Friday, February 25, 2011

2010'un en iyi filmleri

2010 benim gördüklerim içinde sinema adına en parlak yıldı. Bu, en çok sayıda iyi filmin 2010'da çekildiği anlamına gelebileceği gibi normalden çok daha fazla iyi filme ulaşma imkanımız olmasıyla da açıklanabilir. İnternet sayesinde filmlere daha rahat ulaşıyoruz, bunu saklamaya gerek yok. Bu listedeki filmlerin önemli bir kısmı gösterime girmedi, hele !f İstanbul'u ve Oscar adına son birkaç haftada gösterime girenleri saymazsak sadece vizyon ve filmekimi'ni takip ederek bu listenin ancak % 10'unu izleyebilirdik.

Neyse, bir şekilde bu listeyi yapmam da çok uzadı. İlk başta birkaç filmi izlemeden listemi oluşturmamak istiyordum ancak neticede 2010'da çekilmiş tüm filmleri izlemek imkansız olacağı için bunu da bıraktım. Bir de listeyi oluşturduktan sonra altını doldurmayı istediğim için birkaöç hafta orada zaman kaybettik! (Arada !f'te izlediğim birkaç iyi 2010 filmini eklemek istemedim, bu işin sonu gelmezdi) Sonuçta Oscar haftasonuna girerken listeyi açıklamak anlamlı olur gibi geldi. Akademi kendisine göre yılın filmini seçerken ben de "çok prestijli" ödüllerimi vermiş olayım işte!

İzleyemediklerim: Mother, Rabbit Hole, Tangled, Never Let Me Go, Carlos, The Next Three Days, Inside Job, GasLand, The Killer Inside Me, Animal Kingdom, Life During Wartime.

30- True Grit
29- Shutter Island
28- Jack Goes Boating
27- I Am Comic
26- Blue Valentine
25- Four Lions
24- How To Train Your Dragon
23- Winter’s Bone
22- The Tree
21- Kick-Ass

20- You Will Meet A Tall Dark Stranger
Woody, Woody, Woody… Zımba gibi bir döneminde hafif bir mola sanki bu film. Yine bambaşka insanları acınası hallere sokuyor: Yaşlı adamları genç kadınların kucağına bırakıyor, sevgi arayan kadınları çaresizliğin ortasına. Belki 2000’lerde bundan daha iyi beş filmi daha vardır Woody Allen’ın, ama filmlerinin masa tenisi temposunu takip etmek hala sinemaseverin başına gelen en güzel şeylerden birisi.

19- Greenberg
Noah Baumbach her filmiyle kendini biraz daha fazla buluyor, Woody Allen ve Wes Anderson’ın gölgesinden kurtulup daha karanlık ve göstermeden veren bir mizaha yöneliyor. Filmin yıldızı çaresiz orta yaşlılık günlerinde bir o yana, bir bu yana şaşkın şaşkın yatan Greenberg’ü oynayan Ben Stiller elbette ama mumblecore kraliçesi Greta Gerwig de
yine çok çok iyi.

18- 127 Hours

Birçoklarının finalini zaten bildiği bir öyküye bildik muzipliğiyle yaklaşıyor Danny Boyle. İlk günlerinden beri çokça kullandığı görsel oyunlar (ekran bölme, görüntü dondurma, hızlandırma, sert kurgu) burada aslında son derece uyumsuz bir öyküde yine işe yarıyor. Boyle isteseydi kolunu bir kayanın altına sıkıştırmış Aron Ralston’la birlikte bizim içimizi de daraltabilirdi. Bunu yapmaması, gözyaşına oynamaması “127 Hours”ı değerli kılıyor.

17- The Other Guys
Bu yıl en çok eğlendiğim filmlerden birisi! Sırf gülmekten gözden yaş getiren açılış kısmı bile hayatımda izlediğim en komik bölümlerden birisi (bunun için Sam Jackson ve Dwayne Johnson’a gider tebrik). Will Ferrell’ın Benim için “Dinner For Schmucks,” “Get Him To The Greek,” “Due Date” ve “Date Night” gibi iyi filmlerin önünde yılın en iyi komedisi.

16- Loong Boonmee raleuk chat (Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor)
Daha once yazmıştım, “Boonmee Amca,” Reha Erdem’in deyimiyle “Bunmi Dayı” bildiğimiz anlamda bir film değil. Belki bir bilinç akışı, belki de saf bir görsel (ve kısmen meditatif) tecrübe. Bildik anlatım biçimlerine riayet etmeyen, izleyiciye başı sonu belli bir öykü vaadetmeyen Apichatpong Weerasethakul istiyor ki karakterlerinin hayatı yaşamayı öğrendiği gibi biz de filmi yaşayalım. Içine girmesi zor, sembollerini belki kendisi dışındakilerin anlaması imkansız, ama sinemada anlatımın çerçevesi genişleyecekse, böyle filmler şart.

15- Ghost Writer
Politik gerilim, ama gerçekten gerilim! Roman Polanski’nin 2000’lerdeki en iyi filmi, çok şık bir entrika öyküsü. Yıl sonuna doğru adından bahsettirmez oldu ancak ödül törenlerinde adından söz ettirebilecek noktaları hiç de az değildi.

14- The King's Speech
Tom Hooper'ı bu filme kadar futbol hastası sinemaseverler dışında pek duyan olmamıştır herhalde. Muhteşem "The Damned United"dan sonra İngiliz tarihinin çok farklı bir köşesine geçmesini, burada sağlam bir klasik drama yaratmasını ve Oscar'lara en güçlü aday olarak girmesini de hiç kimse beklemiyordur muhtemelen. Ama geldiğimiz nokta bu ve Colin Firth ile Geoffrey Rush'ın karşılıklı döktürdükleri "The King's Speech," 2010'un son dakika golü olmayı başardı.

13- Io Sono L’Amore (Benim Adım Aşk)
Adından da belli, “Benim Adım Aşk,” aşkın, tutkunun filmi. Önce “Şölen” gibi bir aile toplanması öyküsü gibi başlayan film, olay öyküsüyle değil ama içerdiği hislerle git gide karmaşıklaşıyor. Ayrıksı kamera açıları, gergin müzikler ve Tilda Swinton’ın olağanüstü oyunculuğuyla geçen yıl Avrupa’nın çıkardığı en etkileyici film olabilir “Benim Adım Aşk.”

12- Shi (Şiir)
2000’lerde Kore sinemasının ülkemizde gördüğü yüksek ilgiden hak ettiği payı alamayan bir yönetmen Lee Chang-Dong. Günlük hayatta yanlarından fark etmeden geçtiğimiz, kimi zaman da görmemek için kasıtlı olarak kafamızı onlardan uzağa çevirdiğimiz insanların dramalarını çekiyor Chang-Dong. Kaldıramayacağı yükler omuzlarına bırakılmış insanları
izliyoruz filmlerinde. Ve bunları ne ajitasyonla, ne de buz gibi bir yabancılıkla takip ediyor: Pek az sanatçıda görülen bir duyarlılık var duruşunda. Belki de izlediğim filmlerinin en zayıfı “Şiir” ama yine de çok etkileyici.

11- Cyrus
Mark ve Jay Duplass kardeşleri Amerikan indie sinemasını takip eden birisinin duymamış olması mümkün değil. Mumblecore dünyasının Wachowski’leri, bu sefer kendi çizgilerine göre “Avatar” bütçesi ve “Short Cuts” kadrosu sayılabilecek koşullarda bir Hollywood bağımsız işine imza atıyorlar. John'ın (C. Reilly) Molly (Marisa Tomei) ile yaşamaya çalıştığı ilişkinin önündeki şişman bir engelin, Cyrus’ın hikayesi keyifle izleniyor, ancak daha çok sempatiyi hak eden, kısıtlı şartlarda çalışmaya alışmış adamların büyük seviyede de aynı kaliteyi koruduklarını görmek.

10- Enter The Void
Defalarca belirttiğim gibi, 2010'da ONLARCA iyi film vardı. Fakat hepsinin içerisinde Fransızların haşarı çocuğu Gaspar Noé'nin son numarasının yeri ayrı. Noé, sinemanın olanaklarını gerçek anlamda zorluyor ve izleyenleri "öldürmeye" çalışıyor. Akıp giden bir trip "Enter The Void," hayata, takıntılara, kişiliklere odaklanıyor ve sonra da çok uzun bir süre boyunca kendisini bir ruhun yerine koyup dünyayı o şekilde izliyor. Müdahale edemiyorsunuz, boyutunuz yok, hava gibi uçup duruyorsunuz. Sinema tarihinin en ilginç öznesi belki de bu. Sonlarının fazla uzun olduğu söylenebilir, ama bu da tam da yaratmak istediği "sonsuza dek bu şekilde kalacaksınız" hissini vermek istediğinden. Kusursuz olduğu için değil, ama imkansızı denediği için sinema tarihinde yer bulacak bu film.

9- The Kids Are All Right
Amerikan bağımsızlarında aile kurumunun temelini dinamitleyen filmler çokçadır, Todd Solondz, Larry Clark gibi ustaların işleri örneğin. Ancak tutum olarak bu saydığım adamlar kadar sivri durmayıp yine de çok aykırı olabilen bir film bu. Julianne Moore ve Annette Bening'in lezbiyen bir çifti canlandırdığı film, en azından çok özel bir konuyu en normal ve doğal haliyle ele alışıyla bile önemli. İyi oyunculuk, iyi diyalog ve ekrandan dalıp muhabbet
etseniz üçüncü boyutlarını görebileceğiniz kadar gerçek karakterler bir araya gelince zaten iyi film oluyor o diyarda. Kimileri olayların çözülüş biçimini ve sonunu tatmin edici bulmadı gerçi, ama rahatsız olduğumu söyleyemem.

8- Exit Through The Gift Shop
"Bu, Banksy ile ilgili bir film olacaktı, ama Banksy kendisinden daha ilginç bir figüre denk gelince onun filmini yapmayı tercih etti." Sanat tarihinin en büyük gizemi Banksy'nin tamamen şans eseri sokak sanatçılarının her daim yanıbaşında olmuş, kamerasıyla graffiti'nin vakanüvisi olmuş Thierry Guetta'yı anlattığı bir film bu. Ve Thierry Guetta'nın Madonna'ya albüm tasarlamasına kadar giden öyküsü. Ya da Banksy'nin sanat, ün ve "hype" arasındaki çarpık ilişkiyi bize sunduğu bir yalan belgesel. Yorumu size ait, ama filmin çok çarpıcı bir iş olduğu ve günümüzün en vurkaç sanat dalının tarihine dair net veriler ortaya koyduğu bir gerçek.

7- I Love You Phillip Morris
2010'da izlediğim en güzel aşk öyküsü Steven Russell ve Phillip Morris arasındakiydi. Marlboro'nun patronuyla alakası sadece ismi olan Phillip'e duyduğu aşk, Steven için her zorluğu aşması için yeterli motivasyon. O da sıradışı zekasıyla zengin oluyor, hapse düşüyor, kaçmayı başarıyor ve bunları tekrarlıyor. Steven Russell'ın gerçek öyküsünü izlediğinizde filmin çok daha fazlasını da yapabileceğini hissediyorsunuz ama bu hali bile çok iyi kurgulanmış ve özellikle Jim Carrey ile Ewan MacGregor arasındaki sıradışı uyum sayesinde çok iyi oynanmış durumda.

6- L’Illusionniste (Sihirbaz)
"Les Triplettes de Belleville"le takip listesine aldığımız Chomet, Fransız sinemasının en önemli güldürü ustası Jacques Tati'nin yarı-otobiyografik öyküsünü filmleştirmiş. Chomet hem Fransız kültürünü estetiğiyle ve ironisiyle nefis resmediyor, hem de çok evrensel bir mizah yapıyor. Bu yanıyla Buster Keaton ve Charlie Chaplin-vari bir sessiz dönem komedisiyle Tati üslubundaki Fransız mizahı arasında köprü kuruyor. Ama "Sihirbaz" sadece komik bir film değil. Hatta, nostalji duygusuna sahip birisi icin çok kalp kırıcı. Sihirbaz, zamanının geçmekte olduğunu ve artık genişleyen dünyada küçücük kalmaya başladığını zorla kabullenmeye başlayan bir adam. İskoçya'da peşine takılan ve tüm macerası boyunca onunla birlikte olan küçük kız ise, aksine olduğu yere sığamıyor, yaşadığı hayatı kendisine yettiremiyor. Geçmiş ile geleceğin bir araya gelmesinin imkansızlığının hüznü üzerine kurulu "Sihirbaz." Çok çok etkileyici ve göz yaşartıcı anlara da sahip bu yüzden.

5- Inception

2010’un en iyi bilmecesi hiç tartışmasız “Inception”dı. Pek az film (dünya çapında aynı günlerde gösterime girmesinin etkisiyle) böylesine ortak bir huşu içinde izleme-anlamaya çalışma-tartışma seanslarını yaratmıştır tarihte, bu yıl için ise zaten tekti. Nolan’ın “rüya içinde rüya içinde rüyası” gerçekten de bir sinemasever için rüyadan farksızdı! Sinemanın geldiği olağanüstü teknik kaliteyi bu kadar yaratıcı hayal gücüyle kullanan film az görülmüştür. Umalım ki, Hollywood’un merkezinden bu denli istikrarlı biçimde zekice film üreten adam daha çok yönetmeni (ve stüdyoyu) heveslendirsin.

4- Scott Pilgrim vs. The World
Edgar Wright’ın filmlerinin her birinin geek’liğe övgüler düzdüğünü zaten biliyoruz. “Scott Pilgrim vs. The World”de bunu bir adım daha ilerletip günümüze taşıyor ve internetten bilgisayar oyunlarına kadar tam bugünün kültürünü resmediyor. Ancak bunu dışarıdan bir bakışla yapmıyor, filmini de öyle bir ürün haline getiriyor. Öyle ki, “Scott Pilgrim vs. The World” elinizi joypad’e atıp kontrol etmeyi istetecek kadar video oyunu havasında. Eğer geek ya da hipster cemaatindenseniz o joypad’e de gerek kalmıyor, Scott Pilgrim zaten “ben olsaydım bunu yapardım” diyeceğiniz bir kahraman, perdede yansımanızı görmekten keyif alacağınız bir alt-benliğiniz oluveriyor. Seyir zevki açısından 2010’un en parlak filmi.

3- The Social Network
Ey cemaat! Mark Zuckerberg’ü nasıl bilirsiniz? Bu filmi izlemediyseniz iyi bilme ihtimaliniz daha yüksek. David Fincher’ın dünyanın en genç milyarderinin kısa yükseliş öyküsüne odaklandığı film, yaratıcılığın gerisindeki motivasyondan kapitalizmde yükselmek için illa birilerinin sırtına basmanız gerektiğine, dahası internet çağında kartların nasıl yeniden dağıtıldığına ve gücün sahibinin bir önceki kuşaktakilere gore nasıl da değişiklik gösterdiğine değen, bir internet çağı “Yurttaş Kane”i. Fincher, bu öyküyü 1950’lerin entrika filmlerine benzer bir üslupta, ama tam da kendi sert ve hızlı dokunuşunu katarak çekmiş. Ve ortaya çağdaş bir Amerikan başyapıtı çıkartmış.

1= Toy Story 3
Yıllar geçer ve siz parçalarınızı geride bırakırsınız. Çoğu zaman bırakırken durup düşünemeden. “Toy Story 3” işte bu durup düşünmenin ve hakkı verilmesi gereken bir vedanın filmi. Sadece “Toy Story”lerin değil, tüm Pixar tarihinin, hatta Hollywood animasyonlarının en iyisi. “Toy Story 3”nin bir serinin son halkası olması, şüphesiz ki kendi ayaklarıyla duran filmlerden (“Wall-E” ve “Up!”) biraz daha zayıf görünmesine yol açıyor. Eh, bu filmdeki kimi temaların ilk iki filmde de işlenmiş olması, “Toy Story 3”nin iki çok başarılı eskizden sonra kusursuza ulaştığı hissini de yaratıyor. Ancak burada inanılmaz vurucu bir yan var: “Up!”ın yürek dağlayıcı açılışı ve sonrasında bir macera filmine dönüşmesinin tam tersi bir yapı kuruluyor burada. Ve gelinen noktada izlediğimiz final, bence sinema tarihinin en etkileyici sahnelerinden birisini sunuyor.

Not: Bu film “Black Swan”ı izlediğim güne kadar “The Social Network” ile birlikte bir numaram için çekişmekteydi. “Black Swan”ın muhteşemliği sonucu iki numaraya kaydırmıştım. Ama listemin son noktasını koymadan once bir kez daha izleyip gücünü koruyup korumadığına baktım. Evet, ilk izleyişimdeki kadar çarpılmıştım. Bu yüzden ona iki numarayı vermeye gönlüm razı olmadı.

1= Black Swan
Bu film hakkında yazdıklarımdan sonra ekleyebileceğim fazla bir şey yok aslında, özellikle hayatımda nadiren yaşadığım şekilde gerçekten tatmin olduğum bir yazı yazdıktan sonra. Darren Aronofsky’nin son başyapıtı, katman katman okunabilecek yapısıyla ve defalarca izlendiğinde keşfedilecek detaylarıyla (Thomas’nın “I want more of that bite” dedikten sonra Nina’nın kendi dudağını ısırması gibi) muhteşem bir film.

No comments:

Post a Comment