Monday, November 21, 2011

Gabon macerası

"önümüzdeki aylarda afrika uluslar kupası'nı düzenleyecek olan gabon, bu büyük organizasyona hazırlıklarını paylaşmak üzere sizleri davet ediyor." üç aşağı beş yukarı bu cümlelerle ifade edilmiş olan bir davet sayesinde düştü gabon'a yolum. bir şekilde adını duymuştum elbette, ama haritada sorsanız gösteremezdim öncesinde. gidip gördüm, batı afrika'da, okyanus kıyısında, 1.5 milyonluk minik bir ülkeymiş gabon.


libreville şehir merkezindeki ufak bir çarşı

afrika'ya ilk ayak basışım değil bu: son bir buçuk yıl içerisinde üç defa gittim kara kıtaya. dünya kupası için güney afrika'ya gittikten sonra baharda fas'ı gidip görmüştüm. gabon'la üç oldu. gabon'un başkenti libreville'e istanbul'dan gitmek için lufthansa (frankfurt aktarmalı) veya air france (paris aktarmalı) ile uçmanız gerekiyor. (zaten libreville'e günde 10 uçak ya iniyor ya inmiyor. cumartesi akşamı son uçuş bizimkiydi ve uçak dolunca normal vakitten yarım saat erken kalktık!) 7+3 saatlik uçuş ve bekleme süresiyle yarım günden fazla bir süreyi yolda geçiriyorsunuz. ama gabon'a gitmek için yapmanız gereken tek fedakarlık bu değil. zira uluslararası kurallara göre sarıhumma aşısını olmanız gerekiyor. seyahat sağlığı merkezlerine gidip olabilirsiniz. oraya gittiğinizde size bir de sıtma hapı olmanızı da öneriyorlar. gitmeden başlıyorsunuz hapa, haftada birden altı tane kullanıyorsunuz. yine de sadece hap yeterli olmayabilir deniyor ve sinkov denen sinek kovucu spreylerin de yanınızda olması öneriliyor. yine de safariye değil de şehir merkezinde takılmaya gidiyorsanız o kadar korkmanıza gerek yok.


libreville stade de l'amitié

bize yapılan gezi programı gabon'da afrika uluslar kupası'na ev sahipliği yapacak olan iki şehir (dolayısıyla iki stat) ve çok sayıda tesisi gezdirmek üzerine kuruluydu. başkent libreville'deki stade de l'amitié (dostluk stadı) 40.000 kişilik bir stat. final maçı orada oynanacak. gittiğimiz gün gabon ve brezilya arasındaki dostluk maçıyla resmen açıldı. bize "tüm biletler tükendi" demelerine karşın çok sayıda boşluk vardı tribünde, neden bilinmez. bilet fiyatlarını yaklaşık 10 ila 60 lira civarında tutmuşlardı ve en azından 10 liralık olanların halkın erişebileceği fiyatlar olduğunu söylemişlerdi. ama koskoca brezilya geldiğinde bile stadın dolmaması düşündürücüydü. stat 300 milyon dolara mal olmuş ama bu paranın tamamını çin hükümeti karşılamış. evet, çok tuhaf ama çin milyonları buraya akıtmış. sebep? "jest" diyorlar ama öyle jest mi olur? öğrendiğim, ülkenin kaynaklarında söz sahibi olmak üzere pek çok anlaşmaya da bu sayede imza attıkları oldu. eh, bir zamanlar fransız sömürgesi olan topraklar şimdi de bir başka büyüğün uydusu olarak kalacak gibi. fransa sömürgesi demişken, gabon'da resmi dil fransızca. güney afrika veya mağrip ülkeleri gibi çift dilli değil, düpedüz tek dil var, o da fransızca. para birimleri ise kamerun vs. gibi çevre ülkelerle birlikte ortak kullandıkları "orta afrika frangı."

dil demişken, gelen gazetecilerin büyük çoğunluğu afrikalı ve fransız olduğu için basın gezisinin hakim dili fransızcaydı. ne yazık ki yedi yıllık galatasaray üniversitesi hayatımı goygoyla geçirdiğim için fransızcam asla ingilizcem kadar iyi olamadı. kimi insanlarla tanıştığımda "biraz biliyorum" dedim, kimileriyle fransızca konuşmaya başlayınca onlar ingilizce cevap verdi (ki bir fransızı ingilizce konuşmaya ikna etmek az iş değildir). ama nihayetinde cv'me "dalf'ım var, çok iyi fransızca bilirim" yazan bir insan olarak utandım, titredim, kendime geldim ve insanlara "fransızca anlıyorum ama konuşmam iyi değil" demeye karar verdim. yalan da değildi, kelime haznem iyi olmadığı için hiç konuşamasam da muhabbete hakimdim hep. sadece, "şöyle desem" diye kendi kafamda bir cümleyi kurana kadar adamlar futboldan ekonomiye, oradan tarihe geçmiş oldukları için "beş dakika önce konuştuğunuz konuda ben de şunu düşünüyordum" demek istemiyordum. ama nasıl olduysa, ikinci günden itibaren fransızcam dramatik bir şekilde gelişme gösterdi. 5 yılda yapmadığım pratiği 5 saatte yapınca kafamdaki vouloir'lar, absolument'lar zincirlerinden boşandı adeta.

kaynaklar dedik, gabon afrika'nın zengin ülkelerinden birisi. herhalde "kendi kendine yetebilen x ülkeden biri" diye öğretiyorlardır okullarda öğrencilere. tabii afrika'nın kronik sorunu olan gelir dağılımı adaletsizliği orada da mevcut, ama kıtanın ortalamasına göre refah düzeyinin daha tatmin edici boyutta olduğunu söylemek mümkün. yani güney afrika'daki dünya kupası sırasında yaşanan "ülke bu kupayı düzenliyor ama halk bunu ne kadar sahiplene(bile)cek, veya halk bundan ne fayda görecek?" sorusu burada da sorulabilir. güney afrika'ya göre daha az yatırım yapılmış olmasının (9 yerine 2 stat yapıldı) ve bunun çeşitli konaklama, yol vs. projesiyle kol kola ilerlediğini, statların lokasyonunun da stratejik olarak gelişmeye açık olacak yerler arasından seçildiğini anlattılar. eh, elbette bu "kentsel dönüşüm" aşina olduğumuz ve büyüyen şehirlerin, büyük organizasyonlara evsahipliği yapan ülkelerin başvurduğu can sıkıcı bir yol. buna dikkat etmek, şerh koymak gerek.

gabon pek iddialı bir milli takıma sahip değil. iyi bir kalecileri var (ovono), milan'ın kiralık verdiği iki kardeş aubameyang'ların heyecan verici oyuncular olduğunu söylemek lazım. bir tane bordeaux'ta (poko), bir tane lorient'ta (ecuele manga) yedek bekleyen oyuncuları var. ve bir de hakan şükürleri: daniel cousin, le mans'dan, rennes'den, rangers veya hull'dan hatırlayabileceğiniz bir gol emektarı. turnuva sırasında 35 yaşında olacak. ve sırf orada olabilmek için larissa'dan izin isteyip kendi ülkesine dönmüş. muhtemelen 90 dakika oynamayacak ama oyuna girip bir gol attığında dünya gabonluların olacak.

afrika'da futbol izlemek beni bu yüzden büyülüyor. oyuna olan sevgileri bizim burada başarı hırsıyla kirlettiğimizin aksine, çok saf, çok temiz. brezilya'ya 2-0 yenildikleri maçta (geçen seneki güney afrika rüyasına kısa bir geri dönüş olduğu için) tribünleri hep süzdüm. bizim romantize ettiğimiz futbol dilenciliğinin cisimleşmiş hali onlardı. evet, brezilya onları yenecekti ve yendi. ama aubameyang'ın bindirmeleri, cousin'in oyuna girişi, ovono'nun bir iki kurtarışı heyecanlanmaya yetiyordu onlar için. zaten brezilya ve gabon bayraklarını birlikte kapıp gelmişlerdi, niyetleri açıktı. o gece maç sonrasında pek çok seyirci stat çıkışında bir saatten fazla bekledi. aubameyang'dan bir imza için koşturup durdular. istedikleri olan coştu, olmayan sövmedi. eh, bizde en fazla arda'nın, gökhan'ın yolunu kesmek, yüzüne karşı küfretmek için beklerdi taraftar! futbolda hala bazı şeylerin büyüsünün kaldığı yer bence afrika; bu yüzden kendisine "futbol dilencisi" diyen bir insanın öncelikle yapması gereken şey o kıtada bir maç izlemek. şampiyonlar ligi finali mi (izledim), afrika uluslar kupası'nda herhangi bir maç mı derseniz, ben ikincisini seçerim.





bunlar franceville'den bazı kareler. ilk üçü bongoville köyünden, sonuncusu sporcuların konaklaması için yapılan inşa halindeki tesis.

libreville dışındaki ikinci kent ise franceville olacak. ülkenin doğusunda, yaklaşık 45 dakikalık bir uçak yolculuğuyla gidilen (ve karayoluyla 20 saat civarı sürebilecek) bir yer franceville. buradaki stat 20.000 kişilik. havaalanından stada giderkenki yolda bongoville denen köydeki antrenman sahasını da gördük (botswana çalışacakmış orada). ama sahadan daha etkileyici olan, geçtiğimiz köylerdi. nedense çok acayip bir şekilde duygulandım oralardan geçerken. tek katlı derme çatma evler, en ufak bir şehirleşmenin bulunmadığı yerleşimler, bizim olduğumuz otobüs dışında tek bir dört tekerlekli araç görmeyişimiz, sakin, kendi halinde bir halk... bilemiyorum, sanırım sadece "neden?" dedim. "neden buraya afrika uluslar kupası'nı getirmek istiyorlar ki? bu insanlar bunu istiyor, buna ihtiyaç duyuyor mu ki?" orada çok saf, çok derin bir huzur vardı ama, samimi bir dinginlik vardı. biz bir otobüsle yanından hızla geçerken bile fark edilen bir durgunluk. sanırım son yıllarda seyahatlerimin çoğunu avrupa'ya değil de asya ve afrika'ya yapmaya çalışıyor olmamın adını koyamadığım sebebini hissettim orada. bilinçsizce, kimi zaman anlamlı tesadüflerle, kimi zaman da çevresel fırsatlarla yolumun düştüğü yerlerin aslında neden "aslen gitmem gereken yerler" olduğunu idrak eder gibi oldum... neyse, boşverin.

aslında sürekli sağa sola koşturmayla geçen gezinin son günü bir ada gibi görünen ama aslında ucundan da olsa anakaraya bağlı olan pongara'ya giderek geçti. pongara, gabon'daki 12 ulusal parktan birisi. aslında baie des tortues, yani kaplumbağalar körfezi, olarak bilinen körfezin gerisinde yükselen inanılmaz güzel bir kumsal ve nefis bir ormandan ibaret. lost adası kadar el değmemiş görünüyordu, inanılmaz etkilendiğimi söylemem gerekiyor. oradaki tüm sahili işleten adam yarı filistinli bir adamdı. daha önce bali'deki otelimizde gördüğüme benzer şekilde, her yer ahşaptan yapılmış. yapay hiçbir şey yoktu. sağdan soldan kertenkeleler geçtiğinde bile hayran hayran renklerine bakıyorsunuz, şehirli reflekslerle korkmak yerine. sanırım stadyum ve tesis gezmekle geçen dört günlük gezinin sonunda orayı görmeseydim, gitmemle gitmemem arasındaki farkı ayırt edemezdim. şu an ise gönül rahatlığıyla "gördüm" diyebiliyorum gabon için. eğer olur da yolunuz düşerse libreville'de merkezde takılmak yerine o milli parkları gezmenizi salık vereceğim ondan...