Tuesday, October 19, 2010

filmekimi 2010 (iki)

bir filmekimi daha bitti. kişisel yoğunluklarımdan mıdır, emek sinemasının yokluğundan mıdır, yoksa geleneksel "festival koşusunu" hiçbir filmden önce gerçekleştirmediğim için midir, tam giremedim festival havasına. beş film izlediğim ilk hafta sonundan sonra geçen hafta da üç film izleyip kapattım festivali.

haftanın açılışını werner herzog'un merakla beklediğim "benim güzel oğlum, ne yaptın sen?"le yaptım. herzog'un stili zorlayıcıdır: karakterlerine pek sempati duymazsınız, aktör ve aktrisleri genelde belirli bir yüzeysellik ve yapaylıkta oynatır (tıpkı david lynch gibi). insanı zorlayan, açıklamanın zor olduğu tekinsiz atmosferler kurar filmlerinde. sıradan şehir hayatı gösterdiğinde dahi yanlış giden bir şeyler veya yaklaşan bir tehlike olduğunu hissedersiniz. "benim güzel oğlum, ne yaptın sen?"de o yanlış şey filmin ilk sahnesinde gerçekleşmiş oluyor. geriye dönüşlerle de bir insanın nasıl annesini öldürme noktasına geldiğini gösteriyor. herzog, kırık bir insanın psikolojisine dair kesik parçalar sunuyor filminde. dedektifin suçu öğrenmek için öğrendiği detayları, o ruha dair ipuçları edinebilmek için kullanıyoruz biz. michael shannon'ın etkileyici oyunculuğuna dikkat çekmek gerek şüphesiz, ama herzog'un gagalı hayvanlara tutkusunun nereden geldiğini merak etmiyor değilim! ian curtis'in hayatına son vermeden izlemeye başladığı filmi "stroszek"te de dans eden tavuklar vardı hatırlarsanız.

festivalin en yüksek doluluk oranına sahip filmlerinden birisi, tahminen festivalin en fazla salon boşaltan filmi de oldu. "amcam önceki hayatlarını hatırlıyor"un ilk yarım saati bittiğinde izleyicilerin %30'u çıkmıştı bile. şaşırtıcı değil, cannes'da altın palmiye almış bir filmin ilgi görmesi doğal. aynı şekilde, apichatpong weerasethakul'un stilinin izleyiciyi zorlaması da çok normal. öyküsüne baktığınızda kafanızda "big fish" benzeri bir film canlanıyor olabilir, bende öyle oldu. ya da ölüme yaklaşan bir adamın öyküsünün şiirsel görselliği de beklenebilir. ama bunların ikisini de pek vermiyor weerasethakul. metafiziği, düşleri, mucizeleri günlük hayatın içine yerleştiriyor, hiçbir açıklama yapmadan. zaten bu filmi izleyecekler, konvansiyonel sinema beklentilerini dışarıda bırakıp gelsinler. senaryodaki olay akışına değil, hislere odaklanan, filmin akışından tamamen bağımsız düşsel sahnelere yer veren, en sıradan görünen sahnesinde bile insanı şaşırtabilecek doğaüstü detaylara giren, dahası kimi zaman da son derece sıradan sahnelerden kaçınmayan bir film bu. film de dememek lazım belki, zira film bütünlüğüne sahip bir çalışma değil bu. kimileri "rüya"ya benzetmiş, kimileri "bir tecrübe" demiş. herkese göre bir tecrübe değil bu, benim için de "hayatımın filmi" falan değil. ama bu adamın yapmaya çalıştığı şey ilgimi çekti ve bir dostun da değerli gayretleriyle weerasethakul'un diğer filmlerini izleyecek hevesi buldum kendimde.

"ağaç" filmekimi için güzel bir final yaptı. julie bertucelli, önceki filmi "otar gittiğinden beri"de çekmişti dikkatimi. bu sefer daha büyük bütçeli, daha büyük görsellik gerektiren, daha iddialı ve öncekinin sakin hüznü yerine çok daha dramatik bir film çekmiş. ama derininde filmlerinin ruhları benzer: aile ve yoklukla baş etmenin zorluğu üzerine etkileyici filmler bunlar. charlotte gainsbourg hayatın savurduğu anne rolünde başarılı, ama sahne çalmak konusunda hiç de kolay lokma olmayan çocuk oyuncular da var. dramatik, zayıf anınızda yakalarsa fena yapabilecek bir film "ağaç." başarılı yanı, pastoral olanı günlük yaşamla, masalsı olanı gerçek hayatla zarafetle birleştirebilmesinde. bu özellikler sinemaya sadece inandırıcılık gözlüklerinden bakan kimilerine göre negatif olabilir. ama bunun kurgusal bir film olduğunu akılda tutanlar için özel olacagını düşünüyorum "ağaç"ın.

No comments:

Post a Comment