Sunday, June 26, 2011

Best of 2000's & Best of 18-28 (Final Part)

2000'lerin en iyi albümleri listemin sonuna geldik.. ilk bölümünü şubatta yayınladığımı düşünecek olursak biraz tembellik yaptığımı söyleyebiliriz ama hızlı olmak neden her zaman iyi bir şey olsun ki..

son 90 albümü üç parçada (71-100 , 41-70 , 11-40) yayınlamıştım, listenin zirvesindeki ilk on albüm aşağıda..



10 - The Shins - Oh, Inverted World (2001)

2000'ler lo-fi indie rock'ını tanımlayan albümlerin başında gelir "oh, inverted world" muhtemelen.. daha ilk dinleyişinizde "ne tatlı bir albüm bu" diyeceğiniz, sonrasında ise derinlerine inmek isteyeceğiniz, indikçe de katman katman farklı güzelliklerle karşılaşacağınız bir albüm.. "new slang"in sakin muhteşemliğinden bahsetmeye zaten gerek yok ama ben "girl on the wing"i de bir o kadar severim.. james mercer'ın the shins'e ara vererek daha vasat işlerle yoluna devam etmeye karar vermesi büyük talihsizlik gerçekten de..



9 - The National - Boxer (2007)

2007'nin en iyisiydi "boxer".. grubun önceki albümlerindeki tüm güzellikleri alıp uçlarından biraz yontarak ve farklı yeni güzellikler ekleyerek "new york'un tindersticks'i" sıfatına layık görülür oldular bu albümle.. hangi birini saymalı bilmiyorum, "brainy", "fake empire", "slow show", "mistaken for strangers", "ada".. 2007'deki istanbul konserlerinde biz dünyalıların arasına inip şarkıları bizimle söylemelerini unutmam mümkün değil..




8 - Beach House - Devotion (2008)

2008'in en iyi albümü ise "devotion"dı.. insanı sımsıcak saran buz gibi bir albüm.. "cinli perili" demişim 3 yıl önceki yazımda.. başka hiçbir şeye benzemeyen müthiş şarkılardan oluşan bir yaratık bu.. "heart of chambers" ve "gila" en sevdiklerim..



7 - Morrissey - You are the Quarry (2004)

efsanenin yeniden doğuşuydu "you are the quarry" (ya da "morrissey, you are the quarry").. herkes ondan ümidi kesmeye başlamışken o tam da kendisine yakışır bir şatafatla döndü 2004'te.. her şey vardı albümde, apaçık politik göndermeler ("america is not the world", "irish blood, english heart"), moz usulü hastalıklı romantizm ("let me kiss you"), insanlığa ve toplumsallığa sataşmalar ("I have forgiven jesus", "how could anybody possibly know how i feel?").. seviyoruz seni garip adam..



6 - The Stills - Logic will Break Your Heart (2003)

kanada'nın 2000'li yıllarda indie rock'a katkıları tartışılmaz.. the stills da montreal'li neferlerden biriydi, geçtiğimiz aylarda dağıldıklarını açıklayana kadar.. ilk albümleri "logic.." taze, eğlenceli, enerjik ve oldukça da hisli bir albümdü.. "changes are no good", "love and death", "fevered", "lola stars and stripes" gibi güzellerin yanında "still in love song" gibi bir hit'i de barındırıyordu içinde..



5 - My Morning Jacket - Z (2005)

"Z" 2005'in en iyisiydi kuşkusuz.. önceki albümlerinden göcür göcür gitarlarına aşina olduğumuz my morning jacket bu albümde çok farklı bir çizgideydi.. daha "clean" gitarlar , bol bol synth, yer yer funk havaları.. ince ince işlenmiş bir albümdü "z", her ayrıntısı düşünülmüş bir bütündü ama yine de içine girmesi, bir çırpıda sevmesi oldukça kolaydı.. "lay low", "anytime", "what a wonderful man", "off the record" ve albümü dumanlı bir şekilde kapatan "dondante" en iyilerdi.. sonraki iki albümde denemelere, arayışlara devam etti bu çılgın rockerlar ama ikisi de "z"nin mükemmelliğinden oldukça uzak kaldı..



4 - Doves - The Last Broadcast (2002)

Doves'un fikirlerle, ilhamla dolu olduğu yıllardı.. ingiltere'nin en yaratıcı ve yetkin müzisyenlerinden olan bu manchesterlı üçlünün şahane ilk albümlerinden sonra ne yapacağı, "lost souls"u nasıl aşacağı merakla bekleniyordu, onlarsa apayrı bir şey yaptılar.. bir "lost souls 2" yerine daha aydınlık, indie'nin biraz daha pop duyarlılığına kayan daha enerjik parçalardan oluşan, ama yine de buram buram doves kokan bir albümle çıktılar karşımıza.. the last broadcast'i en iyi tanımlayan ifadelerden biri bence "zamansızlık".. 2000'ler rockının tüm güzelliklerini bünyesinde barındırmasına rağmen yıllar yılı dinlenip hala taze kalabilen az sayıda albüm olsa gerek.. "there goes the fear", "m62 song", "pounding", "the last broadcast" ve "friday's dust" öne çıkanlar..



3 - British Sea Power - The Decline of British Sea Power (2003)

"insanın en çok kanını kaynatan albüm" kategorisi olsaydı eğer "the decline of british sea power" açık ara birinci gelirdi.. sabahları vitamin niyetine alıyorum ben bu albümü, güne zinde başlıyorum.. "carrion" ve "remember me" ile coşup zıplıyorum evin içinde, "fear of drowning" ile boğuluyorum, "lately" ile kıyıya vuruyorum.. bir daha bir benzeri yapılamayacak bu albümün, biliyorum.. normal şartlar altında pek de iyi olduğu söylenemeyecek 2008 istanbul konserleri, sahneye çıkıp "lately"yi Yan ile birlikte söylememle hayatımın en muhteşem deneyimlerinden bir olmuştu..



2 - Interpol - Turn on the Bright Lights (2002)

"turn on the bright lights" hakkında ne söylenebilir? oradan buradan esinlenilmiş, özenilmiş falan filan.. ne farkeder? "untitled"ın duru girişinden "obstacle 1"ın mükemmel kompozisyonuna, "nyc"nin rahatlığından "stella was a diver and she was always down"un tedirgin edici güzelliğine her yerinden zerafet akan bir albüm bu.. interpol'ün üniversite yıllarımın en karanlık dönemlerinde cure ve smiths'in yanında yerini almasını sağlayan albüm bu işte..



1 - Doves - Lost Souls (2000)

"lost souls" demiştik az önce.. işte burada.. mükemmel bir albüm olsa da "the last broadcast" benim için hiçbir zaman "lost souls"un yerini tutamadı.. doves'un da böyle bir hedefinin olduğunu sanmıyorum zaten.. bu albüm bir yerde grubun sub sub'dan doves'a evrilme sürecinin ürünlerinden oluşuyordu ve muhtemelen bu yüzden "the last broadcast"in bütünselliğine kıyasla daha eklektik bir yapıdaydı.

ilk iki şarkı "firesuite" ve "here it comes".. bir albüm açılışı bundan daha iyi olamaz.. hemen arkalarından gelen kırılgan "break me gently" ise karanlık tonu sürdüyor ama zemini pasif agresif "sea song"la birlikte yavaş yavaş daha aydınlık şarkılara hazırlıyor.. "rise"la yükselişe geçen iyimserlik albümün her yanını sarıyor bir anda, ta ki kederli dev "the man who told everything" gelene dek.. "the cedar room" tonu yine yumuşatıyor, albümün enerjisini yeniden toparlıyor ama 2000'lerin benim için en güzel albümü "reprise" ve "a house"un tatlı melankolisiyse sonlanıyor..

"lost souls"un mükemmel olmadığının farkında olduğumu tahmin etmişsinizdir.. ama öyle bir yeri var ki hayatımda, ilk sıradan başka bir yere koyamam onu..

tüm liste için geçerli bu.. en başta da dediğim gibi, bu albümlerin buradaki yerleri özünde tamamen benim onları dinlerken hissettiklerimle, o yıllarda yaşadıklarımla alakalı.. bunu "bu niye yok, bunun burda ne işi var" gibi serzenişlere karşı bir disclaimer olarak da okuyabilirsiniz arzu ederseniz..

liste bitti.. sevgiyle kalın, müzikle kalın..

fırat

Sunday, June 19, 2011

Clarence Clemons (1942-2011)

Özgürlüğün nefesiydi onun üflediği, başkaldırmanın, kaçıp gitmenin, yenildiğinde bile ayakta kalmanın, daha güzel yenilmek için değil, bu sefer yenmek için hazırlanmanın coşkusu vardı saksofonunda. Kapağına kadar girdiği “Born To Run”ın rock tarihinin en parlak albümlerinden birisi olmasında Bruce Springsteen’den sonra aslan payını ona versek kimseye haksızlık olmaz. "Tramps like us, baby, we were born to run" derdi Bruce, sonrasında sen gökyüzüne doğru solonu üflediğinde inanırdık ona. Söylemesi bile gözlerimi doldurduğu için buraya yazmayacağım “Thunder Road”un nefis kapanış dizelerinin etkisi o solosuna başladığında daha da yakıcı olurdu.

Clarence Clemons, rock’ın şef saksofoncusu, E Street Band’in nefesi, artık bizimle aynı havayı solumuyor. Bugüne kadar solumak bile bizim için onurdu.

Nur içinde yat büyük usta…

Wednesday, June 8, 2011

serdar ortaç ve pink floyd



dün gece yarısı haberdar oldum video'dan, izlememin ilk dakikalarında kelime bulamadım bile şaşkınlığımı tarif etmeye, sonra da twitter ahalisi olarak güldük eğlendik. sonra facebook ve twitter üzerinde olayın öfkeye döndüğünü, sunturlu küfürleri #wedontneednoserdarortac hashtag'ini gördüm. behey yabancılar, öfkeniz kime? "kötü söylemiş", "rezil etmiş" tamam. ama ben işin içinde "şanlı pink floyd'umuzu nasıl da diline dolar bu pespaye :((" hissiyatı aldığım için tepkiliyim. zira biz bu memlekette müziğe müzik gibi bakmayı hala öğrenemedik. bazı grupları kafamızdaki fildişi kulelerden indiremedik. pink floyd, pek çok kişi için müzikten çok ötesi, kutsal önem atfettiği bir grup olabilir. bu kişinin his dünyasında kurduğu ilişkidir ve kimse de buna dokunamaz. ama reel dünyada the beatles'la beraber rock tarihinin en çok albüm satmış, ortalama on evde bir albümü bulunan çok büyük bir gruptur. sizin mitolojik anlamlar yüklemenize bakmaz pop kültür, onun popülerliğiyle ilgilidir. bu anlamda tarihin en büyük progresif rock grubu olsa da, kategorik olarak poptur. hem de serdar ortaç'ın pop sayıldığı yerde, popoğlupoptur.

nasıl travis "baby one more time"ı çaldıysa, nasıl duman konserlerinde rock tarihinin klasiklerine dokunursa, nasıl lady gaga metal tişörtleriyle takılıyor, coldplay anvil'e güzelleme yapıyorsa, serdar ortaç da "another brick in the wall"u "yaz"ın nakaratına yedirebilir. artık müzikte sınırları savunmak için çabalamanın çok yersizleştiği bir noktadayız. ayrımı pop-rock-rap-metal vs.den değil, iyi ve kötüden yana yapmamanın eksiğini görüyorum ben bu serdar çemkirmelerinde.

serdar ortaç samimi midir, bir eş dost/prodüktör gazına mı gelmiştir (ki ortaç'la çalışan yapımcıların ondan daha çok müzik bildiğine de inanmıyorum), işin dalgasında mıdır, eğlencesinde midir bilmiyorum. yaptığı ilginç ve kendisini gündemin tepesine oturttuğuna göre ilgi çekici bir atraksiyon. o kadar. öfkelenecek bir durum değil.

bir röportajda ayça şen şöyle demişti: "bana ne dinlediğimi soruyorlardı ben de ters köşe olsun diye serdar ortaç diyordum. ama artık ters köşe kalmadı ki, her şey düz köşe."

Sunday, June 5, 2011

interpol konserinden: say hello to the angels


mor ve ötesi'nden devraldılar sahneyi, son albümün ilk şarkısı "success"le başladılar... hayır hayır, interpol konseri böyle başlamadı. çok daha gerisi var bunun, 2002'si, 2003'ü var. daha dinlemeden, lull'da (daha sonra arkadaşım olacak alper bahçekapılı'nın kaleminden) okuduğum an başlıyor interpol'ün bendeki hikayesi. "bu albümü bir yerlerden bulmalıyım" deyişim, bir kadıköy ziyaretinde buluşum... o kadar güzel, o kadar karanlık, o kadar hüzünlü, o kadar yalnızdı ki "turn on the bright lights," acıma eşlik edecek değil, uğrunda acı çekilecek albümdü. 20'li yaşların kafa bulanıklığını derinleştiren, sırf tadı daha güzel çıksın diye sevdanın en karasına daldıran bir albümdü o. öyle de oldu. bu kasedin diğer yüzü fırat dışında kimseye anlatmadığım, smiths ve cure dışında kimsenin eşlik etmediği bodrum katlarıma inişlerimde hep interpol vardı. hep "friends don't waste wine when there's words to sell" dedi paul banks, "nyc"de "i know you've supported me for a long time, somehow i'm not impressed" diyerek katilimle bile özdeşleşmeme yardımcı oldu. yarama dokundu, onu kanattı, büyüttü, acı çektirdi, bundan zevk verdi.



işte bundan hep çok özel oldu interpol, her adını andığımda burnuma bir ucuz şarap kokusu değirdiğinden. hiçbir albümleri "turn on the bright lights" vuruculuğunda olmasa da onlarda sevecek bir şey buldum. onların aynı yerde kalmama çabalarına (vasatlaşmalarına sebep olduysa bile) saygı duydum. nasıl ben daima 22 yaşında, saçları da kafası da dağınık çocuk olarak kalmayacaktıysam, bu da böyleydi...



işte 1 haziran 2011 interpol konseri, aslında 2003'ten başladı benim için. komik veya cheesy gelebilir ama gerçek bu. hayır, oralardan çok olmuştu geçeli, ama o konser beni daha ilk notasında, hatta belki de daniel kessler ile paul banks'i ilk gördüğüm anda o eski günlere, bir daha hatırlamayacağımı düşündüğüm hislere geri gittim. eski aşklar, eski dostlar, eski düşmanları gördüm. zaman işte, hepsi, her şey güzel bir anı olmuştu artık.



bol bol ilk albümden çaldılar. ve çok iyi çaldılar. genelde koyu mavi ışıklar altında, fazla kımıldamadan çaldılar, çok nadiren konuştular ama iletişimi en yoğun hissettiğim konserlerden birisiydi. "nyc," "untitled," "obstacle 1," "say hello to the angels," "the new," "leif eriksson" -isteyebileceğimden daha fazlasıydı. kessler'ın gitarı her zamanki keskinliğinde, banks'in vokali o vurucu "hissiz"liğindeydi. interpol'ün sahne duruşundaki kilit adam carlos'un yokluğu da koymadı, saçma sapan sahne önü uygulaması da. özel bir geceydi ve güzel olan, çok fazla kişide bunu görmemdi. katılımlar, beklenmeyen bir şarkıda gelen sürprizin coşkusu, bağırışlar -güzel bir kalabalık vardı. pek çoğunun yüzünden okunuyordu interpol'ün onlar için sıradan bir grup olmadığı.



güzeldi, çok güzeldi. bu yaz istanbul'da izleyeceğim bir konserde bu kadar etkileneceğimi zannetmiyorum...

Thursday, June 2, 2011

interpol konserinden: obstacle 1


bu yukarıdaki iki kötü fotoğraf interpol konserinden. birincisi sahne önünü gösteriyor, ikincisi ise bariyerin arkasındakileri. bunları ayıran, farkli fiyatlarda biletler var. bunu aciklamamama gerek yoktu aslında: memlekette kaniksanmis halde çünkü. o kadar ki, onde bir grup insanın arkasında olusan 10 metre civarı bir bölümde olusan boşluğu, interpol'un sıkı fanları arkasında geniş bir beton bölgeye çalmasını kimse yadirgamadi. sahne onu uygulamasına toptan karsı çıkmıyorum. ülkede kalabalığa girmeyi sevmeyen ama event'lerde olmayı isteyen önemli bir grup var. artı, memleketteki diehard fanlar bile beklemeye, yorulmaya, ter kokusuna gelemiyor (morrissey için ölüp biten yüzlerce insan vardır ama fırat ve ben mekana gittiğimizde bir kisi bile yoktu meydanda, ornekleri cogaltabilirim). emek harcamadan en onde olmanın kolay yolu da sahne onu uygulaması. pratik yararları var dolayısıyla hepten kalkmasını istesem realist olmaz. ama interpol gibi turkiye'de kemik kitlesi (cd alan, tüm albümleri bilen) taş çatlasa 2000 kişi olan bir gruba 2500 kişilik sahne onu yer ayırmak büyük hataydı. sahne onu biraz daha dar tutulabilir, saha icinin enerjisinin de gruba geçmesi saglanabilirdi. zira sahaicinde beklentilerimin üzerinde iyi bir kitle vardı.

bunları gazetemdeki konser kritiğimde yazmadım. blue jean'de de yazmayacağım. burada bizbizeyiz (şikayetlerinizi bize, memnuniyetinizi arkadaslarınıza hesabı). zaten pek çok meslektaşımın da yazmadığını tahmin ediyorum. çünkü onların da cogu sahne önünde olduğu için bu ucubeligin farkına varmamislardir. basın listesinde adımın yanına ne hikmetse sonradan tükenmez kalemle "saha ici" seklinde bir paraf atılmasaydı ben de varmazdim zaten.

amacım bok atmak, çok güzel bir konsere kusur bulmak, işleriyle her daim hayir duami alan organizasyona "cakmak" da değil. sadece konseri anlatacağım bir yazım daha olacak. bunda sadece istedim ki bu sahne onu ezberinin her grupta iyi sonuc vermeyebilecegi görülsün, burada orta büyüklükte bir grubun samimi hayranları bu kadar da haksızlığa uğramasın. gruplar da mütevazı kitleleriyle daha iyi iletişim kursun. seker de yiyebilsinler.

Wednesday, June 1, 2011

lady gaga: gerçekten böyle mi doğdu?

bir müzik yazarı röportaj yapıyorsa en büyük başarısının görüştüğü kişiyi çözümleyebilmesi ve o kişiyi ambalajsız olarak sunabilmesi olduğunu düşünürüm. ama bu zor bir konudur. rock'n'roll aleminde hemen herkesin bir pozu olduğuna ve bunun da oyunun kuralı, onu daha zevkli hale getiren bir unsur olduğuna inanan birisi olarak, tüm gizemini yitirmiş birisini görmek heyecan verici değildir. (maskeli sanatçılar örneğinden gidelim) sanatçının maskesini hafiften sıyırdığını göstermesi yeterlidir örneğin; maskesini çıkarmış bir sanatçıyı, "senin benim gibi bir insan" olarak görmek ilgimi çekmez, david copperfield'ın havada uçmadığını, orada ip olduğunu bilecek kadar akıllı insanlar olarak "orada ip var!" yazısını okumak bana vakit kaybı olacaktır.

geçen ay nme için lady gaga ile görüşen (ve bence dünyanın en iyi rock röportajcısı olan) peter robinson bu çok zor dengeyi tutturdu. bir fırsatını bulup mutlaka okuyun (nme dergi konularını internet sitesine koymuyor, ama web üzerinde yazıyı paylaşmış bir hayırsever bulma ihtimaliniz yüksek). robinson, röportajı yaptıkları yer olan las vegas'ı anlatarak başlıyor. tepeden inerken kayalıkların gözünüze çarptığı, çöl ortasına kurulmuş bu parlak ışıklar kentinin içine girdiğinizde gördüğünüz gerçek yüzünü anlatıyor: fark ediyorsunuz ki onlar gerçek değil, o kayalıklar aslında kartondan. las vegas'ta bir konser öncesi sekiz saat geçirdiği lady gaga'nın da ne kadar gerçek olduğunu araştırıyor robinson. karşısında bulduğu kadın "born this way"in "express yourself"e benzediğini (robinson'ın "insanlar sen yapmışsan kesin bilerek yapmışsındır diye düşünüyorlar") söyleyenlerin baskısı karşısında kırılıveren küçük bir kız oluyor. röportaj sırasında ağlıyor, birden kendisini toparlayıp sinirle "sizin bunu düşünecek kadar aptal olduğunuzu düşünecek kadar aptal değilim" gibi tuhaf bir zincirleme önerme yapıyor, öfkeyle. bir yandan kendisinin bir imajlar toplamından ibaret olduğunu reddedip "şu anda her şeyimi yırtıp atıp, bir piyano başında bir şarkı söyleyip yine aklını başından alabilirim" diyor, diğer taraftan medya üzerine çok geldiği için mtv ödül töreninde kendi ölümünü sahneye koyarak "onlara istediklerini verirsem beni serbest bırakacaklarını düşündüm" açıklamasını yapıyor. lady gaga'nın nihai iddiası bu: sanatını hayatı yapmak. sahnede, albümlerinde gösterdiği kişi olmak.

david bowie'nin ziggy stardust'ta tasarladığı türden cinsiyetler üstü, muhtemelen dünyaya uzaydan inmiş bir meta-insan, sanatıyla ve söyledikleriyle dünyaya hükmedebilen bir karakter: lady gaga'nın olmak istediği şey bu. dışarıda 25 yaşındaki stefani germanotta, sahnede gaga değil. günlük hayattaki halini sahneye taşıyanların aksine, sahnedeki halini hayatına taşıyor. bu çok büyük bir iddia. hele amacınız "insanlık tarihinde kültürel olarak bir dönüm noktası" oluşturmaksa aklınıza getirmeyin bile. 7 gün 24 saat rol yapamazsınız, yorulur, bitap düşersiniz.

lady gaga da yoruluyor. bunu sadece "born this way" sonrası eleştirilere verdiği tepkiden çıkartmıyorum. "born this way"in tamamı yorgun bir sanatçının işi. tüm albüm nefes nefese, tüm albüm kan ter içinde. her anda her şeyi yapmaya çalışan, her şarkının içine yarım düzine melodi, beş deste ses efekti, üç-beş de farklı müzik türü sıkıştırmayı deneyen bir kayıt "born this way." ve 17 şarkı. bir oturuşta bitirmesi oldukça zor, ciddi kondisyon gerektiriyor. ya aman vermez bir mükemmeliyetçilikten, ya da korkunç bir yetersizlik duygusundan kaynaklanıyor böylesi (ki bir anlamda ikisinin kesişimi de mümkün). 90'lar rave'i tadındaki verse'ünden arkasında e-street band çalıyormuş kadar springsteen kokan bir nakarata geçen "hair" bile tek başına örnek aslında. "fashion of his love" efsane "dirty dancing" şarkılarından birisine new order'ın "bizarre love triangle"ının elbisesinin giydirilmiş hali gibi. ama onlar albümün en iyilerinden, bir de vasat örnekler var. metal başlangıcından sonra "like a prayer" öncesi madonna nakaratına geçen "bad kids" bu formülün tutmadığı bir tanesi mesela. bir de bıktırıcı tekrarlar var. "scheisse" ve "judas" "bad romance"ten ödünç nakaratlar; "highway unicorn (road to love)" ise "poker face"in salonuna edepsizce yerleşmiş. ya da o en yakıcı soru, albüme hakim "the edge of glory," "born this way" gibi euro-disco numaraları veya "the queen" ile "electric chapel" gibi pat benatarımsı şarkılarla mı yapacak lady gaga bahsettiği kültür devrimini?

tüm yoruculuğuna, hiçbir anında yeni bir şey vaadetmemesine karşın "born this way" aslında iyi bir pop albümü olarak anılabilirdi. diyelim ki, 2011'in en iyi üç pop albümünden birisi olacak. veya robyn'inkiler kadar, (mainstream'den seçersek) rihanna'yla katy perry'nin en formda halleri kadar iyi. ama lady gaga'nın çıtası orası değil. bowie'nin, the beatles'ın, elvis'in, madonna'nın yarattığı kültürel etkiyi kendi başına yaratmak istiyor. bundan 100 yıl sonra ansiklopedilerde bugünlere tarihsel, kültürel, sosyolojik olarak en fazla (belki de tek) şekil vermiş insan olmak istiyor. bu, sadece müzikle becerilebilecek bir şey değil. sadece müzikle becerilecek bir şey olsa da, elindeki materyal, hatta belki de sahip olduğu yetenek buna yetecek düzeyde değil. hırslı sanatçıları her daim severim ama bu, lady gaga'yı tüketecek kadar yoğun bir arzu. "born this way" (kırmakta olduğu tüm siber-rekorlara karşın) ilerlediği yolda istediği etkiyi yaratacak sanat eseri değil. dahası, ileride daha iyisini yapacağına dair umut besleten bir iş de değil.

olsa olsa görkemli bir kaybediş. ve zorunlu bir sıradanlaşma.