Saturday, September 1, 2012

Rock En Seine: Müziğin nehrinde üç gün



Geçen yıl Babylon Dergi’nin benimle yaptığı röportajda “En sevdiğin koku nedir?” sorusunu şöyle cevaplamışım: “Açık hava, çimen ve karton bardakta biranın birleşimi.” Kimileri için piyasa yapmak, kimileri için çok sevdiği grupları dinlemek, kimileri içinse sadece eğlenmek için gidilen yerler olabilir rock festivalleri. Benim için bunların toplamından da fazla, yaşadığımı teyit eden (life-affirming) bir manaya sahip. Nedenini anlatamıyorum, nasılını da. Sadece gitmeden önce yaşadığım heyecan, orada yaşadığım doyum ve döndüğümde yaşadığım tamamlanmışlık hissinden biliyorum bunu. Bir de kolumda taşıdığım ve yıl boyunca bir parçam olmasından keyif aldığım festival bilekliğimden...

Bu yazın planları yaparken gidilecek festival tercihi yapmam gerekmiyordu. Bir Avea Blogger Fikir Takımı mensubu olarak rotamızı önceden belirlemiştik. Üç tane festival belirlenmişti ve ben Roskilde’yi seçmiştim ama gidişe bir hafta kala babamın rahatsızlığı sebebiyle festival planlarını rafa kaldırmıştım. Böyle bir durumda bir festival rotası önemini yitiriyor tabii, ama Mersin’den iyi haberler geldikten sonra yazın kalan haftalarında hala birkaç günlük bir kaçamağa zaman kalıyordu. Yazı yaz gibi bitirmek mümkün olacaktı.

Genelde kıta Avrupasının büyük festivalleri Temmuz ayında olduğu için Ağustos sonunda bir müzik durağı bulmak kolay değildi. İngiltere gibi her köşesinden festival fışkıran bir coğrafya tabii ki vardı ama onu da vizeyle uğraşmamak adına bir kenara bıraktım. Doğu Avrupa festivalleri ise elektronik müzik anlamında kuvvetli de olsa bir iki isim dışında tatmin edici gelmedi. Dolayısıyla Fransa’da 24-26 Ağustos haftasonuna denk gelen Rock en Seine doğal tercih olmuştu. Line-up güzeldi, Fransa iyi bir lokasyondu, akreditasyon almam mümkün görünüyordu ve üç günlük kompakt bir festivaldi.

Uzaktan baktığım kadarıyla Rock en Seine “butik” bir festival gibi görünüyordu. Dört sahnesi olan, şehir merkezine yakın konumlanmış, müziğin öğleden sonra başladığı ve gece yarısını az geçe bittiği bir festival şüphesiz ki Glastonbury’nin “her an her yerde onlarca şey yakalayabildiğiniz delice ziyafetinden,” Benicassim’in “sabaha kadar” hissinden veya Rock Werchter’in “şehirden çok uzakta” hissinden uzaktaydı. Ama kısmen yanıldığımı festival alanının ve katılımın büyüklüğü sayesinde anlayacaktım.

Paris’in hemen dışında denen Saint Cloud milli parkında gerçekleştirilen Rock en Seine aslında metroyla yarım saati geçmeyen bir yolculukla varabileceğiniz, 2. Zone’da konumlanmış bir festival. Rock en Seine sakinlerinin çoğu gibi merkezde bir hostelde kalıp gündüz duşumu alıp festival alanına gidebilirdim. Ama ben asla çoğunluk gibi softcore festivalci olmadım. Benim için festival çadır demek, uyku tulumu demek, toz toprak, yağmur çamur, kan, ter ve gözyaşı demek. Belki müzik için fiziksel bir emek sarfetmeyi seviyorumdur, belki de sadece müziğin hüküm sürdüğü bir alanda nefes almayı, o havanın “şehir” hayatıyla, korna sesiyle, asfaltla bölünmesini istemiyorumdur. Sanırım bu.

Ama bu kolay yol değil elbette. Saatlerce çanta taşımayı, uygun kamp alanını bulmayı gerektiriyor. Bana verilen kamp bilekliği normal seyirciler arasında değil, organizasyona ayrılmış yere aitmiş, bunu çok sonra öğrendim mesela. Saint Cloud parkında taşlı yoldan tepelere doğru yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra “Korkmayın, sadece 1828 adım kaldı” tabelasını görmek beni epeyi bozdu ama yılmadım. Nihayetinde “Sizin yeriniz burası değil, fazla gelmişsiniz” diye gönderilmek de acıydı ama direndim. Neyse ki organizasyonun kamp alanı festivalin göbeğindeydi, dolayısıyla çok uzun yürüyüşler yapmak zorunda kalmadım.

Çadır meselesiyle planlar inceden sarktığı için cuma öğleden sonrası çadırımı kurarken Billy Talent’ı uzaktan duydum. Grubun hayranı sayılmam ama iyi geliyordu, festivalde tat verebilirdi. Olsun. Günün ilk beklenen hedefi Grimes’a yetiştiğim için gerisini pek düşünmedim. Grimes, yani Claire Boucher bu yıl en sevdiğim albümlerden “Visions”ı imzalamıştı. Boucher 80’ler kokan synth-pop’una “tuhaf” vokal melodileri ekleyen, dans ettirmek kadar atmosfer yaratmakla da ilgilenen bir müzisyen. Sahnede synth’in direksiyonunda kendisi vardı, bir tane drum machine çalan eleman, bir de dansçı. O dansçı primitif figürleriyle seyirciye “dans edebilirsiniz” enerjisini veren, performansın merkezi olarak çoğu zaman Boucher’den rol çalan müthiş bir adamdı.

Grimes’ın çaldığı Pression sahnesi dört sahnenin en küçüğü. Ama üç gün boyunca epeyi şık isimler orada çaldı. Alandaki iki VIP bölümünün bir tanesi burayı doğrudan gördüğü ve sahnenin sponsoru Kronenbourg olduğu için bira içip oturarak izlemek mümkün oluyor. Gerçi ikinci günden itibaren standda görevli kız bira verirken mırın kırın etmeye başladığı için bir yerden sonra ayağım kesilmedi değil… Neyse.

Get Well Soon’u 2008 tarihli ilk albümüyle dinlemiş ancak daha sonra takibimi kesmiştim. Alman grubun Ile-de-France Orkestrasıyla birlikte performansı bu tip birlikteliklerin genelinde olduğu gibi biraz yapmacık ama kesinlikle gösterişliydi. Get Well Soon şarkılarına katılan ihtişam güzeldi ve sadece bir kereye mahsus bir performansa tanık olmaktan mutlu oldum. Get Well Soon ve l’ONDIF’in çaldığı sahne, Scene Cascade, iki numaralı sahneydi. Festival gurmeleri, özellikle indie müzik sevenler, bilirler, çoğu festivalde ikinci sahne Ana Sahne’den güzeldir. Burada da büyük isimleri bir kenara koyarsak durum öyleydi. Kanıt, Get Well Soon’dan sonra sahneye çıkacak iki gruptu: The Shins ve Sigur Ros. 


The Shins benim 2000’lerde en sevdiğim birkaç gruptan birisi. İlk iki albümlerinin yeri ayrı olsa da yolculuklarının her durağına tanık olmaktan büyük keyif alıyorum. “Port of Morrow”la dönmelerine de çok sevindim. The Shins sahneye “Caring is Creepy” ile çıkarar dakika bir gol bir yapıyor. James Mercer yeni albüm öncesi tüm grubu yenilemişti ama görünüşe göre bu ekibin kimyası da muazzam. Özellikle Jessica Dobson çok iyi bir gitarist ve çok güzel bir kadın. Mercer’ın yanında grubun enerjisinin merkezine oturmuş. Grup olarak yeni şarkıları çalmaktan büyük keyif aldıkları muhakkak ama neyse ki “So Says I”dan “Australia”ya, “New Slang”e, geçmiş güzellikleri de esirgemediler bizden. Festival boyunca aldığım tek tişört The Shins’indi, hayran geldim, hayran hayran ayrıldım konserlerinden.

 
Ana Sahne’de Bloc Party’ye bakmak istiyordum. Onları daha ilk albümlerinin çıktığı aylarda Rock Werchter’de taşmakta olan bir çadırda izlemiştim. O günden sonra daha da büyüdüler ama dünya onlarsız birkaç yıl geçirdi. Gördüm ki dönüşlerinde de hala büyükler. Üç albümlerindeki tüm hitleri çaldılar, “Four”dan da ileriki yıllarda konser klasiklerine dönüşmesi muhtemel şarkılarını eklediler ve kalabalığı tatmin ettiler. Son parça ‘Helicopter’ı sahneden uzaklaşırken dinliyorum çünkü Cascade’a, Sigur Ros’a koşturmam gerekli. Onları 2008 Werchter’de Radiohead’den önce izlediğimde çok büyük bir hayranları değildim. Elbette seviyor, büyük saygı duyuyordum ama hayran değildim işte. Öyle güçlü bir performans sunmuşlardı ki, dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala çok güzel hatırlıyorum o günü. Bu sefer de muazzamlar, büyüleyiciler. “Valtari” son dönemdeki en güçlü Sigur Ros albümü ve yine her şarkıyı sahneye nefis taşıyorlar. Sahnede daha kalabalıklar, sound daha zengin. Yalnız izleyici kitlesi Sigur Ros’a yeterince hazır değil. Muhtemelen ben sahneden uzak olduğum için, sessizce, huşu içinde dinleyen bir grup olmuyor burada, önemli bir fark.

Günün noktasını koymak Placebo’ya düşüyor. Placebo’nun Fransa’yla ilişkisi derindir, çok büyük konserleri burada vermişlerdir, şarkılarının Fransızca versiyonlarını yapmışlardır, Gaspar Noé’ye klip çektirmişlerdir. Toplanan kalabalık da bunu doğruluyor. 100,000’den fazla kişinin olduğu alanda ezici bir çoğunluk Ana Sahne’de Placebo’yu izliyor. Onları beşinci izleyişim, artık eskisi kadar yoğun bir sevgim yok gruba, ama hemen her şarkısını ezbere bildiğim bir grubu izlemek de her zaman eğlenceli. Hele böyle güçlü bir iletişim varken. Brian Molko Fransızca hitap ediyor seyirciye ve hemen hemen bütün hitleri çalıyorlar. Gerçi Placebo’nun eski şarkılarını sürekli değiştirmesi bana her zaman yanlış geliyor. Bir tanesini, iki tanesini değiştir ama her şarkıya aynı muamele, insanın kendi geçmişine haksızlık gibi. Yine de keyifli bir konser, bir Cuma akşamını geçirmek için en güzel metod. Konseri VIP alanından, yani yakından ve yandan izlediğim için net görme fırsatı bulduğum, davulcu Steve Forrest en öne geldiğinde kalabalığı görünce değişen yüz ifadesini hiç unutmayacağım.

 
Ertesi sabahı festival alanının yakınında Lidl poşetleriyle zulasını dolduran kitleyi takip ederek açıyorum. Evet, belki ilk başta söylediğim şeye biraz ters ama olsun, bir altılı bira pakedi, biraz cips, festival alanının hemen dışında tüketmek için gayet güzel. O arada Speech Debelle de, Of Monsters & Men de kaçıyor. Olsun. Maxïmo Park var sırada. İlk izleyişim olmasına karşın pek iştahlı değilim. Sanki gazı kaçtı onların da. Sahne arkasındaki VIP bölümüne kaçıp biraz daha içip akşama hazırlanıyorum. O kadar heyecanlıyım ki, çok merak ettiğim Temper Trap’e de üç-beş şarkıdan fazla süre tanımıyorum. Zira Ana Sahne’de gençlik kahramanlarımdan birisi olacak. Noel Gallagher, üç sene önce Oasis’i dağıttığı cinayet mahalline geri dönmüş durumda. Ama bu sefer Yüksekten Uçan Kuşlarıyla. Açılışı “(It’s Good) To Be Free” ile yapıyor, konserin devamında çalacağı “Half A World Away” ve “Talk Tonight” gibi Oasis b-side’larından biri bu. Bu üçlü dışında “Whatever”ı da çalıyor Gallagher, düşünüyorum, rock’ın yakın tarihinde b-side’ları, albüme girmemiş şarkıları bile hit olmuş başka bir grup yok. 1960’larda Beatles’lar, Beach Boys’lar bunu yapardı ama Oasis dışında bir 90’lar grubunda bunu göremezsiniz. Noel de “Masterplan” şarkılarına bunu göstermek için dokunuyor belki de. Kapanışa gelindiğinde ya “Wonderwall” çalacak, ya “Don’t Look Back in Anger,” ikincisini çalıyor. Genelde şarkı eşliği sorunlu Fransızlar mükemmel katılıyorlar, harika bir an. Noel eski grubunu dağıttığı festivalde olmasına karşın Liam’ın adını anmıyor hiç, 2009’a dair tek kelime etmiyor. Görünüşe göre keyfi yerinde, kendi şarkılarından da, Oasis dönemine dokunmaktan da memnun. Yakın zamanda bir Oasis reunion’ı beklemeyin…


Sahneyi The Black Keys devralıyor. Bu yazın festival sezonunun en gözde gruplarından birisi. Çok değil, “Brothers” sonrası ilk konserlerinde Avrupa’ya gelseler ikinci, üçüncü sahnelerin gündüz slot’unda çalacak bir grupken iki yılda geldikleri nokta inanılmaz. Emek emek ördükleri kariyerlerinde “Brothers”la artan medya desteği ve “Howlin’ For You” ile “Tighten Up”la hit olmayı başarmaları önemli bir kırılma. Danger Mouse’la kaydedilen “El Camino”dan bahsetmeye ise gerek yok, baştan sona hit, dünya çapında Top 10 ve akabinde gelen headliner’lık statüsü. Çalışılmış ve hak edilmiş bir başarı onlarınki. Cephanelerinin sağlam olduğunu biliyorlar ve direkt “Howlin’ For You”dan giriyorlar konsere. Dan Auerbach ön-adam gibi görünebilir ama kendisiyle aynı hizadaki davuluyla Patrick Carney’den gözleri almak pek mümkün değil. İnsan Carney’yi izleyerek davula başlamak isteyebilir pekala. Mükemmel bir enerji. Konser sonrası merchandize standlarına baktığımda The Black Keys’in tüm ürünlerinin tükendiğini görüyorum. Demek ki hedefe ulaşılmış. The White Stripes sonrası rüzgar doğru yerden esti ve artık Amerika’nın en büyük garage rock grubu onlar. Zıplamaktan yorulan ayaklarımı uzatıp Mark Lanegan Band’e uzaktan bakarak perdeyi çekmek üzereyim. Son bir gaza gelip VIP’deki after party’ye bakayım diyorum. Yine saati 4 edeceğim.

Genelde festivallerin ilk günleri koşturma, çok sevilen grupları izlemekle geçerken son günler daha ayakları uzattıran, daha bir her şeyin tadını çıkartmaya yönelik geçen günler olur. Rock en Seine’de ise öyle bir son gün kadrosu var ki, ayaklar ilk iki günden daha çok yorulacak. Ben ekonomik davranmak niyetindeyim yine de. Dinlenecek çok grup var tamam ama, içilecek bira da var, tadılacak çok yemek de. Yurtdışı festivallerinin bir kısmı yemeyi seven insanlar için bir şölenden daha fazlası, bilenler bilir. Rock en Seine de Fransız gurmeliğinin hakkını veriyor. Tıpkı Glastonbury gibi büyük markaların standları yok burada, dünyanın farklı mutfaklarından farklı tatlar mevcut. Danimarka standındaki tartiflette’i ve Etiyopya’nın tibs’ini hala unutamıyorum mesela.

Bu yılın başlarında keşfettiğim Brooklyn’li ekip Friends dans ettiren bir müzik yapıyor ama vakit fazla erken. Bombay Bicycle Club’ın tam havası ama. Çimlere oturup izlemek için son derece uygunlar. Gündüzün merkezindeki isimler ise muhtemelen festivalin en büyük çakışması: The Waterboys vs. Passion Pit. Massachusetts’li indie’cilerin yeni albümleri “Gossamer”ı beğendim ama mutlaka Türkiye’de izleriz daha. Mike Scott ve ekibini ise bir daha nerede yakalarız meçhul. Cascade’da toplanmış yaşlıca bir kalabalık var, demek ki ne izleyeceğini bilen insanlarla birlikteyiz. Gerçekten de müthiş bir performans ve çok iyi bir seyirci var. “The Whole of the Moon”u henüz bir gün önce ölen Neil Armstrong için çalıyor Mike Scott. Dünyada o anda en doğru yerde olduğumu hissediyorum. “The Fisherman’s Blues”un finalinde grup kendi etrafında dönerken Scott “Spin with us!” diye bağırıyor, hep birlikte dönüyoruz, dışarıdan ne güzel görünüyordur kimbilir. (İzleyin:
http://www.youtube.com/watch?v=AHML0Akzm30) “İrlandalılık ne güzel” hissi hakim hepimizde. Kalabalığa bakıyorum, dışarıdan eğlenceyi gören gençler de gelmiş. Gençleşmişiz…

The Dandy Warhols 2000’lerin başında çok güzel bir albüm yaptı ama orada kaldı benim için. Şüphesiz “13 Tales From The Urban Bohemia”dan sonrasını da seven vardır ama bence grup oradan sonra ruhunu kaybetti. 2004’te Benicassim’de izlediğimde kariyerlerinin zirvesindeydiler. Hala iyi bir festivalin en büyük sahnesinde, çok iyi bir saatte iyi bir kalabalığa çalabiliyorlar ama Dandy Warhols nedense elindekinin değerini bilmiyor. Hitlerini doğru düzgün çalmıyor, konserin temposunu düşürecek enstrümantal bölümleri abartıyor ve seyirciyle sıfır diyalog kuruyor. Ne yazık ki amatör grup kafasında bir grup büyük müzik yapsa da büyük olamıyor.
Cascade’da Grandaddy izleyeyim diyorum. 2000’ler başında beni Amerikan indie’siyle tanıştıran ilk gruplardandı. Geri dönüş haberlerine çok sevindim, hala samimi ve sıcaklar, müzikleri de hala iyi gidiyor. Onlardan sonra sahneye çıkan Foster The People’a ise pek dayanamıyorum nedense. Albümleri dinlenebilir seviyedeydi ama sanırım benim bu grupla (ve benzerleriyle) sorunum: Indie sevmeyenler için indie yapıyorlar gibime geliyor. İşin derinine inmeyen, yüzeysel bir müzik. Elektronik sahnesi Scene Industrie’deki Little Dragon’a da biraz daha bakıp Ana Sahne’ye koşturuyorum. Belki yarım saat var ama seyircilerin arasında olmak istiyorum bu sefer. Zira gezegenin en iyi sahne gruplarından Green Day’i kitlenin içinde izlemek istiyorum.
 
“Welcome To Paradise”la giriş yaptıktan sonra dinleyiciyi eğlendirecek her numarayı yapıyor Billie Joe. Her iki şarkıda bir kitleyi “heeeyooo” diye bağırtmalar, seyircilere tişört ve tuvalet kağıdı rulosu fırlatmalar, sahnede basmadık yer bırakmamalar… Klasik seyirciyi sahneye çıkartıp gitar çaldırma numarasını yapmıyorlar ama 10 kadar genci sahneye alıp hep birlikte zıplıyorlar. Bir ara fun.’dan “We Are Young”ı söylüyor Billie Joe, bir ara da “Highway to Hell”i. Kendi şarkıları deseniz zaten Green Day bir hit fabrikası olmuş 20 yılda. Daha geçen ay çıkan “Oh Love”dan 17 yıllık “Basket Case”e kadar neredeyse her şarkı kitlenin malumu. Kitle de 14 yaşından 40’a değişmekte. Iron Maiden, Pink Floyd, U2 gibi hem babaların, hem oğullarının tişörtlerini giyebildiği “nesilden nesle” bir grup olmuş Green Day. Yeni projeleri “¡Uno! ¡Dos! ¡Tré!”ye de inancım tam zira albümden çıkan tüm şarkılar “21st Century Breakdown”ın single’larından daha güzel. Büyükler ve büyük kalmaya devam edecekler. Hali hazırda da gezegenin en güzel rock’n’roll gösterisini sunuyorlar...
Alan kısa sürede boşalıyor. Geriye çöpler, kırık gözlükler, şapkalar, Foster The People’ın konfetileri kalmış. Kampçılar bile yarını beklemeden çıkıyor alandan. Bir festivalin en hüzünlü anları. VIP’teki veda partisine bakıyorum ama yok, ben de finali yapmaya hazırım artık. Boş alanda uzun turlar atıyorum, gözüm biraz da yerde, belki birisi bilekliğini koparıp fırlatmışsa alayım da koleksiyonuma eklensin istiyorum. Yok, etrafı temizleyenlere soruyorum, görmemişler, ben bakıyorum, göremiyorum, organizasyondan tanıdıklarıma soruyorum (ki 3 gün boyunca yardım istemek dışında kimseyle konuşmadığımı da o esnada fark ediyorum) kimsede yok. Yarım saat karanlık alanı arşınlıyor, gözümü yerden ayırmıyorum ama yok. “Ne yapalım” deyip yatıyorum.
Sabah, bir festivalin en hüzünlü ritüeline geliyor sıra. Çadırı toplamak ve alanı terk etmek. Yükümü sırtlanıp alanı terk ediyorum. Festival alanından dışarı attığım ilk adımda yerde gece boyunca tozdan bembeyaz olmuş bir festival bilekliği gözüme çarpıyor. Çantama alıp bir CSI dedektifi ciddiyetiyle naylon bir poşete koyuyorum. Ertesi sabah İstanbul’da makineye atıp yıkayacağım ve sonra koleksiyonumun bir parçası yapacağım onu. Orada olduğumun, bu dünyadan kaçmayı başarıp müziğin ülkesinde, özgürlükle, hoşgörü ve sevgiyle dolu üç gün geçirdiğimin nişanı olarak saklayacağım. 

1 comment:

  1. oley söz verilen yazı gelmiş ellerine sağlık :) green day'i canlı dinlemeden ölmeyiz inşallah ya.

    ReplyDelete