Saturday, September 11, 2010

milli takımı tutmak

bu yaz bir+bir'in dünya kupası'na eğildiği sayısında şöyle bir soru vardı: "güney afrika'da türk milli takımı da olsaydı diyen var mı?" 2004 playoff'larında letonya, 2006 baraj maçında ise isviçre tarafını tutmuş birisi olarak bu soruya bir soruyla cevap verdim: "siz hala orada mısınız?"

yanlış anlamayın, milli takımı tutup tutmamak zorunluluğa bağlanacak bir konu değil, hepsi o. solun futbolla imtihanında çetrefilli bir konudur milli takım. geçen yıl taksim'de ibrahim altınsay'la birlikte katıldıkları bir panelde benzer bir soruyu ters köşeden sormuştu bağış erten: "peki sizce milli takımı tutmakta bir sakınca var mı?"

türk milli takımını sorgusuz sualsiz desteklemek, eleştiriyi vatan hainliği olarak algılamak ne kadar hastalıklı bir duyguysa, bu ülkede yanlış giden şeylere dair tüm eleştiriyi spora yöneltmek, "türk milli takımıysa tutmam" mentalitesi de o kadar yanlış bence. benim ilk paragraftaki milli takım antipatimin sebebi 2002'den başlayarak devam eden, altınsay'ın "bu türkiye'nin değil, bir takım komplekslerin takımı" konusuyla özetlenebilecek bir dizi çirkin, ilkesiz davranışın sonucuydu. kırılma noktam ise 2008 oldu. başlarındaki fatih terim'in yarattığı antipatiye karşın sahadaki takımın emeği, 2002'nin aksine hakemle değil de rakiple oynamaya başlamaları sonucu çok uzun zaman sonra ilk defa sevdim o takımı. 2010 elemelerinde de tarafsızdım, iyi oynadıklarında arkalarındaydım, kötüyken de üzülmedim, sahiplenmedim. kimine kaypakça gelebilir, ama bu kendimce "türkiye de tutulabilir, tutmaya değer oldukça" gibi bir duruştu.

basketbolda ise durum çok daha farklı. yıllardır hiçbir turnuva öncesinde bu takımı sahiplenme konusunda bir ikilem yaşamadım. basketbolun futboldan her zaman daha programlı ilerlediğini, daha uzun vadeli planlarla yönetildiğini ve daha başarılı olduğunu tartışmak yersiz. bunun da ötesinde bir gerçek var ki, bunu 2010 dünya basketbol şampiyonasında fark ettim.

kişisel olarak istediğiniz noktada olabilirsiniz ama yurtdışına çıktığınızda sahip olduğunuz pasaportla değerlendirilmeniz kaçınılmaz. en çok da, siyasetçileriniz, sanatçılarınız ve sporcularınızla temsil ediliyorsunuz haliyle. bu yaz güney afrika'da onlarca insan bana "burada türkiye de olmalıydı" dediğinde 2008'deki takımın yarattığı mucizeler vardı akıllarında, fatih terim'in egzantrik saha kenarı performansı değil! ya da geçen yaz londra'da bir gece yarısı san sebastian'lı bir çocuk bana sarılıyorsa nihat kahveci'nin o kentte bir kahraman olmasından dolayıydı bu! işte tam da bu sebepten 12 dev adam beni mutlu ediyor, gururlandırıyor. ben, sahadaki temsilimin az da olsa bana benzemesini istiyorum. abartılı değil, futbolculuğunu sevsem de slovenya maçından sonra 12 dev adam'ı "türklüğe yakışır şekilde oynadılar" diyen küçük fatih, küçük emre oluvermiş arda turan'la, ya da volkan demirel'le oturup konuşabileceğim bir şey olamaz. ama hidayet'le, sinan'la, ömer'le karşılaşsanız oturup konuştuğunuzda sizden o kadar uzak olmadığını görürsünüz. isteyen tepeden bakma olarak görsün ama gazeteci olup da sporculara bir parça yakın durduğunuzda bunu eminim hissederdiniz. ben hayat görüşü, duruşu olarak kendime yakın hissedebildiğim için de çok seviyorum bu takımı...

sadece saha dışı faktörler söz konusu değil elbette. takım olarak savunma yapıp takım olarak hücum eden, rolleri paylaşmaktan gocunmayan, yıldızla 12. adam arasında ego açısından en ufak bir çatışmanın bile yaşanmadığı, maç sonunda sevincini muhabirle birlikte yaşayabilecek kadar candan, zaferini bir hesaplaşma platformu olarak görmeyecek kadar oyuna odaklı, birçok rakibi kasten maç kaybetme ucuzluğuna düşerken çıkıp oyunu oynayacak kadar sportmen, bu topluluğun beni temsil etmesi beni gururlandırır. ucuz bir milliyetçilik değil bu, bu topraklardan planlı, programlı ve sporun ruhuna uygun bir takımın çıkabileceğini görmenin, bunun tüm sporlara, hatta belki alakasız alanlara da ilham verebileceğini ummanın güzelliği...

o zaman, haydi çocuklar... iki hafta süren çabanızın karşılığı bugün ve yarın gelecek galibiyetlerle altın olsun...

1 comment:

  1. kesinlikle katılıyorum.. basketbolun genel olarak dünyada (abd hariç tabi) özel olarak da ülkemizde popularite olarak futbolun yanına bile yaklaşamamasının en güzel yanı da bu.. oyuncusundan teknik heyetine, herkes sadece işiyle ilgileniyor.. yine türkiyede yapılan 2001'deki avrupa şampiyonasındaki başarının ardından gelen büyük ilginin belli bir süre takımda huzursuzluklar yarattığını hatırlıyorum, hidayet gibi yıldızların biraz şımarıklık yaptığı bir dönemdi bu.. ama şimdi herkes büyük bir olgunluk ve takım ruhuyla oynuyor ve bunu izlemek gerçekten de keyifli.. benim gibi başlangıçta turnuvaya pek ilgi göstermeyen biri için bile..

    ReplyDelete