Monday, May 28, 2012

Beach House - Bloom: Kayıp zamanın izinde

Beach House kayıp anların müziğini yapıyor. Anı olamamış, anlatılacak kadar yaşanmamış anların müziğini. Olup bitmemiş, olamamış, dolayısıyla bitememiş anların; bir ihtimal olarak kalmış, "acaba nasıl olurdu?" diye küçük birer varsayım kalmış hiç anların müziğini.

Beach House eski fotoğrafların müziğini yapıyor. Çok özlediğiniz için değil, sadece geçtiği ve geri dönemeyeceğiniz için bir yumruk olup boğazınıza oturan geçmişin müziğini. Bir daha ne zaman görüşeceğinizi bilmediğiniz arkadaşınıza sıkıca sarıldığınız anın müziğini. Ve de onunla yeniden buluştuğunuzda çok uzaktan birbirinize doğru yürürken ne kadar sevindiğinizi belli etmemeye çalışmanızın.

Hiçbir şey yapmadığınız, yapacak bir şey bulamadığınız yalnız Cuma akşamlarının müziğini yapıyor Beach House. Sıkıntıdan erkenden uyumak istediğiniz gecelerin, bir de tam derininizde bir sıkıntıyla erkenden kalktığınız sabahların. Ve de film izlerken uyuyup da yazılar akarken uyandığınızda yaşadığınız boşluk duygusunun.

Beach House böyle tanımsız anları müziğe tercüme ettiğinin farkında. "On The Sea"de kalbin taşana kadar dolduğunu, "Troublemaker"da uykuda ağladığını anlatıyorlar, boşa değil. Victoria Legrand'ın bulut gibi, gökkuşağı gibi vokalinden taşan "Yardım et adını koyayım" cümlesi bu yüzden tam yerine oturuyor.

Normalde müzik yazarken sadece duygulara değil, müziğin bileşenlerine de odaklanmayı severim. Ama Beach House'ta, özellikle "Bloom"da bunu yapmak istemiyorum. Onların müzikleriyle çizdiği resmin beni nereden yaraladığıyla ilgilenmek istiyorum, hangi enstrümanlarla hangi sound'u yakaladıkları veya hangi parçanın 1980'ler dokunuşlu dream pop'a kaydığını, hangisinde günümüz indie pop'una yakın durduklarıyla değil. Çünkü insanın içini taşacakmış gibi duygularla dolduran şey o bütünün ta kendisi, onun bileşenleri değil.

Wednesday, May 23, 2012

Suzanne Vega: Bir kahramanın yükselişi

Uzak ara en sevdiğim kadın şarkıyazarıdır Suzanne Vega, ama bunu pek de belli etmemişimdir herhalde. Sağda soldaki yazılarımı çok sıkı takip edenlerin bile bu hayranlığımın farkında olduğunu sanmıyorum. Sebebi sanırım 2000'lerde yaptığı iki albüm "Songs in Red and Grey" ve "Beauty & Crime"a 1980'ler ve 90'lardaki klasik albümler kadar ısınamamış olmam. Gerçi her iki albümden çok sevdiğim şarkılar yarım düzineyi geçer, ama Vega'nınki gibi harikulade bir külliyata sahipseniz bir albümde üç çok iyi şarkı iyi bir ortalama olmuyor.

Sanırım Vega, bizim Bülent Ortaçgil gibi şarkı yapıyor. Zamanında "Her yaptığım şarkının bir önceki yaptığımdan daha güzel olmasını isterim" demişti bir konserinde. Orada bahsettiği "Şarkılarım Senindir" yüzünden iki yıl yeni şarkı yazamadığını anlatmıştı üstat. Ben de Vega'da böyle bir mükemmeliyetçilik arıyorum. Ustası saydığı Leonard Cohen gibi şarkılardan bir kule dikmeye çalışıyor Vega, her bir kelime, her bir ses o kulenin ayakta durmasını sağlayan birer tuğla. İnanmadığı hiçbir tuğlayı da binasına koymuyor. Yoksa bu kalitede bir şarkıyazarının bu 10 yılda iki albüm yayınlamasını ben başka şeyle açıklayamıyorum.

Herhalde Vega da son iki albüme benim gibi bakıyor olmalı ki Salon İKSV'deki iki konserinin ilkinde "Beauty & Crime"dan iki şarkı çaldı, "Songs in Red and Gray"e hiç dokunmadı. Yazdığı Carson McCullers müzikalinden seslendirdiği üç şarkıyı ekleyin, bir de Sparklehorse & Danger Mouse'tan "The Man Who Played God"ı katın hesaba. Kalan şarkıların tamamı kariyerinin ilk best of'u "Tried and True"nun tracklist'i gibiydi. Bunda bir sorun yok, çok iyi bir kariyerin çok çok iyi bir özetidir "Tried and True," Suzanne Vega'ya uzaktan bakmış, "Luka" ve "Tom's Diner"ın ötesine geçmemişler için iyi bir başlangıç noktasıdır.

1998'de "Tried and True" çıkarken Blue Jean'e verdiği röportajda Ergün Arsal'a best of yapmaktan çok keyif aldığını açıklamıştı Vega, "Bana kalsa her yıl çıkarırım bunlardan!" diyerek. Şimdi iTunes'da playlist'ler hazırlayan müzik manyaklarının sıkça yaptığı bir şeye başvuruyor ve kariyerini dört albümde özetliyor. Close-Up isimli dört albümlük bir toplamada "Aşk Şarkıları," "İnsanlar ve Mekanlar," "İnsanlık Halleri" ve "Aile Şarkıları" temalarıyla ayırıyor kariyerini. Kariyerinde yedi stüdyo albümü olan bir sanatçının dört albümlük bir retrospektife yönelmesi aşırı gelebilir. Belki Vega yeterince yaratıcı bir döneminde değil, belki de eski kayıtlarına gereken saygının gösterilmediğini hissedip onları yeniden gündeme getirmek istiyor. Ama dört tane albümde de yer doldurmalık şarkı olmadığını bilin.

Sahnede Close-Up'taki gibi kıyafetlerinden, süslerinden arınmış olarak duyduk o şarkıları. Elektrik gitarı Gerry Leonard çaldı, Suzanne Vega akustikteydi. Davula, basa, fazlalığa gerek yoktu. Kimi zaman (özellikle Vega'nın deneyselleştiği "99.9 F" albümünden şarkılar çalarken) Leonard pedallarıyla efekt işini halletti zaten. İkisi de tek bir nota bile hata yapmadılar, Vega'nın konuşur gibi söyleyişinde sesinde en ufak çatlama olmadı. Şarkıyazarlığından gölgede kalabilecek gitaristliği de iyice parladı, tertemiz çaldı. Ruhumuzu da temizlediler, indiler. 2001-2005 arasında en çok dinlediğim müzisyenlerden birisini sahnede, iki metre önümde çalarken izlemenin doygunluğu da vardı elbette.

Şarkı aralarında minik hikayeler anlattı Suzanne Vega. İlk aşk şarkısı "Gypsy"yi Liverpool'lu bir sevgilisi için yazdığını bilmiyordum mesela. Muhtemelen "In Liverpool"u da yazdıran aynı adamdır. İkinci sırada çaldığı "When Heroes Go Down"da "Kahramanlar düştüğünde hızlı düşerler" der Vega. 10 yıldır eski temposunda olmasa da düşmediğini, sahnede yükselmeye devam ettiğini görmek çok güzeldi. 

Thursday, May 10, 2012

The Big Pink: Aslında pozitif insanlarız


Yeni albümünüz “Future This”i çıkardıktan sonra The Big Pink’te havalar nasıl? Rahatlama mı var, heyecan mı?
Robbie Furze: Çok heyecanlıyız. yeni şarkıları bitirip konserlere çıkmak, yeni materyalleri paylaşmak, konserlerde harika atmosferler yaratmak, insanları kendinden geçirmek. Hepsi harika.
İkinci albüm her grup için zordur, özellikle ilkinde başarılı olmuş gruplar için. Siz bu albüm öncesinde bir baskı hissettiniz mi?
Çok hissetmedik galiba. Albümün bitmesine doğru belki biraz hissettik çünkü kayıt süreci stresli geçmişti. Ama genel olarak yeni materyal yazma konusunda o kadar istekliydik ki stüdyoya geri dönmek sadece eğlenceli oldu. Çılgın fikirlerle dönmek, sadece çalmak, bilgisayarları kurcalamak, yazılımlarla, aldığımız yeni pedallarla oynamak... Yeni oyuncaklarla oynamak gibiydi bizim için müzik yapmak.
Konserlerinizde yeni şarkıları çalmaya başladınız. Gelen tepkiler nasıl?
Çok iyi. İlk defa konserlerimizde insanlar dans ediyor, zıplıyor, bunu görmek çok güzel.
Gerçekten de ilk albümünüze göre daha tempolu, ama biraz daha sert bir albüm “Future This.”
Evet, sanırım ilkine göre çok daha mutluluk verici bir albüm, daha bir canlı kayıt. Bir kutlama albümü gibi.
Albüme başlarken planladığınız bir şey miydi bu?
Aslında çok pozitif insanlarız. dolayısıyla bizim kim olduğumuzu ifade edecek bir albüm yapmak istedik. İlk albümde herhangi bir şey planlamamıştık, kendiliğinden çıkmıştı her şey.
Bu bana biraz şaşırtıcı geldi. Bana hep kasvetli insanlar gibi görünürdünüz.
Evet sanırım öyle görünüyoruz ama neden bilmiyorum. Yaptığımız müziğin karanlık bir yanı var. Bazen şarkılar içimizdeki canavarları iyi bir yere kanalize etmemize yarıyor. Sanırım her insanın içinde negatif duygular, az ya da çok, vardır. Biz de bu depresyonla şarkı yazarak baş ediyoruz belki de. Şarkıları her gece çaldıkça da o canavarları ehlileştiriyoruz.
Şarkılarınızda ses efektlerinin altında hep iyi melodiler yatıyor. “A Brief History of Love”daki ‘Velvet’ veya ‘Dominos’ birer hitti örneğin, bu albümde de ‘Rubbernecking,’ ‘Superman’ gibi şarkılar özünde yakalayıcı melodilere sahip ama siz onları bozarak hit olmaktan çıkarıyorsunuz.
Gürültü her zaman benim için çok önemli oldu. daha gençken Alec Empire gibi endüstriyel müziğin çok önemli bir ismiyle çalışmıştım. Hiç kafa kafaya konuşarak "Daha az pop olsun" diye karar vermiyoruz aslında, sadece olup biten bir şey. Mix'teki ses örgüsü çok ilgimizi çekiyor, distortion, feedback, onları melodik şekilde duyurmak bizi çok etkiliyor. Hepsi bu.
Bu albümde Paul Epworth'le çalıştınız. Prodüksiyon dışında şarkı yazarı olarak da adı geçiyor.
Evet bizim için birkaç şey yazdı. Müziğe nasıl başladığımız ve nasıl bitirdiğimiz konusunda baskı hissetmiyoruz. İyi bir fikir kimden gelirse ondan ilerleyebiliriz, The Big Pink üyesi olması gerekmiyor. Paul da çok iyi fikirlerle geldi ve o yüzden biz de albüm kapağında kendisinin ismini şarkı yazarı olarak da geçirdik. İlk albümde de bize katılan farklı müzisyenler vardı. Mesela ben de bir grupla çaldığımda onlardan etkilenip müziğime bunu yansıtabiliyorum. Aynı şekilde Milo (Cordell) da pek çok yan projeyle meşgul, Glasser'ın yeni albümüyle mesela. Eminim o da bunlardan çok zenginleşmiş olarak dönecektir.
Bu albüme ilham veren özel biri var mıydı?  
Aslında ben ve Milo birbirimizi çok etkiledik. Birbirimizle nasıl anlaştığımız, ilişkimiz şüphesiz bu albümü etkiledi. Müzikal olarak ise ilk albümdekinden farklı sayılmaz: Büyürken bizi müziğe aşık eden her bir grup bu albümde de etkili olmuştur. Ama bazıları diğerlerinden daha fazla yoğundur, mesela Smashing Pumpkins, Beastie Boys, Ministry, Stone Roses... Her birinin etkisini müziğimizin başka bir tarafında görebilirsin. Benim The Big Pink'e dair hayalim bizim grubumuzun da bunlar gibi insanları etkilemesi. Beni Smashing Pumpkins'in etkilediği gibi. Ben gençken onlarca boktan grubun arasında dürüst ve sahici bir müzikti o. Kendimi özel bir grubun parçası gibi hissettirmişti. The Big Pink'in de dinleyene böyle hissettiren bir grup olmasını isterim.
Son dönemlerde böyle etkilendiğiniz bir grup oldu mu? 
Crystal Castles veya Klaxons'ı sayabilirim ama son yıllarda öyle çok etkileyen bir grup çıkmadı. Sevdiğim albümler oldu ama çıkıp beni alt üst eden bir grup da yok. Müzik genel olarak çok sulandırıldı sanki. Ama bu da müzik basınının farklı şeylere destek olmamasıyla alakalı. Sanırım dergi satışları düştükçe müzik basını da daha kolay şeyleri desteklemeye başladı. Özellikle ingiltere'de belli gruplara benzeyen grupları destekleme trendi söz konusu. O zaman da aynı grupları görüyorsun dergilerde. Çocuklar da farklı, çığır açıcı müzikleri bulamıyorlar. E Nirvana'lar nerede kaldı? Sex Pistols'lara ne oldu? Medya yeni ve farklı olanı aramıyor.
Yani medya yeraltındaki gruplara hiç destek olmuyor. 
Hem de hiç. Biz o ağdan kurtulmayı başardık ama biz bile keşfedilene kadar çok mücadele verdik ve zirveye doğru itilmedik. Bence biz çok heyecan verici bir grubuz, farklı bir şey deniyoruz, ama medya tarafından garage rock yapan gruplar kadar destek görmüyoruz. Çok can sıkıcı bir durum, sebebini de bilmiyorum.
İstanbul konseriyle ilgili neler söyleyebilirsin?
İstanbul'a hiç gelmedim ve harika olacağından hiç şüphem yok. Daha önce çalmadığın kitleye bir çaldığında daha heyecanlı oluyorlar, biz de öyle oluyoruz. Şarkılar da her zaman sahnede albümdekinden daha büyük oluyor.

Wednesday, May 9, 2012

Kishi Bashi - 151a

2008 Metallica konserinden önceki en popüler geyiklerden birisi "Down'ı izleyip çıkıcam"dı. Metallica devasa büyüklüğüne karşın, daha doğrusu devasa büyüklüğünden dolayı belirli çevrelerde "uncool" sayılan bir gruptur, tıpkı U2, Coldplay vs. gibi. Dolayısıyla o dönemde Metallica konserine gitmek istemediğinin altını çizmek "gerekli" bir işti.

Sanırım bugün ben de ilk defa "alt grubu izleyip çıkıcam." of Montreal özel olarak sorunum olan bir grup değil ama onlardan alacağımı 2007 konserlerinde almıştım. "Paralytic Stalks"u da hiç fena bulmadım ama sanırım Kevin Barnes ve arkadaşlarının müzikleri bana fazla şekerli, fazla renkli, fazla Red Bull geliyor. Dinlerken yaşanan melodi ekstazisi beni yoruyor. Sevenleri merak etmesinler, grup sahnede albümdekinden daha bile canlı, renkli.

Ama yine de bu akşam Babylon'dayım çünkü bu yılın en parlak ilk albümlerinden birisini yapan bir isim, Kishi Bashi, sessiz sedasız sahnede olacak. Sessiz sedasız dememe bakmayın, bundan birkaç yıl sonra ulaşacağı büyüklüğün aksine, konserin afişinde küçücük bir yer kaplaması anlamında sessiz sedasız diyorum. Yoksa Japon asıllı Seattle'lı müzisyen K Ishibashi'nin projesi de enerji anlamında of Montreal'den geri kalmıyor. Ama onun müziğindeki ses örgülerinin zenginliği, şarkılarındaki Animal Collective benzeri çocuksu coşkuları öforiyi tam zirvesinde bırakıyor. Bu yılın en güzel indie hitlerinden "Bright Whites" zaten kancayı takıyor ama albümü "151a"de pek çok güzel an var. İçinde 60'ların folk şarkılarından 80'lerin arena rock'ına kadar pek çok farklı detay barındıran "Atticus, In the Desert" veya ambient havalarında başlayıp kemanlarla büyüleyici bir finale eren "I Am the Antichrist to You" nefis şarkılar. Kishi Bashi çok parlak bir ilk albüm yaptı ve dahası, bunun çok daha büyük olacak bir kariyerin ilk adımı olduğunu hissettiriyor. Adam olacak bu çocuk ayağınıza kadar gelmişken izlemeden geçmeyin.

Thursday, May 3, 2012

Girls: Bağımsız sinema tadında

"Bence ben kuşağımın sesi olabilirim... Ya da en azından herhangi bir kuşağın herhangi bir sesi."

Lena Dunham'ı muhtemelen tanımıyorsunuz. Ya da birkaç hafta öncesine kadar tanımıyordunuz. Geç kalmayın, yaklaşın. Çünkü bu kız Amerikan sinema ve televizyon sektörünün en dikkate değer beyinlerinden birisi. Dahası, önümüzdeki on yılı şekillendirecek kişilerden birisi olabilir.

Lena Dunham sanat okulundan mezun olup ilk filmi "Tiny Furniture"ı bitirdiğinde henüz 23 yaşındaydı. Filmi 2010'da South By Southwest'te ödüllendirilince hayatı tamamen değişti. Judd Apatow'la bu sayede tanıştı. O Apatow ki yeni Amerikan komedisinin en önemli adamı, günümüzün John Hughes'u, Seth Rogen ve Steve Carell'i Hollywood yıldızı yapan, Paul Rudd'ın kariyerini çöpten çıkaran, Kristen Wiig ve Melissa McCarthy'ye birer Oscar adaylığı kazandıran ve belki hepsinden önemlisi, bir dönemin mizah anlayışına damga vuran adam.

Dunham'ın yolu Apatow'la kesiştiğinde açıldı. Pek çok yönetmenin kısa film için fikir üretmeye çalıştığı bir yaşta ödüllü bir uzun metraj filmin ötesinde yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı "Girls" ile Amerika'yı fethetmekle meşgul şu aralar. Yaptığı şey, bir anlamda Kristen Wiig'in "Bridesmaids"le Hollywood'a yaptığını televizyona taşımak: Yani kadınlara, onların öykülerine, muhabbetlerine, kaygılarına, korkularına, eğlencelerine yer açmak. "Girls"te hiç mi erkek yok? Elbette var. Dizinin ana karakteri olan dörtlünün çevresindeki duyarsız ya da aşırı duyarlı erkekler, çok erkekler ya da hiç erkekler de yer buluyorlar kendilerine. Öyle ki, bir erkek için izlemek bazen utanç verici olabiliyor, "Bu kadar mı ileri gidiyoruz?" diye. Ama merak etmeyin, Lena Dunham "güç bende artık!" diye karşı cinse okları saplayan cinsten bir kadın değil. Başta kendisinin oynadığı ana karakter Hanna olmak üzere filmin dört kadını da çuvaldızdan nasibini alıyor. Üniversite sonrasında hayata atılan veya atılmaya çalışan dört genç kadın olanca komiklikleri, dertleri ve eksiklikleriyle anlatıyor Dunham. Elbette dört kadın ve New York söz konusu olunca aklımıza "Sex and the City" geliyor ama Dunham'a göre "şehrin daha kötü yerlerinde" geçtiği için farklı. Ayrıca 20'li yaşların başlarının 30'ların ortalarına göre net bir farkı var (Dunham'a göre bu yüzden dizinin adı "Girls," çünkü kızlar 30'larına gelene kadar kendilerini "kadın olarak görmüyorlar). Ve net bir ayrım daha: Carrie Bradshaw'un iki köşe yazıp nasıl o kıyafetleri, ayakkabıları ve Martini'leri karşılayabildiği gizeminin aksine Hanna hayatın gerçekleriyle burun buruna. Dizinin ilk bölümünün açılış sahnesinde ailesinin "Artık sana para veremeyeceğiz, iş bulmak zorundasın" dediğini ve Hanna'nın "Bu şehirde üç buçuk gün kalacak kadar param kaldı" saptamasını aklınızda tutun.

Geçen yıl birbirinden nefis filmler izledik ama sanırım 2011'den en çok "sevdiğim," yıllar boyunca canım sıkıldığında beni eğlendirecek bir dost olarak seçtiğim film "Bridesmaids"ti. Tüm komikliğinin yanında "girl talk" olayına duyduğum sevgi ve merak, benim için "Bridesmaids"i özel bir film yapıyordu. "Girls" bunu farklı bir coğrafyaya ve yaş grubuna taşıyor ama özünde "kız muhabbeti"nin dibine vuruşuyla ilgimi çekiyor. Göbekten değil yüzden kilo vermekten prezervatifin yanında kalan şeylerin cinsel hastalık yaratabileceği paranoyasına onlarca detay, kimi zaman ekrandan gözünüzü kaçırmanıza sebep olacak kadar utanç verici anların Dunham tarafından rahatlıkla anlatılabilmesi "Girls"ü özel yapıyor. Dunham'ın ultra düşük bütçeli "Tiny Furniture"da kullandığı yaratıcı kamera açılarının ve mat renk paletinin de diziyi Amerikan televizyonunda gördüğünüz diğer işlerden çok daha farklı, bağımsız sinema tadına yaklaştırdığını, seyir lezzetini artırdığını belirteyim.



Belki tanıştığınıza memnun olacaksınız, belki ondan nefret etmekten hoşlanacaksınız. Ama mutlaka Hanna'nın hayatına girin. Lena Dunham'ın hikayesine kulak verin. Bilin ki "Girls" gördüğünüz diğer dizilere pek benzemiyor.

Not: Şu ana kadar üç bölümü yayınlanan "Girls" her pazar akşamı HBO'da. Biz, Türkiye olarak, her Pazartesi sabahı yeni bir bölüme uyanıyoruz.