Monday, January 31, 2011

Biutiful: Ölüme dokunmak

Bu filmi izlemeden önce umutsuzluğa, karamsarlığa, hüzne, kızgınlığa, çirkinliğe hazır olun. Bu filmde parıltılı Hollywood filmlerinden hiçbir şey yok zira. Film sırasında yemek almamanız önerilir, yutmakta zorlanabilirsiniz, boğazında kalıverir…

Böyle bir açılış yaptıktan sonra filmin çarpıcı olduğunu itiraf edebilirim. Gerçekliği, hüznü, gösterdikleri insanın boğazını düğümlüyor. Bu bakımdan "Biutiful"un etkileyici bir film olduğu bir gerçek.

Inarritu'nun ilk üç filmi, yani Ölüm Üçlemesi, farklı sınıftan, hatta bazen farklı ülkeden insanların birbirlerinin hayatlarına nasıl trajedilerle dokunduğunun çarpıcı örneklerini içeriyordu. "Biutiful"da ise o farklı sınıfa çıkma ihtimali bile olmayan insanların öyküsü var. Ülkelerini terk edip Barcelona'ya göç etmiş, ancak kentin o pırıltısıyla alakası olmayan hayatlar süren insanlar bunlar. Çocuklarının isimlerini o muhteşem futbol takımının (eski) yıldızı Eto'o'dan hareketle Samuel koymak, hissedebildikleri tek aidiyet belki de. Onun dışında yaşadıkları, dünyada en alt tabakada ne yaşanıyorsa, aynısı.

"Biutiful"un değindiği sömürülen haklar teması bu büyük soruna gelişmiş ülkeler nezdinde dikkat çekmesi bakımından önemli. Ancak belki de tam da bu dikkat etme çabası Biutiful’un zayıf noktası olabilir. Nerede bir mesaj seyircinin gözüne sokulur, orada film inandırıcılığını kaybeder. Ne yazık ki film bu soruna, yani göçmenlere ve yaşadıkları sorunlara değinen izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Ken Loach filmi "It’s a Free World… / İşte Özgür Dünya"ya yaklaşamıyor.

Neyse ki Inarritu’nun usta kamerası mesajı inandırıcılığı kaybetme noktasına götürmüyor. Bu konuda filmde herşey fazlasıyla gerçek zaten, gerçek apaçık ve net. Inarritu omzundan indirmediği, bir planda bile sabitlemediği kamerasıyla hep karakterlerinin yanı başında. Sürekli yakın planda ve olayların tam içinde. Bu yanıyla 2000'lerin en parlak yönetmenleri arasında bulunan Dardenne Kardeşler'e yakın duruyor Inarritu. Tutunmaya çalışan göçmenler hikayesi, tokat gibi çarpıcı "Lorna'nın Sessizliği"ni anımsatıyor insana. Belçikalı biraderler gibi, adeta bir haberci gibi tanıklık ediyor hikayesine Inarritu da.

Ancak diğer yanda filmde mistisizm, ruhlarla konuşabilme gibi gerçek üstü öğeler var. Metafizik olanı gündelik hayatın tam içine yerleştirişi ve filmin bunu açıklamak yerine kendi dünyası içerisinde kabul edilmiş halde bırakması Julie Bertucelli'nin "Ağaç"ını, Ozon'un "Ricky"sini veya Apichatpong Weerasethakul'un "Boonmee Amca"sını anımsatıyor. Ama işte gerçek, gerçeküstü, kanser, manik depresiflik, ebeveynlik, göçmenlik, fakirlik, ihanet ve daha başka bir sürü temanın bir arada toplanması bir dağınıklık hissiyatı yaratıyor ve bence filmde seyirciyi zorluyor.

"Biutiful"un o kadar çok değindiği var ki, filmin neden 148 dakika olduğunu anlayabilirsiniz. Yönetmen bir filmde her şeye (her şey derken dünyadaki sorunlarının çok ufak bir kısmı) değinmek için filmini çok uzun tutmuş. Film uzun olabilir, çok fazla soruna da değinilebilir. Ama senaryoda sorundan soruna geçişler bu dağınıklığı artırmaya sebep oluyor. Filmde bütünlüğü tek sağlayan, filmden kopmamanızı sağlayan kişi Bardem’in oynadığı Uxbal karakteri. O karakteri Bardem’den başkası oynasaydı belki filmin etkisi bu kadar derin olmazdı. Ama Bardem’in oyunculuğu sizi ekrana kitliyor ve filmi de taşımayı başarıyor. Hem ciddi hataları, hem de önemli erdemleri olan Uxbal için umut etmenizi sağlıyor, umudun çok az olduğunu bilmenize rağmen.

Kısaca "Biutiful"u izleyin. Ama "Paramparça: Aşklar Köpekler" gibi bir başyapıt beklentisinde değil, çıplak gerçekliğe 148 dakika boyunca İnarruti’nun gözünden bakacağınız bir film beklentisiyle izleyin. Film olmasa bile Bardem'in oyunculuğu mutlaka sizi çarpacaktır.

No comments:

Post a Comment