bir film. ama bir şey var ki, sanki ilk paragrafta anlattığımız detaylar yüzünden bu film hollywood'un fabrikasyon bir işi mi diye düşünüyor insan. en azından filmin "bu yılın garden state'i" gibi pazarlanmış olduğunu görünce bir kurt düşüyor. acaba bu filmin anlattığı insanlar, o sevimsiz deyimle "hedef kitlesi" yani biz, "(500) days of summer"ın detaylarına, karakterlerine ayılıp bayılırken aslında avlanıyor muyuz? cevabı zor bir soru, ama en azından filmin izleyiciye geçirdiği "samimiyet" duygusu, "hayır" dememize yardımcı oluyor.
...
sinemasal olarak bakarsak "(500) days of summer" zorlu sayılabilecek bir kurgunun altından hakkıyla kalkan, senaryosu ince detaylar ve nefis cümlelerle dolu, oyuncu yönetimi ve müzik kullanımı kusursuz bir film. daha önemlisi, yüz güldüren, göz dolduran, "gerçek" detaylarla dolu, sizin dilinizden konuşan, "dost" bir film. tom'un ergenliği boyunca dinlediği hüzünlü ingiliz pop müziği gibi.

Thursday, November 12, 2009

girls - album

biliyorum, pek çok kişi müzik yazılarında alengirli cümlelerden tiksiniyor. ama müzik yazan kişiler olarak da öyle alengirli cümleler kullanmayı seviyoruz ne yapalım! durumu daha da karmaşıklaştıran ise, müzik yazanların o alengirli cümleleri kullandıracak gruplara karşı ayrı bir sevgi beslediği gerçeği.
...
bu yılın en parlak çıkışını yapan gruplarından girls, "o gruplardan" birisi. elvis costello'yu buddy holly'nin grubuna vokalist yapın, ama o rock'n'roll şarkılarında gençlik ateşini değil, kırık kalbini anlatsın. ama bunu da öyle bir şekilde yapsın ki siz de dans etmek isteyin. hüznünü anlatırken bile eğlenceli olabilmek ve bunu işin içine ironi veya alay sokmadan yapmak galiba girls'ün asıl başarısı. bir iki şarkı dışında "album" "geleceğe dönüş"teki gibi bir mezuniyet partisinde çalınacak, saçları yana taranmış erkeklerle eteklerini sallayan kızların karşılıklı dans edecekleri şarkılarla dolu. açılış şarkısı "lust for life" bunun nefis bir örneği. sıradışı güzellikteki "laura" henüz albümün ikinci şarkısında bambaşka bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. "be my baby"nin efsanevi davul intro'sunu ödünç alan "ghost mouth" geliyor arkadan. grubun etkilenimleri arasına velvet underground'u da koymamızı gerektirecek bir gitar solosu var burada.
...
yedi dakikalık "hellhole ratrace" ise bence tartışmalı bir şarkı. grubun ilk single'ı olarak çoklarını gruba hayran bırakan kayıt o. umut verici başlıyor, vokalist christopher owens'ın fena halde gözü yaşlı vokalleriyle insanı havasına da sokuyor, ama gereğinden en az üç buçuk dakika uzun bir şarkı. grubun epik olma adına kendisini zorladığını hissettirdi bana. grupların olduğundan daha büyük olmaya çalıştığını görünce çok soğuyorum, ne yapayım.
...
soğukkanlı bir surf şarkısı olan "headache" ve hemen arkasından gelen "summertime" ise daha dikkate değer parçalar bence. özellikle "summertime" kendini kasmadan da "büyük şarkı" yapılacağının kanıtı.
...
birçokları samimiyetlerini sorguluyor, ama bence san francisco'lu ikiliyi dinlerken en son düşünülmesi gereken şey bu. 2009 yılının sonunda 1964'te çıkmış gibi duran ama poz yapmayan, içinde gerçekten iyi melodiler barındıran bir rock'n'roll albümü bulunca sorgulamak pek yakışıklı bir hareket değil çünkü. dans etmek varken...

Tuesday, November 10, 2009

2009 güncelleme #6: Patrick Wolf - The Bachelor

"ben demiştim" pek hoş bir cümle olmasa da müzik yazan çizen ya da sadece biraz fazla kafa yoran kişi için biraz da elzem bir ukalalık. bir şeyi ilk keşfeden olmak güzel bir duygu yahu! hele internet sayesinde her şeyin çok daha hızlı keşfedildiği zamanlarda. patrick wolf'la da böyle bir ilişkim var. 2004 yılında kendisini çok sıcak bir öğleden sonra benicassim'de izlediğimde "bu çocuk büyük adam olacak" dediğimi hatırlıyorum. bu tecrübeyi blue jean'e şöyle not düşmüşüm o zamanlar:
...
"Sahnede tek başına duran; hem keman, hem gitar çalan, arada Apple Notebook'unun başına geçen bir ahir zaman ozan-şarkıcısı. 15 yaşında yaptığını iddia ettiği şarkıların bile yarattığı etkiye bakılırsa bu delikanlının yeteneği ve tecrübesi 21 yaşının çok ötesinde, adını yazmak gerek bir kenara."
...
bir kenara yazsanız da yazmasanız da adını öğrendiniz o günden sonra. aritmetik olarak iki yıla bir albüm düşürdü wolf. ölümüne hayranı sayılmasam da o albümlerin en güzelini ise bu yıl çıkardı "the bachelor"la. geçen kısa zamanda siyahı geride bırakıp başka renklerle giyinmesi, düz amerikan teenage saçlarını daha frapan modellere bürümesi gibi müziğini de renklendirdi. ama "deli bu adam" dedirten uçuk yanını biraz törpüledi. kendisini dizginlediğini söylemek zor, zira bu adam hala çok büyük hissiyatları seviyor. müziğini dinlerken ağlansın, delice gülünsün, manyak gibi dans edilsin hatta mümkünse bilekler kesilsin istiyor. hollywood filmlerinin izleyiciyi koltuğa yapıştırma sevdası gibi, dinleyeni müziği karşısında küçücük yapmanın peşinde wolf. ve "the bachelor"da bunu defalarca başarıyor. en çok da benzersiz "damaris"te: "kimse bilmezdi nereden geldiğini, ama ait olduğun yer kollarımın ta deriniydi."

Monday, November 9, 2009

district 9: "hepimiz karidesiz!"

sinema-futbol analojisi kurarsak bir b filmi izlemek de halı sahada maç seyretmeye denk düşüyor kanımca. sahadakiler en pahalı oyuncular değil, ortadaki yapı çok büyük bir stratejiden ziyade kaotik, gerilla-vari bir dağılıma işaret ediyor. ama her şey daha serbest ve dolayısıyla "seyir zevki"nin önünde hiçbir sınır yok.
...
"district 9" bir b filmi olmasa da bu janrdan beslenen bir iş. görsel olarak bir blockbuster'ın kurallarına uymuyor. haberlerden emanet bir görsel dili kullanıyor, aksiyon anlarında dahi omuz kamerasıyla baş döndürmekten imtina etmiyor. kan konusunda bir b filmi kadar cömert. en beklemediğiniz anlarda kopan kollar, çıkan tırnaklar bir hollywood filminde beklemeyeceğiniz hareketler. ayrıca başrolde de bir hollywood yakışıklısı ya da her koşulda espri yapmaya/karizmatik cümle söylemeye yeminli bir hollywood arsızı göremiyoruz.

"hollywood'da yok" kalıbının çok benzerini bu film çok net bir şekilde ilk dakikalarında kuruyor: "tuhaf bir şekilde uzay gemisi new york'a ya da chicago'ya düşmemişti." daha da tuhafı oluyor gerçi: uzay gemisi düşmüyor, yerin bilmemkaç yüz metre üzerinde duruyor sadece! "district 9"ın kapkara mizah anlayışını perçinleyen detaylardan sadece birisi. bu yanıyla "starship troopers"ın mizahını anımsatmıyor değil. uzaylıların sosyal hayata uyum sağladıkları, christopher johnson gibi isimler alabildikleri, karides diye aşağılandıkları, mafyaya kedi maması karşılığında silah sattıkları bir dünya bu. karideslerin "zenci" gibi bir muamele görmeleri, olayların johannesburg'da geçiyor olmasıyla birlikte daha da zengin bir alt metin yaratıyor ve filmin derinliğini artırıyor.

...
ama sadece yüzeye baktığınızda da başta bahsettiğimiz "seyir zevki" açısından harika bir film var elde. örneğin, baş döndürücü ilk on dakika benim çok inandığım bir şeyi beceriyor: izleyiciyi tak diye filmin havasına sokmayı. nefis bir kurgu, hiper-gerçekçi oyunculuk ve belgesel-haber kamera kullanımı sayesinde çok kısa süre içerisinde "district 9"ın içinde buluyorsunuz kendinizi. senaryonun ilerlediği her kavşakta karakterlere, olaylara bakışınızın değişimini sağlayışıyla ve vicdani açıdan sizi bir türlü rahat bırakmayan sorularıyla. "district 9"ı herhangi bir popcorn tüketici filminden çok öteye, 2009'un en iyileri arasına koyuyor.

Tuesday, November 3, 2009

yaşayacağımız şeyler - up

bir macera defteriniz var, içinde yaşadıklarınıza dair detaylar var. fotoğraflar, notlar, biletler... yarısından sonraki kısmı da "yapacağım şeyler" olarak belirlemişsiniz. o boş sayfaları doldurmak, doldurdukça ikinci kısmı birinci bölüme eklemek, ama ikinci bölümü de boşlamamak... yeni sayfalar açmak. bu, 2009 yılında izlediğim en iyi filmlerden biri olan "up"ın özeti. ama bir anlamda hayatın da özeti.
...
yıllar ilerliyor olabilir, zamanın geçişini takvim yapraklarından değil, beyazlaşan saçlar, eksilen dostlar, sararan fotoğraflar üzerinden algılayacak kadar uzun yaşamış da olabilirsiniz. ama son düdük çalana kadar maç bitmez ya, son nefes verilmeden hayat bitmez. en azından macera defterine bir şeyler ekleyecek kadar anı biriktirmek isteniyorsa bitmez. herkesin mühendis gibi düşündüğü veya kiralık katil gibi birilerinden emir alarak çalıştığı zamanlarda hayal kuracak kadar cesursa, bitmez.

bu hayaller sizin hayalleriniz de olmayabilir üstelik. ruh ikiziniz ya da diğer yarınız olabilir, ya da bu hayatta sizi en iyi anlayan kişi. her mutluluğu ancak onun yanındayken tam yaşayabildiğiniz, sadece onunla tam olabildiğiniz kişi. eğer o kişiyi bulmuşsanız, onun hayalleri sizinkilerdir, sizinkiler de onunki. iki kişi bir ortak hayat yaşar sonra, bir diğeri günü gelip de gittiğinde de o ortak hayat bitmez. yaşar. bu her zaman aşk da olmayabilir. çocuğun babasında, köpeğin sahibinde, kuşun yavrusunda, maceraperestin aradığında da olabilir. carl fredricksen örneğinde ise bu tamlık, ellie ile gerçekleşiyor.

carl ile ellie o kadar güzel bir çift ki! herkesin yaşayabileceği kadar gerçek, ama bir yandan da çoğu insanın sadece hayallerinde görebileceği kadar nadir bir aşk onların yaşadığı. "up"ın sıradışı ilk dakikaları anlamanıza yetiyor bunu. yaklaşık dört dakika süren o sekans, sinema tarihine geçecek kadar güçlü. aşk hikayelerine duyarlı bünyelerde gözleri mutlaka dolduracak, hassas kalpleri de kıracak güçte o dakikalar. ileri gidelim, o sekanstan bir kısa film çıkar, o kısa film de antolojilere girer. "up"ı izlememişler için daha fazla anlatmak niyetinde değilim, ama filmi izledikten saatler sonra dahi bu satırları yazarken o dakikaları anımsayıp etkisine girdiğimi söylemeliyim.

bundan sonrasını izleyenlere bırakayım. "up," aşk, macera, hayaller, insanı hayatta tutan şeyler üzerine bir başyapıt.

Sunday, November 1, 2009

u2 100,000 bilet satar mı?

u2'nun istanbul konseri biletleri birkaç saat sonra genel satışa çıkıyor. yazması bile heyecan verici! aslında otobüs duraklarında u2 posterlerinin asılı olduğu, gazetelerinde tam sayfa konser ilanının olduğu bir ülkede olmak da öyle! (abarttığımı düşünen hayatında hiç aşık olmamış olsa gerek!)
...
son zamanlarda u2'nun memlekette de bu kadar gündeme gelmesi güzel, ama arada konuya umutsuz bakan, 6 eylül gecesi olimpiyat stadı'nın boş kalacağını düşünenler var. birkaç açıdan bakınca haksız sayılmazlar. bu ülkede en kalabalık stadyum geceleri michael jackson ve madonna'nın 1993'te verdiği ve sırasıyla 52,000 ve 55,000 kişi toplayan konserleriydi. bunlar ahmet san'ın kendi ağzından söylediği rakamlardır ve biraz abartı ihtimali dahi olsa onun sözüne güvenmekten başka çaremiz de yok. bu arada istanbul'un bu iki pop efsanesini iki hafta içerisinde izlemiş olması şu an kulağa ne kadar gerçekdışı geliyor değil mi?

neyse, konumuz u2. iksv ve live nation yetkililerinin iki hafta önce basın toplantısında açıkladığına göre hedef 100,000. yani neredeyse türkiye'de michael jackson ve madonna'nın çektiği izleyicinin toplamı! peki bu mümkün mü? davetiyeler dağıtarak kuruçeşme'nin doldurulduğu, beş-altı sıkı ismin katılımıyla yapılan festivallerin 10,000'i ıkınarak geçtiği, türkiye'de gerçek bir fenomen olan metallica'nın bile 40,000 sularında gezdiği bir ülkede, u2 100,000 kişiyi gerçekten toplayabilir mi? hele herhangi bir albümü türkiye'de tahminen 15-20,000 belki satan (o da 90'larda, kaset-cd satışının iyi zamanlarında) bir grup için? olaya biraz dışarıdan bakanlar için kulağa bunun da gerçekdışı geldiğinin farkındayım. ama bir gerçek de var: böyle bir şey olacaksa, tam zamanı şimdi!
...
u2 şu an kariyerinin en cesur, en büyük turnesinde. defalarca yazdım: bu, rock tarihinin de en büyük prodüksiyonu. sadece ben değil tabii, ertuğrul özkök'ünden mehmet y. yılmaz'ına kadar alakasız onlarca yazar dile getirdi u2 360°'nin ne kadar farklı, özel bir proje olduğunu. şu bir gerçek, u2 türkiye için hiç bu kadar büyük olmamıştı. daha doğru ifadeyle söyleyelim, türkiye, u2'nun büyüklüğünü hiç bu kadar idrak etmemişti.

insanın çevresi her zaman doğru bir gösterge değildir. çevrenizde herkes koşar oyunu baskın oran'a verir, ama ertesi gün oran'ın milyonlar içerisinde 33,000 oy aldığını görürsünüz! tüm yakın arkadaşlarınız "kelebek ve dalgıç"ın ne kadar güzel bir film olduğunu konuşur, ama filmin gişesi 5 haneli rakamlara ulaşamaz. ama yine de son haftalarda normalde rock dinlemeyen insanlardan (misal, annem!) u2 ile ilgili aldığım sorular neden olmasın dedirtiyor bana.

en önemlisi ise şu. u2 360° tour'da bir iki istisna dışında sold-out olmayan konser yoktu. bizden vize istemediği için hırvatistan ilk tercihimdi bu yaz. bir sabahımı onların biletix'inin sayfasını refresh ederek geçirmiştim, üç saat sonra siteye girebildiğimde gördüğüm şey sold-out ibaresiydi. buradan bir girin bakalım, şimdiden avrupa turnesinde bileti kalmış olan kaç konser var? bir de avrupa'nın diğer merkezlerindeki konserlerin ikinci el bilet fiyatlarına bakın. düşünün, bundan bir ay sonra u2 konseri bileti almak isteyecek bir hayran danimarkalı bir karaborsacıdan 1000'lerce kron'a mı alır, yoksa buradaki pırıl pırıl fiyatlardan mı?
...
evet, u2 boş koltuklara çalmayacak, stadyumda az kişi varmış gibi görünmeyecek. bundan 8 ay önce "u2 türkiye'ye gelmesin" diyen ben, buna inanıyorum. çok çok sıradışı bir rakam olacak 6 eylül 2010 gecesi atatürk olimpiyat stadyumu'nda. çoğunluk da türk olmayacak, buna da inanıyorum. aklıma 2005 şampiyonlar ligi finali geliyor. o gece tribünlerin çoğunluğunu türkler oluşturmuyordu, ama bu oynanan maçın futbol tarihinin en nefes kesici finali olmasından bir şey kaybettirmedi. u2'nun istanbul konserini izleyen kitlenin çoğunluğu da türk olmayabilir. ama o gece oradaki en az 80,000 kişi hayatlarında görüp görebilecekleri en inanılmaz rock'n'roll şovlarından birisine tanık olacaklar. ondan sonrası o stadyumun dışındaki insanların bileceği iş.