Tuesday, February 28, 2012

instagram kuşağının marilyn'i: lana del rey

günümüz pop kültüründe en zor iş bir mit yaratmak. düşünsenize, michael jackson konserlerinde sahneye ilk çıktığında dakikalarca hareketsiz dururdu, çığlık yağmuru altında. o anda stadyumdaki 70.000 kişi için o, michael jackson'ı tek görebilme şansıydı. artık her popstarı markette alışveriş yaparken, kafe çıkışında yürürken veya havaalanında uçağını beklerken görme ihtimaliniz var. chris martin, "artık biliyorum ki sahnede kayıp düşsem 10 dakika sonra tüm dünya youtube'da onu izliyor olacak" diyor. martin'e göre jay-z, bana göre lady gaga dışında günümüz müziğinde o miti yaratmayı başaran kimse yok. artık bu devirde açıklık tek çıkar yol. çünkü her an birisi sizi makyajsız, maskesiz yakalamak için tetikte. john lennon'ın ölmek üzereyken çekilmiş bir fotoğrafını gördünüz mü? michael jackson'ı hastaneye kaldırılırken gördük. jim morrison'ın efsanevi miami konserinde penisini seyircilere gösterdiği anı gördünüz mü hiç? oysa ki noel gallagher'ın kanada'da bir izleyici tarafından saldırıya uğradığı anın videosu milyonlarca kez izlendi.

ilk çıkışı itibariyle lana del rey büyük bir mit olmaya, gizem yaratmaya çok yaklaşmıştı. youtube'a sessiz sedasız salınan, bir webcam yardımıyla çektiği ve retro görüntülerle kurguladığı "video games" klibi hiçten çıkıp gelen bir starı müjdeliyordu. baygın bakışlı, şişme dudaklı güzel kızın ağır yükselmeler ve alçalmalardan oluşan, davulsuz gürültüsüz patırtısız şarkısı geçen yıl duyduğumuz en iyi şeylerden birisiydi. "bu zamana kadar nerelerdeydin sen?" diye sorduk, elimizde fazla bir şey yoktu. retro takıntılıydı, geçmişte bir dönem bir karavan parkında yaşamıştı ve hiçlikten geliyordu. ne var ki, birkaç hafta sonra tüm hikayeyi öğrenecektik. adı bile plak şirketinden ekiplerle masa başında bulunmuştu, dolaysıyla retro takıntısı projenin bir parçasıydı. karavan parkında yaşaması aslında internet işinden dolayı epeyce zengin olan babasının bir fantezisinin sonucuydu. en önemlisi, sıfırdan çıkmış değildi. lizzy grant olarak bir pop kariyerine başlamış, lana del rey olarak bir albüm de yayınlamış ama bir şekilde itunes arşivlerinden bile silinmiş ve nihayetinde imajıyla "yeniden yaratılmış" bir kişiydi.



birkaç hafta içinde bolca düşman kazanmıştı lana del rey. indie müziğin yayılmasındaki en büyük damar olan blogosfer ve internet medyası, başta alemin en sivri dilli blogu hipster runoff olmak üzere lana'nın plastik bir star olduğu gerekçesiyle onu topun ağzına dikti. indie'nin yeni kraliçesi sandıkları kızın, indie'nin en karşı olduğu şeyin vücut bulmuş hali olduğunu anlamışlardı: "gerçek" değildi o, plak şirketi tarafından tasarlanmış bir projeydi. lana del rey ve arkasındaki ekip, indie tünelini sadece üne sıçramak için kullanmış, işi bitince de limandaki ilk pop vapuruna atlamıştı.

şuradan bakıldığında lana del rey çok doğru bir proje: insanlık tarihinde yaşadığımız çağ kadar retro takıntılı bir dönem olmadı. nostalji duygusu, retro estetiği günlük yaşamdan sanatın her dalına, modadan damak zevkine kadar insan hayatının her bir noktasına hükmetmekte. son teknoloji ürünü olan iphone'umuzla çektiğimiz fotoğraflar bizi tatmin etmiyor, onu instagram'ın filtrelerinden geçirmek istiyoruz. anı şu anda yaşamayı yeterli bulmuyor, onun gerçekten yaşanmış olduğunu, zamanın tasdiğinden geçtiğini ve bakmaya değeceğini anlamamız için illa grenli görüntüler veya pastel renkler gerekiyor.

iri dalgalı kızıl kestane saçları, 1950'lerden fırlamış imajı ve lolita pozlarıyla, instagram kuşağına tam istediği şeyi veriyordu lana del rey. iki boyutluydu, kartondandı ama "renkleri" güzeldi. biz de lana del rey'in fotoğraflarına baktığımızda marilyn monroe'nunki gibi bir ferahlama yaşayabilirdik. öylesi bir pin-up girl'ün gerçekliğini sorgulamamız hata olurdu. ama elizabeth ve lana arasındaki uçurumlar o kadar kısa sürede o kadar gözümüze sokuldu ki, bunca yapaylığı yok sayamadık.

"born to die" yayınlandığında bu yüzden "son umut"tu. "video games" ve "born to die"ın karanlığıyla kendisine biçtiği "gangsta nancy sinatra" modelinden birkaç ay içerisinde paris hilton'ın albümünde yayınlanmış olabilecek şirin "off to the races" gibi şarkılara nasıl geçiş yaptığını anlamak zordu; ilk şarkılarında umutsuz şarkılar söyleyen kalbi kırık kızın "senin küçük yıldızın, fahişenim ben" dizelerini seslendirişi de. ve pek tabii, "diet mountain dew"daki lily allen yakalayıcılığından, "million dollar man"deki fiona apple sislerine kayması, oradan 1990'lar sonu britney sound'una sıçraması da... yarısı iyi, yarısı vasat şarkılarla dolu iyi bir pop albümüydü bu. "video games"in yarattığı heyecan ve beklentiyi unutsanız belki bir iki puan daha yüksek vereceğiniz bir kayıttı, ama bu şartlarda geçmişi yok saymak imkansızdı.

pop müzikte kusursuz samimiyet arayan birisi değilim. indie gruplarının da göründükleri kadar "içimizden biri" olmadıklarının farkındayım. lana del rey ve arkasındaki insanlara bize kartondan bir yıldız sundukları için kızmıyorum. girdikleri yolda ilerlemek zor geldiği için, en azından iyi bir pop albümü yapmak için daha fazla zaman ayırmaları gerektiği gerçeğini göz ardı edip lana'nın şöhreti "soğumadan" alelacele bir albüm yayınladıkları için kızıyorum. "born to die" kaçırılmış bir fırsat, çünkü "instagramlı" olan şarkılar "modern" olanlara bariz bir üstünlük kuruyor. 1950'li lana'nın 2012 modeline kurduğu gibi.

2 comments:

  1. Ayrıntılı analiz ve yorumlar için çok teşekkürler.

    Yazının ana fikrine oldukça tezat oluşturabilecek şekilde diyorum ki; herşey bir yana, Lana'nın sesi gerçekten büyüleyici :)

    Saygılar

    ReplyDelete
  2. Uyandırdığınız için teşekkürler. Yapaylığının yoğunluğu, görmezlikten gelinemeyecek kadar göze batıyor. Artık sebebini de anlamış oldum.
    Teşekkürler.

    ReplyDelete