Thursday, December 27, 2012

2012'nin En İyi Yerli Albümleri

2011 biterken yaptığım "En iyi yerli albümler" toplamasını 10. albümü bulamadığım için dokuzda bitirmiştim. Bu yıl Türkiye müziği için daha iyi geçmiş ya da ben kulağımı yurttan seslere daha çok vermişim. 10 olsun, 12 olsun derken 14'lük bir liste yaptım. Sırf yuvarlak olsun diye bir iki tanesini dışarıda bırakmaya gönlüm razı olmadığından. Sıralamaya çok takılmayın derim, burada farklı renkler içeren 14 tane güzel albüm var.


14. Yora – Gün Sözleri
İlk albümler açısından verimli bir yıldı 2012. Yora “Gün Sözleri”yle nihayet albümlenen bir grup oldu ama kulağını İstanbul’un yeraltına dayayanlar için yeni bir grup değiller. Yükselişleri ve alçalışları çok iyi beceren, zirvelere birlikte tırmanmayı iyi bilen, kimyası oturmuş  bir grup Yora. Vokalistlerinin yetkinliği Türkiye rock standarlarının üstünde ama memleket müziğinin yaptığı hatayı yapıp onları enstrümanların çok önüne koymamışlar. Belki bazı parçaların daha acımasızca edit’lenmeleri, belli bölümlerin kırpılmaları gerekiyor ama yine de toplamda “Gün Sözleri” ışık verici bir kayıt.
Dinleyin: Işık Lekesi 

13. Kafabindünya – Obi
Tıpkı Yora gibi 2000’ler boyunca (özellikle Peyote) konserleriyle ismini duyuran, ancak ilk albümü için 2012’ye kadar bekleyen bir grup Kafabindünya. Muhtemelen farklı yıllarda yaptıkları bestelerin bir araya gelişi “Obi”yi post-rock’ın farklı kanatlarından işlerle dolu bir iş yapıyor. Örneğin “Nightwalk” Mono’yu çağrıştırırken, “Binlerce Özür”de Explosions in the Sky’a benzer cümleler duyuluyor; “Yapabilecek Bir Şey Yoktu” daha gürültücü, “Anger Circus” daha enerjik. Yine de korkmayın, bu, dinleyende dağınıklık yaratacak farklar değil. Memlekette dinleyeninin ve üreteninin çok olduğu post-rock tarzında çıkan nadir “yasal” kayıtlardan birisi olarak “Obi” önemli ve güzel bir albüm.
Dinleyin: İlk Buluşma 

12. Replikas – Biz Burada Yok İken
Memleket müziğinin yüzakı gruplarından Replikas'ın dört yıl aradan sonra bir cover albümüyle dönmesi kimilerini hayal kırıklığına uğratmış olabilir. Ama işin aslı, grubun Anadolu Pop’a bu saygı duruşu Türk rock’ının altın dönemi olan 1970’lerle bugünler arasındaki köprüyü cisimleştirmesi açısından önemli. Kitapçığında Murat Meriç’in yorumlarıyla “ders” hüviyeti de kazanan albüm bu yılın önemli işlerindendi.
Dinleyin: Köprüden Geçti Gelin (Canlı) 

11. Kırıka - Yılların Ettiğini
Bir sabah işe koştururken discman'imde dinledim Kırıka'yı. Büyük hata! O anda servise yürürken yolumu değiştirmek ve Asmalımescit'te açık bulduğum ilk meyhanede rakı içmek istedim. İnsanın burnuna deniz kokusunu, anasonu, hafiften bir "cigara" dumanını çalan, sözleriyle kimi zaman efkarı, kimi zaman bıyık altından gülen halk ozanı dokunduruşunu yaşatan "Yılların Ettiğini" arşivinizde bulunsun. Şimdi değilse bir ara bu albümün "lazım" olacağını göreceksiniz.
Dinleyin: Keçi Kalesi 

10. Ceylan Ertem – Ütopyalar Güzeldir
Anima sonrası Ceylan Ertem yoluna devam etti, ki bu öylesine bir ifade değil. Gerçekten hala ilerlemeye, müziğine farklı renkler, farklı boyutlar eklemeye devam ediyor. İkinci albümü “Ütopyalar Güzeldir”de kafa yormayı seven dinleyiciye kimi zaman oyunbaz kafiyeler, kimi zaman zekice kelime oyunları, bazen ince gözlemler, bazen de samimi ve doğrudan ifadeler sundu. Bu nefis sözleri de içten vokalleri ve köşelere sığmayan melodileriyle taçlandırdı.
Dinleyin: Ne Olursan Ol Gelme 

9. TSU! – tsu!
Türkiye’nin mütevazı indie sahnesinde mevcut her taşın altından çıkabilen bir isim James Hakan Dedeoğlu. Yazdı, yayınladı, organize etti, Oak ve Ricochet ile de üretti. TSU! Dedeoğlu’nun tek başına ortaya koyduğu projesi. “Tek başına”nın altını çizmek gerek zira “tsu!” enstrümantal ve genel olarak “yalnızlık” hissiyle dolu bir kayıt. Hüzünlü bir yalnızlık değil bu, dinleyenin kafasına çakılan vurgularla çalınmış akustik gitarın başrolde oluşuyla alakalı. Etkileyici gitar melodilerinin etrafına örülen atmosferik efektlerle derinleşen “tsu!” samimi ve çok şık bir psychedelic folk kaydı.
Dinleyin: Tonight Khalkedonia Weeps
"tsu!"yu bu adresten indirebilirsiniz. 

8. Can Bonomo – Aşktan ve Gariplikten
Memleket müziğinde “Yılın adamı” anketi yapsak birinciliği en çok hak eden isim Can Bonomo. 2012 minik bir kitleden tüm Türkiye’nin tanıdığı bir adama dönüştüğü kocaman bir kırılma senesi olarak hatırlanacak onun kariyerinde. Bütün Eurovision hengamesinin içinde ne zaman üretildiğini anlamadığımız “Aşktan ve Gariplikten” sinik gözlere bu rüzgar dinmeden yelkeni biraz daha şişirme çabası gibi görünebilir...di; eğer Can Bonomo ilkinden daha olgun, daha cesur bir albümle gelmeseydi. Bonomo’nun nakarat yazma kabiliyetini bir sınıf üste taşıdığı “Aşktan ve Gariplikten,” bağlamayla gitarın, halk müziğinin doğrudan sözleriyle güncel şiirin kelime oyunlarıyla kol kola gittiği şık bir kayıt.
Dinleyin: Başkan 

7. mor ve ötesi - Güneşi Beklerken
Eurovision’un Türkiye’de her gruba yaramadığını düşünüyorum. Can Bonomo veya maNga gibi bu işten karlı çıkan gruplar da var ama mor ve ötesi örneğinde Eurovision’a katılmanın grubun momentumunu kıran ve belki de bir üç-dört yılını kaybettiren bir hamleydi. “Masumiyetin Ziyan Olmaz” kötü bir albüm değildi ama mor ve ötesi gibi her albümde ileri adım atmaya alışmış bir grup için büyük başarı sayılmazdı. “Güneşi Beklerken” sound olarak değil ama yaratıcı kimlik açısından 2000’lerin ilk yarısındaki başındaki mor ve ötesi’nin dönüşünü simgeliyor. Formüller bir kenara bırakılmış ve grup şarkı yazımı konusunda 2004’ten beri en yüksek formunda.
Dinleyin: Oyunbozan 

6. Mira – Ayda Kahvaltı
Nada-Mira-Portecho-Norrda çetesi Türkiye’nin en verimli kolektiflerinden birisi – sonuncusu artık aktif olmasa da. Mira’nın “Eve Dönmeliyim”i retro film soundtrack’leri ruhunu, sıcak bir melankoliyi barındıran bir albümdü. Çıkar çıkmaz bomba gibi düşmemişti ama ilerleyen yıllarda çok kişinin kanına girdiğini biliyorum. “Ayda Kahvaltı” da çabuk kavranmadı ama kaderi ilk Mira kaydıyla aynı olabilir. Belki genel çerçevesiyle bir indie rock albümü bu ama 1970’ler psychedelic rock tonları da var burada, akustik folk renkleri de. Sözlerinde sürrealizm de var, günlük hayatınıza dokunabilecek gerçekçi detaylar da. Bu albümü ilk dinleyişte sevmezseniz zaman ayırın, çünkü bunu hak ediyor.
Dinleyin: Ayda Kahvaltı 

5. Korhan Futacı ve Kara Orkestra – Pavurya
DANdadaDAN günlerinden beri biliyoruz, Korhan Futacı son on yılda memleket müziğinin başına gelmiş en iyi şeylerden birisi. Bu yıl sadece “Deli Bando”daki prodüksiyon performansıyla bile övgülere layıktı, ama o bir de “Pavurya”ya imza attı. Cazı arabeske, virtüöziteyi efkara kattığı bu kayıt hak ettiği değeri görmedi ama siz atlamayın.
Dinleyin: Bülent 

4. Portecho – Motherboy
Ezberi bir kenara bırakın, Portecho insanları dans ettiren grup değil. İkinci albümleri “Studio Plastico”yla girdikleri kusurlu, daha lo-fi, daha pürüzlü sound’u sürdürdükleri “Motherboy” da bunun kanıtı. 1980’lerin primitif synth beat’leriyle örülü çağdaş bir new wave kaydı olan “Motherboy,” memleket müzik sahnesinin en mühim adamlarından Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan’ın şapkalarından çıkarttığı yeni bir tavşan daha.
Dinleyin: Permanent Runaways 

3. Genç Osman – Gökyüzü Masmavi
Türk rock’ının gördüğü en büyük albümlerden birisinde, Mavi Sakal’ın “Kan Kokusu”nda, söyleyen adamdı Genç Osman Yavaş. Pek çokları için öncesi de yok, sonrası da. “İki Yol”un 15 yıl sonrasında, 41 yaşında ilk albümünü yayınlıyor olması bile nereden baksanız ilginç bir hikaye. Ancak “Gökyüzü Masmavi” bu geri hikayeyi önemsiz kalacak kadar güçlü bir albüm. Çok çok iyi bir vokalist olduğunu zaten biliyorduk ama iyi bir şarkı yazarı ve ozanla, çok sıkı bir akustik gitarcıyla, sonuçta olgun bir müzisyenle “tanıştırdı” “Gökyüzü Masmavi.”
Dinleyin: Dilek Tutmak (Aylin Aslım ile) 

2. Biz – Müzik İstiyoruz
İlk albümleri bilirsiniz: Biraz telaşlı olur, sağı solu sarkar, hataları mevcuttur. Biz’in “Müzik İstiyoruz”u ise bir iki ufak defo dışında acemilik içermeyen, ama ilk albüm olmanın heyecanı ve samimiyetini barındıran bir iş. Mehmet Güren’in erken dönem Chris Martin’i anımsatan falsettoları, Brit yağmuru yemiş gitar riff’leri, ev kaydı havasını perçinleyen sevimli tuşluları ve gerektiği yerde coşkuyu gazlayan trompetleriyle bir ilk albümün ötesinde bir oturmuşluğa sahip Biz. Ve prodüktörü Emre Nişancı’nın da katkısıyla bu ülkede yapılmış belki de en güzel indie rock kaydına sahip “Müzik İstiyoruz.” Defo derseniz, “Where is My Mind?” uyarlaması “Aklım Nerede”ye gerek yoktu bence. Nazar boncuğu.
Dinleyin: İçinden Gelen 

1. Yasemin Mori – Deli Bando
Dört yıl önce “Hayvanlar”ın ilk çıktığı günlerde Yasemin Mori çılgınlığına kapılmayan birisi olarak “Deli Bando” bende geriden gelip maçı kazanan bir takım etkisi bıraktı. Mori’nin cesur sözleriyle deliliğe övgüler düzdüğü, şarkı yazarlığının sınıf atladığı, geleneksel şarkı formlarının çoğu zaman yok sayıldığı ve prodüksiyon yetkinliğiyle (Mori + Futacı ve Barlas Tan Özemek) memleket standartlarının çok ötesine uçan “Deli Bando” yılın en iyi yerli albümüydü. Mucizevi "Venüs'te Uyandım (Adını Sen Koy)" ise yılın şarkısı.
Dinleyin: Dünya

Friday, December 21, 2012

Hindi değil indie


Noel albümlerini pek anlayamadık, anlamamız da kolay değil. Çıkıp mor ve ötesi'nin Kurban Bayramı için bir EP yayınlaması ne kadar makul geliyorsa kulağa, The Walkmen'in Christmas kaydı da o kadar anlamlı belki. Ama neticede Noel öyle güzel estetize edilmiş ki kolektif kültürde, bunu yadırgamıyoruz. Ben de sorgulamıyorum o yüzden. İstedim ki, altı tane güzel kayıtla "bizim çocuklar" nasıl Noel şarkıları yapıyorlar bakalım. Daha fazlasını da eklerdim aslında, ama saatler sürer, ufak bir araştırmayla çoğuna siz de ulaşırsınız zaten.

The Walkmen - Christmas Party


New York'lu grubun Noel şarkısı tam bir Charlie Brown hissiyatına sahip. Parti bitip de herkes evine döneceği için mutsuz olan bir çocuğun öyküsü.

Sufjan Stevens - Christmas Unicorn

Sufjan her şey üzerine yazabilir. Illinois Valisi üzerine de yazabilir, bir seri katil üzerine de. Çeşitli Noel kayıtları yayınlamışlığı var, en tazesi olan "Silver & Gold"dan 12 dakikalık bir epik şarkı "Christmas Unicorn."

She & Him - Baby, It's Cold Outside

M. Ward ve Zooey Deschanel'ın ortaklığı her daim iç ısıtan şarkılar üretmekle meşhur. Burada da kuralı bozmamışlar.

Low - Blue Christmas


"Blue Christmas" Noel klasiklerinden birisi. Low da adıyla müsemma slowcore tarzında ağır ağır damardan ilerlemeyi en iyi beceren gruplardan birisi. 1999 tarihli bu yorumlarında da pek Noel coşkusu içerdikleri söylenemez.

Kishi Bashi - It's Christmas But It's Not White Here In Our Town 


Bu şarkıda Kishi Bashi çok rahat özdeşleşebileceğim bir konuya eğilmiş. Hayatının ilk 18 yılı Mersin'de geçmiş bir insan olarak kışın bırakın kar yağışını, doğru düzgün soğuk bile görmedim ben. Kishi Bashi de bu ruhu nefis canlandırmış.

The xx - Last Christmas

Cheesy bulabilirsiniz ama Wham! klasiği "Last Christmas" çok güzel bir pop şarkısıdır. The xx de ara ara yaptığı pop cover'ları mevzuuna bu sefer Noel vesilesiyle eğilmiş ve sonuç mükemmel olmuş.

Bonus track: The Pogues & Kirsty MacColl - Fairytale of New York

Friday, December 14, 2012

2012'nin en iyi albümleri

Bir yılın daha defterini dürüyoruz ve müzik seven insanların yaptığı gibi listeden listeye yuvarlanıyoruz. Daha Aralık ortasında pek çok kişinin bir liste yorgunluğu yaşadığını tahmin ediyorum. Ama bu benim de kalabalığa biraz daha katkı yapmamı engellemeyecek. Umarım ki bu kişisel liste okuyana keyif versin, şaşırtsın, belki dinlemediği bir iki albüme merak uyandırsın vs.
Yapan kişi tarafında ise liste yapmak keyiften çok yorgunluk demek. Son bir haftam 50'nin içine giremeyen albümler dolayısıyla suçlu hissetmeler geçti. Bu sabah bile eklemeler yapmaya devam etmekteydim. İçine koyamadığım albüm için kötü hissetmek kendini mi fazla ciddiye almak oluyor, yoksa müziği mi? Ben ikincisi olduğuna inanmak istiyorum.
Liste yorucu dedim, işi biraz daha karıştırmak için birer de şarkı seçtim, linke tıklayıp YouTube'dan dinleyebilirsiniz. Ve tabii dışarıda kalmasına gönlümün razı olmadığı bazı grupların adını andım, "bunu severseniz bunu da dinleyin" gibisinden.
İyi bir liste mi bilmiyorum ama iyi bir sene olduğu kesin. Zira bu listeyi 50'lik değil 120'lik de yapabilirdim. Sevdiğiniz albüm burada yoksa yorumla eklersiniz, makbule geçer.
Bugünden bakınca benim için 2012'nin en iyi albümleri bunlar işte.

50. DIIV - Oshin
The Cure’a öykünen reverb’lü gitarları, güçlü davulları ve neredeyse tamamen dışarıda bıraktığı vokalleriyle DIIV müthiş bir ses ve riff yağmuru sundu.
Dinleyin: Doused

49. JEFF The Brotherhood - Hypnotic Nights 
Weezer seviyorsanız hemen her yıl albüm yayınlamalarına karşın onları özlemişsinizdir (çünkü son kaydadeğer albümlerinden 10 yıl geçti). O zaman JEFF the Brotherhood'la tanışın, hemen kaynaşırsınız.
Dinleyin: Sixpack
Ayrıca: METZ - METZ

48. Liars - WIXIW
Her albümde değişmeyi beceren Liars bu kaydında kirli gitarları bir kenara bırakıp Radiohead-vari bir electronica'ya kaydı, her şey gibi bunu da iyi yaptı.
Dinleyin: No. 1 Against The Rush

47. Alt-J - An Awesome Wave
Yılın en tartışmalı gruplarından birisi Alt-J, ama tüm gürültünün uzağında bir debut için usta işi şarkılar ve şık bir sound işçiliği mevcut.
Dinleyin: Tessellate

46. The Mountain Goats - Transcendental Youth
Amerikan folk/rock'ının hakkı nadiren teslim edilen gruplarından The Mountain Goats sert akustiğini biraz yumuşattı, ama John Darnielle'in müthiş söz yazarlığı yerli yerinde.
Dinleyin: Harlem Roulette 

45. Ty Segall - Twins
Veli toplantısında gibi konuşmak gerekirse bu yıl en çok Ty Segall çalıştı. 12 aya sığdırdığı en iyi kayıtsa garaja sokulmuş The Beatles gibi tınlayan "Twins"ti.
Dinleyin: Thank God For Sinners
Ayrıca: Allah-Las - Allah-Las
44. Echo Lake - Wild Peace
Londralı Echo Lake çizgi dışına taşmayan ama tertemiz akıp giden dream popuyla pembe rüyalara fon oldu.
Dinleyin: In Dreams

43. Tame Impala - Lonerism 
Tame Impala "Lonerism"le Sgt. Pepper dönemi The Beatles psychedelic'ine yaklaşıp aynı zamanda taze kalınabileceğini gösterdi.
Dinleyin: Feels Like We Only Go Backwards
Ayrıca: Pond - Beard, Wives, Denim

42. Big Boi - Vicious Lies and Dangerous Rumors
Outkast'teki tek yaratıcının Big Boi olmadığını "Speakerboxx"tan bilmeyenler 2010'un en iyi hip hop kaydı "Sir Vicious"tan öğrenmişti. Yılın son günlerinde çıktığı için bir çok listenin dışında kalan albüm “hip hop at its exravagant best.”
Dinleyin: Mama Told Me

41. The Helio Sequence - Negotiations
Oregon’un hakkı verilmeyen indie pop/rock ikilisi yeni albümlerinde stadyum rock’ın az akla gelen James-Simple Minds kanalından sesleniyor.
Dinleyin: Hall of Mirrors

40. The Avett Brothers - The Carpenter
Mumford & Sons’ın zafer bayrağını açtığı haftalarda çıktığı için gölgede de kalsa Avett Biraderler’in en iyi albümü.
Dinleyin: Live And Die

39. The XX - Coexist 
Belki ilkinden yeterince farklı olmadığı için burun kıvrılabilir ama “Coexist” “ikinci albüm sendromu”ndan muzdarip olmadığı için güzel.
Ayrıca: Angels 
Dinleyin: Bat For Lashes - The Haunted Man

38. Cody ChesnuTT - Landing On A Hundred 
Geri dönüşler yılının en beklenmedik çıkışlarından birisi Cody ChesnuTT’tan geldi. Kaybolmuş bir yetenek olmanın direğinden dönen ChesnuTT klasik soul tadını hakkıyla veriyor. 
Dinleyin: That's Still Mama
Ayrıca: Michael Kiwanuka - Home Again

37. Green Day - ¡Uno! 
Green Day’in beş ayda yayınladığı üç albümün en iyisi, grubun inceltilmiş gitar sound’uyla rock’n’roll’a kaydığı ve hakkını verdiği bir iş.
Dinleyin: Oh Love 
Ayrıca: Feeder – Generation Breakdown

36. Patrick Watson - Adventures In Your Own Backyard
Klasik müzikten beslenen piyano tuşelerini müthiş orkestrasyon hamleleriyle süsleyen, şarkılarına kompozisyon demenin daha çok yakışacağı Patrick Watson'ın kaydı, dinledikçe gizemine daha çok varılan müthiş bir hikaye.
Dinleyin: Into Giants

35. Six Organs of Admittance - Ascent
2000’lerin hakkı verilmemiş gruplarından Comets On Fire’ı belki de zamanında siz de es geçmişsinizdir, olabilir. Comets On Fire artık yok ama lideri Ben Chasny eski ekibini yeni SOAT albümü için toplayınca kalın gitar riff’lerine, uzun enstrümantal pasajlara doyduk. Gitar sevenler kaçırmasın!
Dinleyin: Waswasa

34. Baroness - Yellow & Green
Duble albümlerin, epik kayıtların coştuğu yılda bile Baroness’in stoner’ı progresife kırdırdığı “Yellow & Green” ihtişamıyla parladı.
Dinleyin: Take My Bones Away

33. Mount Eerie - Clear Moon
Amerikan müzik sahnesinin en kendine has dehalarından Phil Elverum bu yıl çıkarttığı iki albümden “Clear Moon”da sessiz ve tekinsiz atmosferiyle vurdu.
Dinleyin: The Place Lives
Ayrıca: Sun Kil Moon - Among The Leaves

32. Jack White - Blunderbuss
10 yıldan fazladır elini attığı her projeyi altın eden Jack White'ın ilk solo albümünde şaşırtan bir şey yok. Tüm işleri gibi rock'n'roll, blues, folk ve Americana dersi "Blunderbuss."
Dinleyin: Freedom At 21

31. Spector - Enjoy It While It Lasts
Bu yıl ortalığı çok daha fazla yakıp yıkmasını bekliyordum Spector’ın. Kaiser Chiefs ve The Vaccines benzeri yakalayıcı debut’ları beni epeyce gaza getirdi çünkü.
Dinleyin: Chevy Thunder

30. Bill Fay - Life Is People
40 yıl aradan sonra çıkan ilk Bill Fay albümü görkemli değil ama ağırkanlı, klas bir geri dönüş.
Dinleyin: Never Ending Happening
Ayrıca: Bob Dylan - Tempest

29. Jessie Ware - Devotion
İlk albümüyle Mercury kazanma şerefini Alt-J’e kaptırmış olabilir ama etkileyici vokalleri, iyi şarkıları ve şık sound’uyla yarınlar Jessie Ware’in.
Dinleyin: Wildest Moments 
Ayrıca: Lianne La Havas – Is Your Love Big Enough?

28. Richard Hawley - Standing At The Sky’s Edge
Son yıllarını 1950’ler havalı crooner ballad’larıyla geçirmiş Richard Hawley görkemli ve epik bir gitar albümüne imza attı.
Dinleyin: Seek It

27. Kishi Bashi - 151a
Bu yılın -Türkiye'de- en çok dalga geçilen ismi Kishi Bashi, (adı isminin ilk harfi ve soyadı Ishibashi'den geliyor) bu yılın gördüğü en güzel şarkılardan birini ("Bright Whites") ve en umut verici çıkışını yaptı.
Dinleyin: Bright Whites

26. Swans - The Seer
Michael Gira’nın “Daha önceki her Swans albümünün, içinde bulunduğum, hayal ettiğim müziklerin son noktası” demesi üzerine sözüm yok.
Dinleyin: Mother of the World 

25. The Shins - Port Of Morrow
The Shins’ten umudu kesmek üzereydik ama James Mercer yeni topladığı ekibiyle şık bir “olgunluk dönemi” eseri vererek ikinci yarıya başladı.
Dinleyin: Simple Song

24. Dirty Projectors - Swing Lo Magellan
Şarkı formunun gittikçe zorlandığı bir dönemde Dirty Projectors da bir albümde 40 şarkılık fikir kullanan gruplardan. Atlanmamalı.
Dinleyin: Offspring Are Blank 

23. Cat Power - Sun
Chan Marshall’ın Cat Power müziğine dair bilinen her şeyi silip yeniden yazdığı “Sun” müthiş bir zafer.
Dinleyin: Cherokee

22. Sharon Van Etten - Tramp
Sharon Van Etten'ın kadife eldivenle yumruklama yeteneği var. İnce melodileriyle darmadağın edebiliyor. "Serpents," "Leonard" gibi şarkılarla az nakavt olmadık.
Dinleyin: Serpents

21. Frank Ocean - channel ORANGE
Frank Ocean hakkında yazıp malum blog yazısına atıfta bulunmayan olmadı. Ama Ocean sözlerindeki detaycılık, vokallerindeki vurgular ve prodüksiyonundaki eklektizmle çağdaş bir Stevie Wonder olarak cinsel yöneliminden çok daha fazla konuşulacak şeyi olan bir genç adam.
Dinleyin: Thinking About You
Ayrıca: Miguel - Kaleidoscope Dream

20. Edward Sharpe & The Magnetic Zeros - Here
Bu albümde bir “Home” olmadığı için hakkı yenmiş olabilir; izin vermeyin. “Here” grubun folk’unu ruhani bir çizgiye taşıdığı müthiş bir kayıt.
Dinleyin: Mayla

19. Bruce Springsteen - Wrecking Ball
“Amerika’nın sesi” Bruce Springsteen’in ekonomik kriz döneminde sokaktaki adamın derdine tercüman olduğu “Wrecking Ball” yine okyanus ötesinin halinin en iyi fotoğrafı.
Dinleyin: Wrecking Ball

18. Now, Now - Threads
Önce Now, Now Every Children olan isimleirni kısalttılar, sonra da hap gibi indie pop/rock şarkılarından oluşan “Threads”i ürettiler. Kazanan formül.
Dinleyin: Dead Oaks

17. Mumford & Sons - Babel
İngiltere’nin en iyi ihracatı, Amerika’da yılın en çok satan albümü ve dahası... Marcus Mumford ve dostları artık tirajla anılsa da, sevenleri kadar nefret edenleri de olsa “Babel” grubun sınıf atlayışını sadece satışıyla değil, hacmiyle de kanıtlayan bir albüm.
Dinleyin: I Will Wait

16. Macklemore & Ryan Lewis - The Heist
2012'de rap dünyası Rick Ross, Kendrick Lamar ve A$AP Rocky ile meşgulken Macklemore büyük bir şirketle çalışmadan da parlamayı başardı. Üstelik kafayı kızlar ve uyuşturucu ile yakmadan ve ciddi sosyal meselelere eğilerek ("Same Love" hip-hop'ın gördüğü en büyük homofobi karşıtı söylem olabilir). "The Heist" Beastie Boys ve Eminem'in yanında tüm zamanların en büyük beyaz rap albümlerinden biri.
Dinleyin: Same Love

15. Animal Collective - Centipede Hz
Kimileri için alışması zor olabilir ama bu yoğun sonik bombardımanın içinde klasik Animal Collective armonileri insanı vuruyor.
Dinleyin: Today's Supernatural

14. Best Coast - The Only Place
Bethany Cosentino bu albümden önce kim olduğuna dair sorulara daha çok kafa yordu, bu kafa karışıklığını yaşadığı yere sığmanın, onu sevmenin huzuruyla çakıştırıp harika şarkılar yazdı. Bobb Bruno’yla çaldı ve Jon Brion’la kaydetti, dinlemelere doyulmadı.
Dinleyin: The Only Place
Ayrıca: Sea Of Bees - Orangefarben

13. Japandroids - Celebration Rock
"Celebration Rock" havai fişeklerle başlıyor ve bitiyor. Aradaki 35 dakika içinde olan her şey gürültülü, coşkulu, çığlık çığlığa ve tutku dolu.
Dinleyin: The House That Heaven Built
Ayrıca: Nada Surf - The Stars Are Indifferent To Astronomy 

12. Neil Young & Crazy Horse - Psychedelic Pill
Epik albümlerden bahsederken Neil Young’ın yeri ayrı. METZ’in albüm bitirdiği noktada Young açılış şarkısını bitirmiş oluyor daha. Müthiş gitar pasajlarıyla çok sağlam albüm.
Dinleyin: Walk Like A Giant
Ayrıca: Patti Smith - Banga

11. Godspeed You! Black Emperor - 'Allelujah! Don't Bend! Ascend!
10 yıl aradan sonra gelen ilk GY!BE albümü post-rock’ın kendi klişelerine boğulduğu bir zamanda grubun karanlık ama yine de insani şiirleri -söz olmadan- yazabildiğini gösterdi.
Dinleyin: Mladic
Ayrıca: Sigur Ros - Valtari
 
10. Grimes - Visions
Claire Boucher’yi silik bir indie sanatçısı olmaktan çıkartıp indie’nin gözbebeği yapan “Visions”ın arkasında bolca acı var. Zira kendisi bu albümü kaydetmeden önce üç hafta kendini açlığa mahkum etmiş. Albümü ise bu öykünün aksine bir hiç de acıtıcı değil. 80’ler synth-pop müziğine deneysel bir tat kattığı ve onu bugüne değen bir şey yaptığı “Visions” hem etkileyici, hem dile dolanıcı şarkılarla dolu.
Dinleyin: Oblivion
Ayrıca: Sarah Jaffe - The Body Wins

9. Grizzly Bear - Shields
Belki "Veckatimest"le beklentilerinin birkaç katı büyümüş olmak Grizzly Bear'in işini zorlaştırabilirdi. Daha çok satmayı hedefleyip başka bir trene binebilirlerdi. Onlar daha az tercih edilen patikayı seçtiler, indie rock klişelerini bir kenara koydular ve 1970’ler psychedelia’sına dokunan eşsiz bir iş çıkarttılar.
Dinleyin: Yet Again

8. fun. - Some Nights 
2012 fun.’ın yılı oldu. The Format ile başladığı kariyerinde bir türlü dikiş tutturamayan Nate Ruess ve dostlarının muhteşem pop operası onları bu yılın en çok parlayan indie grubu yaptı. Queen’in ihtişamına yakışacak bir pop operaydı “Some Nights;” bir melodi bombardımanı ve 2012'nin hüzünlü ama sonu mutlu biten masalıydı.
Dinleyin: We Are Young
Ayrıca: Passion Pit - Gossamer

7. Crystal Castles - III
Chiptune’u bir kenara bırakıp karanlık Euro disco tınılarına yer veren, vokallerde de punk’ın yerine goth’a kayan Crystal Castles’ın dönüşümü yılın en şık ters köşelerindendi. Grubun karamsar politik söyleminin daha çok altını çizmeye başlaması da onları sıradan bir dans ikilisi olmanın çok ötesine taşıdı. 
Dinleyin: Plague

6. Chromatics - Kill For Love
Chromatics acelesi olmayan insanlara göre bir müzik yapıyor. Gözlerinizi kapatıp dinlediğinizde “Drive”da Ryan Gosling’in arabasının içinde bulmanız işten değil. Sadece soğuk 80’ler atmosferinde değil, “Aşk için öldürme” kümesinde de kesişiyorlar.
Dinleyin: Candy

5. The Maccabees - Given To The Wild
Yılın en ilgi çekici dönüşüm hikayelerinden birisi The Maccabees'in hiper-enerjik rock'n'roll şarkılarından atmosferik gitar müziğine kayışıydı. "Given To The Wild" yılın en başından sonuna bıkmadan dinlendi. The Maccabees yarın müziği bıraksa bile sadece "Ayla" gibi bir şarkı yazabildiği için hep iyi hatırlanacak artık.
Dinleyin: Ayla

4. M Ward - A Wasteland Companion
M. Ward hep iyi bir şarkı yazarıydı, kötü iş yapmamıştı ama hiçbir işi de “A Wasteland Companion” kadar vurucu değildi. Bu albüm öyle yeri göğü inletecek, rock’ın sınırlarını genişletecek bir kayıt değil. Ama çok samimi, çok içten, çok keskin ve çok duygusal. İnce gözlemlerle yazılmış sözler ve doğrudan kalbe inen melodilerle adı gibi yarenlik edebilen bir kayıt.
Dinleyin: Primitive Girl
Ayrıca: Jake Bugg - Jake Bugg

3. Beach House - Bloom
Şimdiden pek çok dreampop grubunu etkilemiş, sanatsal anlamda günümüzün en mühim gruplarından birisi Beach House. Daha önce anlatmaya çalıştığım gibi, her şarkısında daha önce adını koymayı bırakın, yaşandığını hatırlamadığım, var olduğundan emin olmadığım an(ı)lara götürüp oraya bırakıyorlar. Tanımlayamıyorum ve bunu çok seviyorum.
Dinleyin: Wild

2. Norah Jones - Little Broken Hearts
Kendini yeniden keşfedenlerin yılıydı bu: Cat Power, Grizzly Bear veya hatta Neil Young. Norah Jones’un Danger Mouse’la yaptığı iş ise diğerlerinden daha cesurdu. Caz, blues ve folku tamamen bir kenara bırakıp indie pop’a kayması cesaret gerektiren bir işti. Ama Jones ve Burton bu işi müthiş kıvırdılar. Her şarkısı kompozisyon ve prodüsiyon anlamında incelenmesi gereken “Little Broken Hearts” aynı zamanda Jones’un hala tam atlatamadığı bir aşkın ölümüne ağıt dolu sözlerle de sivriliyor.
Dinleyin: Say Goodbye


1. Fiona Apple - The Idler Wheel Is Wiser Than the Driver of the Screw and Whipping Cords Will Serve You More Than Ropes Will Ever Do
Geri dönüşler, kendini yeniden keşfedişler ve “albüm gibi albümler” yılı dedik 2012 için. Bir kayıt bunların hepsini yerine getirdi. Fiona Apple yedi yıl aradan sonra çıkarttığı ilk albümde yine kendinden başka kimseyi dinlemedi, kendinden başka kimseye benzemeyen bir albüm yaptı. Belki dikkatsiz kulaklara bilinç ve melodi akışı gibi gelebilecek bir kayıttı, ama kompozisyon, vokal performansı ve sound anlamında büyüleyici bir çalışma vardı ortada. Belki açılış şarkısı ‘Every Single Night,’ oyunbaz piyanolarıyla ‘Periphery’ ve dilinize dolanması kaçınılmaz olan mükemmel ‘Hot Knife’ dışında ilk dinleyişte ayırt etmesi kolay olmayan şarkılarla örülüydü “The Idler Wheel…” ama ilk dinleyişten sonra bir kenara bırakılamadı. Yıl içerisinde huşu içerisinde bu albüme döndüm hep, Fiona’nın her gece beyniyle girdiği savaşa tanık oldum, “İstediğimizi yapabiliriz” deyişiyle güç buldum, onunla birlikte Largo’ya gidip birer içki içtim. Çok sevdim, çok sevdim, yıllarca da seveceğim.
Dinleyin: Every Single Night

Monday, December 10, 2012

Michael Nyman: Artık kimse benden film müziği istemiyor




2012’yi Michael Nyman’la açtık, yine kendisiyle kapatıyoruz. !f İstanbul sayesinde şehrimize konuk ettiğimiz usta müzisyen bu hafta The Michael Nyman Band olarak yine Türkiye’de. Avea Sıra Dışı Müzik kapsamında 14 Aralık Cuma akşamı İstanbul Kongre Merkezi’nde çalacak üstat. Yılın başlarında ise “NYman with a Movie Camera” filmiyle İstanbul’daydı. Dziga Vertov başyapıtı “Film Kameralı Adam”ı kare kare “yeniden yorumladığı” filmi kopyasındaki arızalar sonucu yarıda kesildiği için keyfi kaçmıştı. Ertesi gün kısa filmlerini gösterirken ise keyfi yerindeydi. Gösterim sonrasında Salt’ın kafesinde yemeğini yerken önce Altyazı’nın, sonra benim sorularımı yanıtlamıştı. Yeri gelmişken o röportajı hatırlatmak istedim. Meraklısına, müzik muhabbeti sonda.

Dün “kısmen” izlediğimiz filminizde Dziga Vertov’un başyapıtına yeni bir yorum getiriyorsunuz. Sanki onun filmine ayna tutup o aynadan yansımaları filme almış gibisiniz.
Evet pek çok yansıma var filmde. Ayna tutmadığım şeylerden birisi soundtrack, o değişmiyor. Yani “NYman With A Movie Camera”nın müzikleri “Film Kameralı Adam”daki müziklerin aynısı. Ama tabii ki kendi versiyonumda çok farklı imgeler kullandığım için o müzikler de farklı biçimlerde tecrübe ediliyorlar. Ama müziklerin Vertov’un orijinal imgelerinden çok benim kullandığım görüntülere daha çok uyduğunu düşündüğüm zamanlar da var. Vertov’a tuttuğum ayna, ki bu ayna harika bir analoji oldu, bazen görüntüyü bozan, bazen da tamamen aynısını gösteren bir ayna. Elbette 1990’lar ve 2000’lerden renkli görüntüler var filmimde. Ama onun dışında son derece düz bir yansıtma: tramvaya tramvay, otobüse otobüs şeklinde. Ama bazen aynadaki aksi hafif bir bozulmaya uğruyor, mesela Boğaz’dan geçen bir tekne veya bir tramvay orijinalinin aslı değil, dolayısıyla görüntünün nesnesi değişince sahnenin karakteri de değişmiş oluyor. Ama filmde sahip olmadığım bir şey, benim kardeşim kameraman değil. “Film Kameralı Adam”da Vertov’un kardeşi filmde kameraman olarak görünür ve filmin aktif bir öğesidir. Bende ise yedek bir kameraman yok. (durup düşünüyor) Ama hayır, benim filmimde de aktif öğe olarak kameramanlar var, yani kameraman benken ve görüntümün yansıması filme girerken… 
Evet, vitrinden yansıyan görüntüleriniz var…
Doğru ama bu kazara olan bir şey. Ama filmde bazı sekanslarda Vertov’un materyali bende yok ve orada bir hayal sıçraması yaşıyorum. Yani Vertov’dan en çok uzaklaştığım anlar onun kömür madenlerini ve oradaki işçileri çekmesi ama benim filmimde madenciler yok. Çünkü artık İngiltere’de bir kömür endüstrisi yok. Ama Brickenham’daki gaz ocaklarını çektim ben de. Ya da fabrika bacaları gibi dik cisimler düşünürken Ground Zero’ya ya da Persepolis Harabeleri’nden görüntüler kullandım. Böylece o ufacık sekansta İran-İsrail gerginliğini düşünerek çeşitli analojiler kurabiliyorsunuz. Bu şekilde bir politik alt metin eklemiş oldum ama son derece plansız bir şekilde. Oturup Vertov’un sunduğu insan, makine ve toplumun harika bir şekilde birbirlerine uyum sağladığı idealize edilmiş bir dünyayla ilgili nasıl yorum yapabilirim diye düşünmedim. Yorumum aslında şu: Vertov’un filminden 10 yıldan daha az bir süre sonra II. Dünya Savaşı çıktı ve o filmde gösterilen enerji de Çingeneler ve Yahudiler üzerinde kullanıldı. Bu fikirlerim sadece benim Vertov’u yansıtmamdan doğan görsel bir tepkinin sonucu. Bu şekilde birden bire “Film Kameralı Nyman”da da entelektüel bir içerik oluşmuş oluyor ki, bu benim ilk baştaki “bir Vertov tramvayına karşılık bir Nyman tramvayı, bir Gorki ilanına karşılık bir Nyman afişi” planımı aşan bir durum. Böyle son derece post-modern ve mekanik bir süreç ve aslında bir mesajı olmayan bir proje başta hiç düşünmediğim bir içeriğe sahip olmuş oldu. Sonradan fark ettim ki, otobüse karşı otobüs, insan suretine insan sureti kısmı işin asıl ilgi çekici yanı değilmiş.
Filmde de pek çok insanın kameralarıyla, cep telefonlarıyla anı yakalamaya çalıştığını görüyoruz. Günümüz insanının alışkanlıklarına dair ilginç bir detay.
Evet çok ilgi çekici. Ama o da Vertov’a paralel. “Film Kameralı Adam”da iki tane kameraman var. Bir tanesi filmde gördüğünüz, Vertov’un kardeşi. Ama bir tane de filmi çeken, sizin görmediğiniz kameraman var. Kardeşin yapmadığı bir şey ise, onun çektiği materyallerin hiçbirini filmde görmüyorsunuz. (Duraklıyor) Arkadaki kameramanın çektiklerini görüyorsunuz ama kameraman olduğunu düşündüğünüz adamın görüntülerini görmüyorsunuz. Bu, 1933 yılında Amerikalı bir eleştirmen tarafından fark edilmişti. Bunun filmin en kuvvetli yanlarından biri olduğunu düşünmüştü. Filmin kendine dönüşlü olduğunu düşünüyorsunuz ancak gerçekte film o kadar da kendini anlatan bir film değil, çünkü kameramanın çektiği görüntüleri görmüyoruz. Ve şimdi düşünüyorum da, belki de kameraman hiçbir şey çekmemişti. Sonra da tüm süreç büyüdü, yani ölçek anlamında değil ama, görüntülerin toplanması anlamında büyüdü.
Peki görüntüleri nasıl topladınız?
Çoğu zaman Vertov’da bir şey gördüğümde kendi arşivimin çok yetersiz bir sunumunu kullanıyorum. Bazen sokaklara çıkıyorum ve karşılık için bir görüntü ararken karşıma çıkan görsel anlamda tekrar eden bir kazalar silsilesi oluyor. “NYman with a Movie Camera” için materyal toplamak bir anlamda bit pazarına gitmek gibiydi. Koleysiyonun için istediğin her parçayı sonunda buluyorsun. Koleksiyonunda bir parçayı çok istiyorsun, eBay’e ya da açık artırmaya girip o parçayı alıyorsun. Bunun dengi de sokaklara çıkıp güvenlik kameralarını ya da başka şeyleri çekmek oldu.
Pek çok görüntü kazara veya bilinçsizce çekildi. Mesela Londra’da, ya da Mexico City’de bir futbol maçına ya da FC Barcelona Müzesi’ne giderdim. Vertov listeme bakıyorum, evet spor görüntüsüne ihtiyaç var. Dolayısıyla istediğim şeyi zaten çekmiş buluyordum çoğu zaman. Ama en çok istediğim, özellikle aradığım bir plak fabrikası çekimiydi. Bir üretim sahnesi gerekiyordu ama o bile kazara gelişti. Soho’da Vinyl Factory adında bir plak fabrikası vardı ve benim bir albümümü plak olarak basmışlardı. Onların EMI’dan bir fabrika aldığını öğrendim, o da dokuz yaşındayken okul gezisiyle götürüldüğümüz bir fabrikaydı. Böylece bir kat tarih daha eklenmiş oldu. O esnada görüntülerimi aldım ve kadınların üretim yaptığı sahne de ben bambaşka bir şeyi düşünürken çıktı. Yani, bilinçaltında ya da kazara gelişti. 

Fabrika demişken, fabrikalardaki mekanik tekrarlar da sizi etkiliyor gibi, bu imgeyi çok sık kullanmışsınız.
Evet, insan hareketlerindeki tekrarlar da öyle. “Tieman”de de tekrarlar, tekrarlar, tekrarlar var, insan hareketinin tekrarı. Bazen kamerayı kurup bir insan topluluğunun hemen hemen aynı şeyi yapmasını ve insani sürecin varyasyonlarını izlemek de hoşuma gidiyor.
Buradan hareket edersek insanlardaki spor tutkusuna da bir ilginiz var gibi.
Bu ilginç çünkü Vertov’un spor sahnelerini paralellemem içerisinde iki tane spor var: Birisi futbol. İngiliz takımları İstanbul’da Beşiktaş, ya da, diğeri neydi?
Galatasaray?
Evet, Beşiktaş ya da Galatasaray’la oynarken görüyoruz, çok rekabetçi bir düşmanlık var arada. Ama diğer tarafta da İran’ın cimnastiğe benzer Zoor diye bir sporu var. Onu kaydedebildiğim için çok şanslıyım. Tarihini çok okumadım ama anladığım kadarıyla cimnastikle savaşı birleştiren bir yapısı var. Savaşa benzerliği de kuvvetin ritüel bir sergilenişi haline gelmiş. Vertov çok barışçıl ve masum bir iş yapmış. Ben ise filmde Auschwitz, Persepolis ve Ground Zero’yu gösteriyorum, Mexico City’deki yıkık bir sinema gibi. Bununla Nazilerin ve İkinci Dünya Savaşı’nın 10 yıl içinde nasıl kötü gittiğini göstermek istedim. Vertov ise idealize edilmiş bir toplum sunuyordu, ama Sovyetler Birliği birkaç yıl içinde Stalin politikalarıyla harap olacaktı. “Man With A Movie Camera” temelde Sovyet komünizmiyle ilgiliydi ama benim filmim ütopik olmaktan ziyade distopik ve umutlu olmaktan ziyade karamsar. Ama bu film çekimi sırasında ortaya çıkan bir şey değil. Oturup “Bu benim Vertov ve Stalin politikaları üzerine analizim” demedim. Film yapmakla ilgili harika olan şey toplanmış anlamlar, toplanmış referanslar, ilk kurguda aklına bile gelmeyen imalar oluşturabilirsin. İlk amaç bir ayna bulmak ve bire bir çekim yapmaktı.
Film gösterimi sırasında “Artık filmlere müzik yapmam istenmiyor” dediniz. Şaka mıydı bu?
Eğer soundtrack yapacak bir film yoksa ortada, soundtrack yaratamazsın. Ve bir yönetmen, yapımcı ya da stüdyo seni çağırmazsa da soundtrack yaratamazsın. Altı, yedi yıldır film müziği yazmadım. Neden Bay Sevilen olmaktan Bay Sevilmeyen olmaya düştüm? Teorilerim var. Artık sinemaya gittiğimde her bestecinin film müziği aynı tınlıyor. Kendi film müziklerimi düşündüğümde aynı besteciden çıktığı halde her biri diğerinden farklı. “Piano” soundtrack’ini dinlediğinde onun “The Draughtsman’s Contract”le aynı besteciden çıktığını fark etmeyebilirsin. Yani ben kendi özgünlüğümün kurbanı oldum, çünkü günümüzde film müzikleri hiç özgün olmuyor.  Artık bir besteciyi diğerinden ayıramıyorsun, bir bestecinin farklı filmler için yaptığı müzikleri birbirinden ayıramadığın gibi. Yani film müzikleriyle ilgili olay artık bireysel değil, sanatçılar özgür değil. Artık güvenli bir formüle göre müzik yazılıyor: Müzik var ama fark edilmiyor. Bu film müziğinin klasik tanımıdır, orada olduğunu fark etmezsin. Hissedersin ama fark etmezsin. Oysa benim müziğimde, ki ben film müziği bestecisinden ziyade besteciyim, müziğin orada olduğunu kesinlikle fark edersin. Ve belki de yönetmenler veya stüdyolar... İki şey var: Ya bu tip bir bireyselliği tehdit edici buluyorlar, ya da yazdığım müzikleri sevmiyorlar. İkisi de olabilir. Belki de her ikisi birden.

Friday, November 30, 2012

2012'nin gölgede kalan 12 albümü

Yıl bitmedi ama müzik medyası 2012'yi bitirdi. Önümüzdeki günlerde geleneksel Çekme Kaset listelerini bulacaksınız ama burada pek çok derginin gözünden kaçan iyi albümlere dikkat çekmek istedim. Yıl bitmeden bu gruplara da bir şans verin, palete birkaç renk daha eklensin. 

Dana Falconberry - Leelanau
Michigan'lı şarkıyazarı Dana Falconberry bir süredir albümler yayınlıyor ama benim de radarıma ancak "Leelanau" ile girdi. İyi ki de öyle oldu, Sufjan Stevens'ın yakalayıcı melodi avcılığını Joanna Newsom'ın deneyci yanı (ve keskin vokalleri) ile birleştiren müthiş bir ozanla tanışmış oldum.

Echo Lake - Wild Peace
Albümünün yayınlandığı günlerde 25 yaşındaki davulcusu Peter Hayes'i bir kalp hastalığına kurban veren bir grup Echo Lake. Aslında "Wild Peace"in böyle ekstra bir doz hüzne ihtiyacı yok. Grubun narin gitar melodileriyle ördüğü ve Linda Jarvis'in atmosferin içine gömülü vokalleriyle oluşturduğu dream pop melodileri zaten gereken etkiyi sağlıyor. Türün klişelerinden çok uzak kalmasa da tertemiz albüm, keşfedilesi grup.

Foxygen - Take The Kids Off Broadway
Üyelerinin ikisi de henüz 22 yaşında olan Brooklyn'li bir grup Foxygen. Yaşlarını göstermiyorlar, çünkü 1960'ların rock'n'roll'una gönderme yapan bir müzikleri var. Yaşlarını gösteriyorlar çünkü bu etkilenimleri 2000'lerin eklektizmine yakışır şekilde ve korkusuz bir gençlik enerjisiyle yoğuruyorlar. Ariel Pink'in daha temizi, MGMT'ın daha pop'u olarak düşünebileceğiniz bir psych-pop yapıyorlar. Ve daha da büyüyecekler.

The Helio Sequence - Negotiations
Bu listedeki grupların çoğunluğunun aksine Seattle'lı The Helio Sequence yeni bir ekip değil. Ancak bilinmezlik örtüsünü yırtıp atamadılar henüz. "Negotiations" grubun bir önceki işi "Keep Your Eyes Ahead"in synth destekli indie pop/rock'ına göre daha fazla 1980'lere dokunuyor. Mid-tempo ballad'lar, synth'lerle derinleştirilmiş bir atmosfer ve yakalayıcı vokal melodileriyle "Seven" dönemi James'i anımsatan çok iyi bir albüm "Negotiations" - özellikle benim gibi bir James hayranı için.

Hundred Waters - Hundred Waters
Gainesville, Florida'lı Hundred Waters beş kişilik bir electronic/indie pop grubu. Ancak kategorizasyon yanıltıcı olabilir çünkü albümü "Sonnet" gibi bir folk şarkısıyla açıyorlar, sonra "Me & Anodyne" gibi elektronik soslu bir indie pop işi çıkartıyor, üzerine de "Caverns" gibi Björk tarzı atmosferik bir parçaya geçebiliyorlar. Geçişler ilk etapta yadırgatıcı olsa da tanışmanın fayda olduğu bir topluluk.

Lawrence Arabia - The Sparrow
Yeni Zelandalı müzisyen James Milne, yumuşak melodilerini çok ince çalışılmış yaylılarla ördüğü şık bir chamber pop yapıyor. Ama orkestrasyonun kullanımı ona 60'lar sonu/70'ler başı şarkıyazarlarının yanına yaklaştırıyor. "Lick Your Wounds"ta "Forever Changes" dönemi Love'ın değdiği yerlere uzanıyor, "Artık böyle müzik yapmıyorlar" dedirtiyor.

Lord Huron - Lonesome Dreams
Biraz Fleet Foxes'ın göğe tırmanan armonileriyle bezeli folku, biraz Bon Iver'in ılık melodileri. Los Angeles'lı grup Lord Huron'ın ilk albümü bunu ve daha fazlasını içeriyor: Ben Schneider'ın vokalinde geçmişin hüznünü, melodilerinde ise insanın içine dokunan melankoliyi bulmanız gibi.

Seapony - Falling
Best Coast vokalisti Bethany Cosentino California'lı değil de Seattle'lı olsa herhalde böyle bir şey yapardı. Kuzeyin hüznünün çöktüğü bir surf pop albümü "Falling." Üçlünün ikinci albümü Jenny Weidl'ın vokallerinin kaydediliş tarzıyla dream pop'a, Johnny Marr'dan etkilenmiş görünen gitar işçiliğiyle de indie rock'a kayıyor. İçinde bir tatlı hüzün barındıran şeker şarkılarıyla akıp gidiyor albüm.

Sera Cahoone - Deer Creek Canyon
Seattle'lı olmak ve Sub Pop'tan albüm çıkartmak denince kafada canlanabilecek grunge çağrışımlarını unutun, Sera Cahoone akustikten şaşmayan bir ozan. Seattle çevresinde pek çok grupta çalmış ve pek çok isimle turlamış olmasına rağmen halen hak ettiği ilgiyi görmüş değil. Amerikan kırsalının kokusunu içine çekebileceğiniz "Deer Creek Canyon" Cahoone için kapıyı daha da açsa keşke.

Taken By Trees - Other Worlds
Victoria Bergsman'ı ya The Concretes solisti, ya da Peter Björn & John'un ıslıklı şarkısındaki vokalist olarak bilirsiniz. Artık Taken By Trees olarak da bilin. Bergsman'ın Hawaii'de geçirdiği zamanlardan ilham alan, tüy gibi gitarları ve su gibi akan altyapılarıyla kendini sıkmadan dinleten "Other Worlds" tam bir "keyif" albümü.

Tanlines - Mixed Emotions
Artık 1980'ler vurgulu pop müzik yapmanın orijinal bir halinin kalmadığı günlerde Amerikalı ikili synth-pop'un altın günlerinden kalma bir iş çıkartmış. Hurts gibi türün çok daha popüler isimlerinin hayal bile edemeyeceği kalitede bir şarkıyazımı, müthiş hook'lar var "Mixed Emotions"ta.

Waxahatchee - American Weekend
New York'lu şarkıyazarı Katie Crutchfield neredeyse sadece gitar ve vokal içeren yalın bir set-up'la kendi başına kaydetmiş "American Weekend"i. Sanki bir odada çalınırken küçücük bir kayıt cihazıyla yakalanmış, ya da 40 yıllık bantlarla yeni günışığına çıkmış gibi tınlıyor Waxahatchee'nin müziği. Ama onu özel yapan eski görünümü değil, samimiyeti ve sıcaklığı. 

Crystal Castles 3, Lilja 4

Lukas Moodysson'un "Lilja 4-Ever"ı, bir kere izlediyseniz bir daha aklınızdan çıkmayacak bir filmdir. Adı konmayan bir eski Sovyet ülkesinde, 1990'lar sonrasındaki herhangi bir yılda geçen bu film, Lilja'nın "daha iyi bir yaşam" için İsveç'e gidişi ve "kötü yol"a düşüşü üzerine çok sert bir tokattır. İnsan ticareti ve seks işçiliği üzerine son derece politik bir dram olan "Lilja 4-ever"da aklınızdan çıkmayan şeylerden birisi film boyunca ansızın yüksek volümden giren Eurodance şarkılarıdır. Tek amacı dans ettirmek olan, sakız gibi, plastik şarkılar o filmin bağlamı içerisinde soğukluğun, hissizliğin ve iletişimsizliğin işitsel sembolü olur adeta.

Crystal Castles 2012 yılına denk düşen (isimsiz ve bu yüzden III diye anacağımız) albümünde bugüne kadar imzası olmuş olan 8-bit sound'unu bir kenara bırakıyor. Adını aldığı atari oyunu kadar 1980'ler kokan, Ethan Kath'in 8-bit işçiliğinin üzerine Alice Glass'ın feryat figan vokalleriyle benzersiz bir synthpunk grubu olan Crystal Castles, ilk iki albümünde hem dans ettiren, hem de yumruk sıktıran bir kimya yakalamıştı. "III"de başka bir yöne gitmişler. Kath bilgisayarları stüdyoya sokmamış ve tüm albümü analog bantlara kaydetmiş. Glass ise çığlıkları bırakıp bambaşka bir perdeden söylemeye başlamış. Albümü ise Varşova'da kaydetmişler "çünkü dili bilmiyorduk ve kimseyi tanımıyorduk, bu şekilde tamamen izole olabilecektik."

"III"ye hakim olan soğukluğun fiziksel sebebi bu. Sanatsal ve politik sebebi ise grubun her zamankinden daha ümitsiz ve öfkeli olmasından. "İnsanlığa olan inancımı daha fazla yitiremeyeceğimi düşünürdüm ama bazı şeylere tanık olduktan sonra dünya çürümenin hakim olduğu ve kurbanların adalet bulamadığı bir yer gibi gelmeye başladı" diyor Alice Glass. "Vigilante olmaktan sadece bir adım uzaktayım." Bu albümün genel anlamda baskı teması etrafında örüldüğünü anlatıyorlar. Pitchfork röportajlarında özellikle kadınların sadece az gelişmiş ülkelerde değil, Batı'da da nasıl bir baskı altında olduğunu istatistiklerle açıklıyorlar. "Dünyada seks köleliği için kaçırılan 12.3 milyon insan var ve bunların sadece %1'i bulunabilmiş."

"Lilja 4-ever" göndermesi bu röportajı okuduktan sonra aklıma gelmedi. Crystal Castles'ın koyu renklerle dolu ses paletinden ve Alice Glass'ın gotik vokallerinden bana geçen yalnızlık, soğukluk ve umutsuzluk hissi çağrıştırmıştı filmi. Crystal Castles'ın "III"de kimi şarkılarda yaklaştığı Eurodance plastiği Lilja'nın ve onun gibi yüzbinlercesinin korkunç hayatını kafamda çağrıştırmıştı. Daha sonra röportajı okuduğumda Crystal Castles'ın seslerle nasıl duygu flaşları çakmaya çalıştığı konusunda ne kadar bilinçli olduğunu görüp bir kez daha hayran kaldım sadece.

"Lilja 4-ever"da çalan parçalardan birisi t.A.T.u.'nun "Not Gonna Get Us"ıydı. Büyük müzik adamı Trevor Horn'un işçiliğini bir kenara koyun, t.A.T.u. da gözümüzün önünde birkaç perdeden işlenmiş bir suçtu aslında.   Onlar da külliyen yalan bir senaryoyu oynamak zorunda bırakılmış, 18 yaşın altında, Rus, liseli ve lezbiyen fetişizminin hizmetine sunulmuş iki tane "seks kölesi"ydi aslında. Yulia ve Lena birkaç yıl sonra oyundan sıkıldılar ama t.A.T.u. pop dünyasının son günahı olmadı. Alice Glass Katy Perry örneğiyle pop müziğin kadınları nasıl metalaştırdığını, göz önündeki kadın starların da cinselliği nasıl sattığını, çocuklara seks aşıladığını anlatıyor. Kadını özgürleştirir görünen şeyin aslında kadını (ve çocukları) nasıl esir aldığını anlatıyor.


Lukas Moodysson İsveçli. Ahmet Çiğdem'in deyimiyle dünyanın refah şovenisti ülkelerden birinden çıkma. Crystal Castles da Kanadalı ve aynı şey onlar için de söylenebilir. Bu ay çok uzun bir araya nokta koyan Godspeed You! Black Emperor da öyle. Geçen ay Guardian'a mail üzerinden verdikleri mülakatta şunu söylemişlerdi: "İnsanlar bizim kıyılarımıza ulaşmaya çalışıyorlar, bizim onların ülkelerinde yarattığımız karmaşadan kaçmak için." Bu, belki de Batılı vicdan azabından fazla bir şey değil. Ama eğer bir grubun yaratacağı fark, fark ettirmek ve sarsmak ise, Crystal Castles en azından bunu hakkıyla yapıyor. 

Thursday, November 29, 2012

Neil Young & Crazy Horse - Psychedelic Pill


Rock'ın büyük ustalarıyla ilişki durumumuz karmaşık. Şüphesiz büyük hürmetle bakıyoruz onlara, beş-altı yılda bir yeni albüm yaptıklarında şatolarından yere inmiş ve bilgeliklerini bizle paylaşmaya gelmiş üstün varlıklar olarak görüyoruz. Konserlerini "ölmeden yapılması gereken" işler olarak addediyoruz - ya onlar ya biz ölmeden. Onların neden bu kadar uzak kaldıklarına dair sebepler muhtelif: Belki yorgunluk, belki aşırı titizlik, belki müthiş bir külliyata yeni parça ekleme tedirginliği, belki hata yapma korkusu, belki de gereksiz taramalar yapmamayı öğrenmiş olmanın olgunluğu. Sebebi ne olursa olsun o seyreklik şüphesiz o albümlerin de gücünü artıran bir unsur ama. "Banga" çıktığında (cover albümü "Twelve"i saymazsak) bunun sekiz yıl aradan sonra çıkan ilk Patti Smith albümünün olmasının kattığı değer de vardı üzerinde. Has dinleyici için önemliydi mevzu: "Patti Smith albüm çıkartıyor, kıymetini bilin" deniyordu sanki.

Neil Young albümlerine bu fırsatı vermiyor. 2000'ler boyunca Bob Dylan dört yeni stüdyo kaydı yayınladı, Bruce Springsteen beş, Tom Waits dört, Leonard Cohen üç, Patti Smith üç (+ bir cover albümü), Lou Reed üç (+ "Lulu"), Kate Bush iki, Peter Gabriel ise bir. Bahsi geçen 12 yıllık süreçte Neil Young 12 albüm yayınladı. "Silver & Gold"da country rock köklerine döndü, "Are You Passionate?"ta damardan bluesy takıldı, "Greendale"de bir kasabanın hikayesini (müzik, sinema ve edebiyat disiplinlerinde) anlattı, "Living With War"da ciddi konulara girdi ve Amerikan başkanının yargılanmasını talep etti (ve "Bu Kanadalı'ya ne oluyor?" ithamlarına maruz kaldı), "Le Noise"da tek başına elektrik gitarının olanaklarını test etti ve "Americana"da üzerinde doğmadığı ama çok sevdiği Amerika topraklarının halk şarkılarını yeniden yorumladı. Okurken yorulduğunuzu biliyorum ama 67 yaşındaki usta yorulmadı. Onu takip etmek (bu paragrafı okumaktan da fazla) efor istiyor. Çünkü üstadın kavgası bitmiş değil. Hayatla, müzikle, insanlarla, devletlerle, kendisiyle; ne derseniz deyin. O kavga bitmedi. 2008 yılında Rock Werchter'de Neil Young'ı izlerken tam olarak anlamıştım bunu. Sahnede "Bitse de gitsek" diye çalanlardan değildi, "Ohio"yu nasıl bir öfkeyle yazdıysa öyle bir öfkeyle vuruyordu gitarının tellerine. Gitarını kavrayışı, dudaklarını sıkışı, yüz ifadesi, hareketleri hala hatırımda. Öylesine devam etmediği belliydi, her yıl bir albüm yapıyor oluşu üreterek nefes alıyor oluşundandı. Sadece klasiklerini çalıp inebilirdi Werchter sahnesinden, onu da yapmadı. Herkesin istediği birkaç şarkının yanında taze işlerini de çaldı. Bir tanesi 15 dakikalık epik "No Hidden Path"ti. Bir festival kalabalığına çalmanın cesaret isteyeceği bir kayıt.

Eğer 70.000 gence 15 dakikalık "No Hidden Path"i çalmak cesaretse "Psychedelic Pill" başka türlü bir meydan okuma. Dokuz şarkılık, iki plaklık, 87 dakikalık bir albüm bu. Bu yola çıkmak istemeyenleri de en baştan uyarıyor Young: Açılıştaki "Driftin' Back" 27 dakikayı aşıyor. Uzun gitar sololarıyla tam bir "jam" şarkısı. Bu yılın başlarında çıkarttığı "Americana"yı yıllar sonra bir araya geldiği Crazy Horse grubuyla ısınma turu olarak gördüğünü anlıyorsunuz dinlerken. Ve az önce bahsettiğim "kavga" meselesine geliyoruz. "Driftin' Back"te "Picasso'yu severdim / Teknoloji devi gelip onu duvarkağıdına çevirdi" diyor, bir beş-on dakika sonra asıl konuya geliyor: ""Artık şarkımı dinlediğinde ancak %5'ini duyuyorsun, eskiden tamamını duyardın" diye hem isim vererek MP3'lere, hem de günümüzün şıpsevdi müzikseverine çatıyor. Sadece albümün değil, tüm Neil Young kariyerinin en iyi şarkılarından olan "Walk Like A Giant"a ise yenilgi hissi sinmiş: "Eskiden dünya üzerinde bir dev gibi yürürdüm, şimdi akıntıya kapılmış yaprak gibiyim." Bir sonraki dörtlükte ise "Ben ve arkadaşlarım dünyayı kurtaracaktık ama hava değişti, beyaz kirlendi, kalbimi kırıyor bu" diye ekliyor ve silkiniyor: "Ama düşünsene ne kadar yaklaşmıştık?"

Neil Young'ın son döneminin en iyi işi saydığım "Psychedelic Pill," kulağı günümüzün müzik dinleme formatlarına alışmış dinleyici için ağır gelebilir. Kendim için de 87 dakikalık bir albümü kalkmadan dinleyebilmenin çok kolay olduğunu iddia etmeyeceğim elbette. Ama Neil Young'ın paslı sesi, illa bir yerinize dokunan sözleri ve etkileyici vokal melodileriyle kemik gibi çalan Crazy Horse mutlaka yakalayacaktır sizi, klasik rock seviyorsanız. 70'ine merdiven dayamış bir ustanın böylesine tutkuyla yaptığı kaydın hak ettiği emek kesinlikle bundan azı değil.