Tuesday, December 6, 2011

2011: An Anfield Odyssey

Barcelona hep Katalanların milli takımı olarak anılır ya, Liverpool da Scouser'ların milli takımı. Tıpkı "Welcome to Sarajevo"da "Beatles İngiltere'den değil ki, Liverpool'dan" demesi gibi, Liverpool'lular da kendilerine "İngiliz değil Scouser" demeyi tercih ederler. Bir anlamda ülkenin geri kalanındakilerle bir kopuklukları var ve bu onlar için hiç sorun değil.

Dünyada sadece birkaç takıma nasip olacak kadar çok öyküsü vardır Liverpool’un. Tarihi, başarıları, kültürü, taraftarları, muhalifliği falan filan. Bir yerde açılınca muhabbeti, futbol dilencileri hemen coşar, Kop’tan girer, liman işçilerine destek veren Robbie Fowler’dan çıkarlar.

Ben Liverpool’a bunlar sayesinde vurulmadım. Beni çeken kırmızı renkti, futbolun bir başka oynandığı İngiltere Premier Ligi’nde kendine has bir takım oluşuydu, Okay Karacan’ın “McManaman” telaffuzuydu... Tam 1994-95 sezonunda, Macca’nın başını çektiği, Fowler, Collymore, Redknapp’lı Spice Boys yıllarıydı. O, Liverpool’un son 40 yıldaki en karanlık dönemiydi şüphesiz ama ben bundan haberdar değildim. Bir takıma aşık olmuştum ve “The Beach”te dendiği gibi, neden aşık olduğumla ilgili sebepler üretsem de o sebeplerin doğru olması gerekmiyordu. Ben önce o takımı sevdim, sonra sebepleri geldi. Şükür ki o sebepler hep güzeldi. Bir parçası olmaktan gurur duyduğum bir takım, bir kültür, bir tarih oldu Liverpool’unki. Ve galiba bundan yıllar önce soğuduğum ülke içi rekabetinden kopup alabildiğim ferah bir nefesti o İngiliz futbolu sevgim, Liverpool tutkum.

Liverpool’u hep uzaktan sevdim aslında, ama şansım yaver gitti, 2000’ler boyunca sıkça yolu Türkiye’ye düştü Kırmızıların. Galatasaray’la üç defa oynadılar, Beşiktaş’la bir. Bir kere de Trabzon’a geldiler, atladım gittim tabii. Eh, 2005’in yeri ayrı. Aylarca sessiz sessiz içimden kurduğum bir hayalin, dileğinin gerçekleşmesi var. Gözlerimin önünde, Liverpool’un futbol tarihinin en görkemli masalını gerçekleştirişi var.

İlginçtir, o maçı bir kenara koyarsak, Liverpool’un İstanbul ziyaretleri hep mutsuz. Trabzon’daki galibiyet Liverpool’un Türkiye topraklarındaki tek galibiyeti hatta. Evet, o takımı izlemek konusunda yılda bir kere ortalamasını tutturuyordum, ama artık “mabede” gitmenin vakti gelmişti. Anfield Road’da, Kop’ta bir maç izlemeliydim artık. Liverpool resmi sitesine yazdığım yazılar vasıtasıyla tanışıp arkadaş olduğumuz James Carroll’la yazıştım, “Bilet bulur muyum?” dedim, “Ne zaman istersen” dedi. Fikstür çekimi yapılınca vizemin biteceği tarihe kadar olan bölüme baktım, 27 Kasım’daki Manchester City maçı Kop tavafı için en uygun zamandı.

Önceki hafta sonu Liverpool’daydım. İlk seferim değildi, 2009’da gittiğimde de stadın müzesini görmüştüm ama mevsim yazdı, maç yoktu. Bir gün geri döneceğimi biliyordum. Tek mesele Stanley Park denen yere gitmeden önce gerçekleştirmekti bunu.

Dünyanın en güzel ofisi!

Maçtan önceki akşam James bana Liverpool'un ofisini gezdiriyor. Büyük bir plazanın üç katı kulübe ait. Bir kartla giriyoruz, "Burası web sitesi, burası televizyon stüdyoları, burası kulüp dergisinin yeri" diye gösteriyor. Şüphesiz tahminimden küçük ama sevimli ve modern bir yer. "Yönetimin ofisleri üst katta" diyor, basbayağı Ian Ayre'in ofisinden falan bahsediyor. "Üst kata da çıkardık ama benim kartım orayı açmıyor." Bir Cumartesi akşamı, olabileceğim en güzel yerlerden birindeyim. Çoğu insana göre herhangi bir ofis, bana göre Liverpool'un beynindeyiz! (Melwood'a gidip antrenman izleme fikrim maalesef daha önce basına kapalı olduğu için nazikçe reddedildi)

Burası LFC.tv'deki talk show'ların çekildiği stüdyo. Hiçbir şey replika değil, formalar ve kupalar dahil.


Stüdyo detayları arasında Beşiktaş flaması da var.

Birkaç hatıra fotoğrafından sonra çıkıp bir pub’da içiyoruz. Bana Liverpool’a nasıl bağlandığımı sormuyor artık, bu şaşkınlığı geçen sene Trabzon’da atmıştı. Liverpool'da futbolun her şey olduğunu anlatıyor. Aslında anlatmasına gerek yok, her köşede bunu görebiliyor insan.

“Sadece biz değil, rakibimizdir ama Everton da böyledir,” diyor James. “İngiltere'de başka hiçbir kentte bu kadar futbol tutkusu göremezsin. Belki Newcastle biraz yaklaşabilir, Sunderland'le rekabetleri falan. Ama asla Liverpool kadar değil.”

Liverpool’a yeni transfer olan oyuncular ilk başlarda şehir merkezinde kalırmış, ama zamanla şehir dışına yerleşirlermiş, o kadar ilgi fazla gelirmiş.

“Çünkü burada futbolcular gerçekten kahraman statüsünde. Bir yerden sonra oyunculara fazla gelebiliyor,” diyor James. Doğru, her köşede bir dükkanda formalar satılıyor, o formaların üzerinde Gerrard’lar, Suarez’ler, Carroll’lar, Reina’lar... Liverpool kentinin çoğunun Everton’ı tuttuğuna dair bir şehir efsanesi varmış, ben duymamıştım ama James de “Bu bir mit” diyor. Öyle, gerçekten çoğunluğun Liverpool olduğunu görmemek mümkün değil.

Gerçekten futbol Liverpool'u tanımlayan en temel iki ögeden biri (Diğeri tabii ki The Beatles). Şehir futbolla yaşıyor, futbolla alakası olmayan bir köşe bulmanız mümkün değil. “Her çocuk küçük yaştan babasından takımını alır. Kızlar bile, futbolu sevmeseler dahi, bir takım tutarlar. Ya kırmızısındır, ya da mavi.

Ben kırmızıyım ve dolayısıyla Everton'dan hiç hazmetmiyorum. Ama bir gerçek var ki, bir Liverpoollu, sevmese dahi Evertonlıya Londra veya Manchester takımlarını tutanlardan daha fazla saygı duyar. 1986'daki efsane FA Cup finalinden sonra karşlıklı olarak “Merseyside” diye tempo tutmuşlukları var. Rhys Jones için Anfield’da Everton marşının çalınması ya da Evertonlıların Michael Shields’a destek vermesi de...

Rekabet başka bir şey, düşmanlık başka. Pazar günü gerçekten de içinde olmayı hep hayal ettiğim yerdeyim. Anfield yakınındaki iki meşhur pub'dan biri olan The Arkles'ta içerken içeride 10-15 tane de City'li olduğunu görüyorum. En ufak bir sürtüşme yok. Nasıl olsun gerçi, deplasmana gelenlerin pek çoğu 55 yaşından büyük amca be teyzeler. Pub'da yan yana bira içip içeri girilecek, farklı taraflarda oturulacak ve nihayetinde herkes takımını destekleyecek. Öyle de oluyor. Özellikle de biz, Liverpool'un neden dünyadaki en güçlü iç saha takımlarından birisi olduğunun kanıtları olarak Kop'tayız. John Toshack'ın bir NTV röportajında "Top kaleciyi geçse üfleyerek topu çıkartmaya çalışır" dediği Kop bu. Veya James'in 25 Mayıs 2005'teki İstanbul masalını açıklamak için dediği gibi "Liverpool böyle şeyleri yapabilen bir takım. Nasıl olduğunu bilmesem de." Ve daha önceki hafta 2-1 yendiğimiz maçın öncesinde Fernando Torres'in dediği gibi "Liverpool kendinden daha pahalı takımlara karşı bile kafa kafaya oynayabiliyordu." Torres bunu Rafael Benitez'e bağlıyordu. Rafa'ya sevgim çok büyük ama bu onun değil, Liverpool'un bir hasletiydi. O pazar günü Anfield'a gelen takım bu sene hiç yenilmemişti, kabaca bir tarifle ikinci takımını lige koysak ikinci bitirecek kadar geniş bir kadroya sahipti ve ortak ezeli rakibimiz Manchester United'a deplasmanda altı tane sallamıştı. Ama biz biliyorduk ki, Anfield'a çıkıldığında dünyanın en iyi takımı bizdik. Bunu anlamayanlar vardır, Roy Hodgson mesela. Liverpool'un ne demek olduğunu idrak edememiş, oradan br kontratak takımı yaratmaya çalışmış, dolayısıyla Liverpool'un son 30 yılında en kısa çalışan menajer olmuştu. (James onun dönemini "Konuşurken çok bilgi yanlışı yapıyordu, her şeyi kontrol etmek zorunda kalıyorduk" diye hatırlıyor, Raul Meirelles'in mevkiini bilmediğini açıkça söyleyen, Danny Murphy'ye Messi'ymiş muamelesi yapan bir adamdan bahsediyoruz)

Maç öncesi Kop'taki dev bayrak. Beş Avrupa şampiyonluğunu anlatıyor ve açıkça Manchester City'ye (zamanında Chelsea'ye de verilen) "Form is temporary, class is permanent" mesajı veriliyor.

Neyse ki, Liverpool King Kenny ile çok doğal ve muhteşem bir uyum içinde. Liverpool'un ne olduğunu herkesten iyi biliyor, tüm İngiltere'de muazzam saygı görüyor ve Kop'un nasıl bir hayat damarı olduğunun farkında. Maç sırasında adına tezahüratlar yapıldığında dönüp el sallamayı ihmal etmiyor mesela. Ama Kop bunu hak eden bir yer. Her an oyunun içinde: Luis Suarez'e Depeche Mode'un "Just Can't Get Enough"ıyla, Jose Enrique'ye "oley oley oley oley"sen uyarlama tezahüratla sesleniyorlar. Takımı atağa kaldırırken itici güç oluyor, savunurken rakibi yıldırıcı. Futbolu bu kadar iyi bilen bir kitlenin yanında olmadığımı hissediyorum. Tepki zamanı, Türkiye tribünlerinde olaylara hep bir yarım saniye geç tepki verdiğimizi düşünürdüm. Anfield'da top kaleye giderken çizgi geçmeden gol olacağını anlayan insanlarla izliyoruz. Her an sabırlı, futbolculara karşı anlayışlılar. Hani bir tribünde ya ateşli olursunuz, ya da "Ben oturup maçı izleyeceğim" dersiniz ya, Anfield'da özellikle İngiltere'nin ayakta maç izlenen tek tribünü Kop'ta bunun ikisini birden yaşıyorsunuz.

Son ana kadar sıkıştırdık o gün City'yi, bu sene onları yenen ilk takım olmaya çok yaklaştık (özellikle bariz şekilde seyirci baskısıyla gelen Balotelli kırmızı kartından sonra) ama tıpkı United karşısında olduğu gibi yine bir kaleci, bu sefer Joe Hart izin vermiyor zafere. Bir hafta önce Stamford Bridge'de gelen Chelsea galibiyetinden sonra bir de City'yi yenmek çok büyük bir sıçrama olacak ama olamıyor işte.

Maç bitiminde herkes biraz buruk ama son düdükten itibaren alkış yükseliyor, önce bizim çocuklara, sonra başta Hart olmak üzere City takımına. Kalabalık kolayca dağılıyor, benim gibi hatıra fotoğrafı çektiren de yok değil. Stada iki dakika mesafedeki hostelime dönüyorum, yarım saat sonra çantalarımla stadın önünden geçerken büyük bir topluluk hala orada, takım otobüsünün çıkmasını bekliyor. Onlara sevgilerini göstermek, bir imza almak, hiç olmazsa el sallayabilmek için. Öyle de oluyor, durup düşünüyorum, Türkiye'de biz futbolu sevmeyi ne zaman unuttuk acaba? Ne zaman oyuncuları protesto etmek için değil, yalnızca hayranlıktan beklemez olduk? Ne zaman onlar mahallenin güzel abileri olmaktan çıktılar?

Stad girişindeki Hillsborough anıtı.

Liverpool'a aşık olma sebeplerimi bir bir görüp sevindim Anfield'da. Adeta futbolla aşk tazelemiş oldum. Hem güzel oynayan büyük bir takım olup başlangıçtaki değerlerini yitirmemek, çok büyüyüp bir yandan küçük kalmaktan gocunmamak... Buydu işte sevdiğim. Maç boyunca yanımdaki iki koltuğun sezonluk sahiplerini kestim. 30'lu yaşlarının başında, belli ki fanatik dönemleri geride kalmış baba ve yanında 5-6 yaşındaki oğlu. Kafasında şapkası, elinde maç dergisi, katılabildiği ölçüde tezahüratlara eşlik edişiyle çekirdekten yetişmekte olan bir ufaklık. Çok özendim ve içlendim. Çocuğumu nasıl bir şevkle böyle futbol sevdalısı yapacaktım ki ben? Onbeş günde bir pazar Kop'a onu götürmedikten sonra... Olsun, hayali bile güzeldi...

5 comments:

  1. elinize sağlık; oraya gitmiş, maçı izlemiş kadar olduk.

    ReplyDelete
  2. Ellerine sağlık Çetin Cem. "Maç izlemeden ölmemek gerek" statları listemde zaten ilk sıralarda yer alan bir stadı, ve tabii ki o stadın takımını iyice ballandırmak bu olsa gerek :)

    ReplyDelete
  3. Macca aslen Paul McCartney in lakabidir :)

    ReplyDelete
  4. benimde bucket list imde yer alan bir olaydır bu. hem cok kıskandım hem de tebrik ettim sizi.
    süper olmuş! ya kırmızısındır ya mavi...

    ReplyDelete
  5. Gerçekten çok hoş bir yazı olmuş. Umarım ölmeden önce bir gün ben de oraya giderim.

    ReplyDelete