Friday, November 30, 2012

2012'nin gölgede kalan 12 albümü

Yıl bitmedi ama müzik medyası 2012'yi bitirdi. Önümüzdeki günlerde geleneksel Çekme Kaset listelerini bulacaksınız ama burada pek çok derginin gözünden kaçan iyi albümlere dikkat çekmek istedim. Yıl bitmeden bu gruplara da bir şans verin, palete birkaç renk daha eklensin. 

Dana Falconberry - Leelanau
Michigan'lı şarkıyazarı Dana Falconberry bir süredir albümler yayınlıyor ama benim de radarıma ancak "Leelanau" ile girdi. İyi ki de öyle oldu, Sufjan Stevens'ın yakalayıcı melodi avcılığını Joanna Newsom'ın deneyci yanı (ve keskin vokalleri) ile birleştiren müthiş bir ozanla tanışmış oldum.

Echo Lake - Wild Peace
Albümünün yayınlandığı günlerde 25 yaşındaki davulcusu Peter Hayes'i bir kalp hastalığına kurban veren bir grup Echo Lake. Aslında "Wild Peace"in böyle ekstra bir doz hüzne ihtiyacı yok. Grubun narin gitar melodileriyle ördüğü ve Linda Jarvis'in atmosferin içine gömülü vokalleriyle oluşturduğu dream pop melodileri zaten gereken etkiyi sağlıyor. Türün klişelerinden çok uzak kalmasa da tertemiz albüm, keşfedilesi grup.

Foxygen - Take The Kids Off Broadway
Üyelerinin ikisi de henüz 22 yaşında olan Brooklyn'li bir grup Foxygen. Yaşlarını göstermiyorlar, çünkü 1960'ların rock'n'roll'una gönderme yapan bir müzikleri var. Yaşlarını gösteriyorlar çünkü bu etkilenimleri 2000'lerin eklektizmine yakışır şekilde ve korkusuz bir gençlik enerjisiyle yoğuruyorlar. Ariel Pink'in daha temizi, MGMT'ın daha pop'u olarak düşünebileceğiniz bir psych-pop yapıyorlar. Ve daha da büyüyecekler.

The Helio Sequence - Negotiations
Bu listedeki grupların çoğunluğunun aksine Seattle'lı The Helio Sequence yeni bir ekip değil. Ancak bilinmezlik örtüsünü yırtıp atamadılar henüz. "Negotiations" grubun bir önceki işi "Keep Your Eyes Ahead"in synth destekli indie pop/rock'ına göre daha fazla 1980'lere dokunuyor. Mid-tempo ballad'lar, synth'lerle derinleştirilmiş bir atmosfer ve yakalayıcı vokal melodileriyle "Seven" dönemi James'i anımsatan çok iyi bir albüm "Negotiations" - özellikle benim gibi bir James hayranı için.

Hundred Waters - Hundred Waters
Gainesville, Florida'lı Hundred Waters beş kişilik bir electronic/indie pop grubu. Ancak kategorizasyon yanıltıcı olabilir çünkü albümü "Sonnet" gibi bir folk şarkısıyla açıyorlar, sonra "Me & Anodyne" gibi elektronik soslu bir indie pop işi çıkartıyor, üzerine de "Caverns" gibi Björk tarzı atmosferik bir parçaya geçebiliyorlar. Geçişler ilk etapta yadırgatıcı olsa da tanışmanın fayda olduğu bir topluluk.

Lawrence Arabia - The Sparrow
Yeni Zelandalı müzisyen James Milne, yumuşak melodilerini çok ince çalışılmış yaylılarla ördüğü şık bir chamber pop yapıyor. Ama orkestrasyonun kullanımı ona 60'lar sonu/70'ler başı şarkıyazarlarının yanına yaklaştırıyor. "Lick Your Wounds"ta "Forever Changes" dönemi Love'ın değdiği yerlere uzanıyor, "Artık böyle müzik yapmıyorlar" dedirtiyor.

Lord Huron - Lonesome Dreams
Biraz Fleet Foxes'ın göğe tırmanan armonileriyle bezeli folku, biraz Bon Iver'in ılık melodileri. Los Angeles'lı grup Lord Huron'ın ilk albümü bunu ve daha fazlasını içeriyor: Ben Schneider'ın vokalinde geçmişin hüznünü, melodilerinde ise insanın içine dokunan melankoliyi bulmanız gibi.

Seapony - Falling
Best Coast vokalisti Bethany Cosentino California'lı değil de Seattle'lı olsa herhalde böyle bir şey yapardı. Kuzeyin hüznünün çöktüğü bir surf pop albümü "Falling." Üçlünün ikinci albümü Jenny Weidl'ın vokallerinin kaydediliş tarzıyla dream pop'a, Johnny Marr'dan etkilenmiş görünen gitar işçiliğiyle de indie rock'a kayıyor. İçinde bir tatlı hüzün barındıran şeker şarkılarıyla akıp gidiyor albüm.

Sera Cahoone - Deer Creek Canyon
Seattle'lı olmak ve Sub Pop'tan albüm çıkartmak denince kafada canlanabilecek grunge çağrışımlarını unutun, Sera Cahoone akustikten şaşmayan bir ozan. Seattle çevresinde pek çok grupta çalmış ve pek çok isimle turlamış olmasına rağmen halen hak ettiği ilgiyi görmüş değil. Amerikan kırsalının kokusunu içine çekebileceğiniz "Deer Creek Canyon" Cahoone için kapıyı daha da açsa keşke.

Taken By Trees - Other Worlds
Victoria Bergsman'ı ya The Concretes solisti, ya da Peter Björn & John'un ıslıklı şarkısındaki vokalist olarak bilirsiniz. Artık Taken By Trees olarak da bilin. Bergsman'ın Hawaii'de geçirdiği zamanlardan ilham alan, tüy gibi gitarları ve su gibi akan altyapılarıyla kendini sıkmadan dinleten "Other Worlds" tam bir "keyif" albümü.

Tanlines - Mixed Emotions
Artık 1980'ler vurgulu pop müzik yapmanın orijinal bir halinin kalmadığı günlerde Amerikalı ikili synth-pop'un altın günlerinden kalma bir iş çıkartmış. Hurts gibi türün çok daha popüler isimlerinin hayal bile edemeyeceği kalitede bir şarkıyazımı, müthiş hook'lar var "Mixed Emotions"ta.

Waxahatchee - American Weekend
New York'lu şarkıyazarı Katie Crutchfield neredeyse sadece gitar ve vokal içeren yalın bir set-up'la kendi başına kaydetmiş "American Weekend"i. Sanki bir odada çalınırken küçücük bir kayıt cihazıyla yakalanmış, ya da 40 yıllık bantlarla yeni günışığına çıkmış gibi tınlıyor Waxahatchee'nin müziği. Ama onu özel yapan eski görünümü değil, samimiyeti ve sıcaklığı. 

Crystal Castles 3, Lilja 4

Lukas Moodysson'un "Lilja 4-Ever"ı, bir kere izlediyseniz bir daha aklınızdan çıkmayacak bir filmdir. Adı konmayan bir eski Sovyet ülkesinde, 1990'lar sonrasındaki herhangi bir yılda geçen bu film, Lilja'nın "daha iyi bir yaşam" için İsveç'e gidişi ve "kötü yol"a düşüşü üzerine çok sert bir tokattır. İnsan ticareti ve seks işçiliği üzerine son derece politik bir dram olan "Lilja 4-ever"da aklınızdan çıkmayan şeylerden birisi film boyunca ansızın yüksek volümden giren Eurodance şarkılarıdır. Tek amacı dans ettirmek olan, sakız gibi, plastik şarkılar o filmin bağlamı içerisinde soğukluğun, hissizliğin ve iletişimsizliğin işitsel sembolü olur adeta.

Crystal Castles 2012 yılına denk düşen (isimsiz ve bu yüzden III diye anacağımız) albümünde bugüne kadar imzası olmuş olan 8-bit sound'unu bir kenara bırakıyor. Adını aldığı atari oyunu kadar 1980'ler kokan, Ethan Kath'in 8-bit işçiliğinin üzerine Alice Glass'ın feryat figan vokalleriyle benzersiz bir synthpunk grubu olan Crystal Castles, ilk iki albümünde hem dans ettiren, hem de yumruk sıktıran bir kimya yakalamıştı. "III"de başka bir yöne gitmişler. Kath bilgisayarları stüdyoya sokmamış ve tüm albümü analog bantlara kaydetmiş. Glass ise çığlıkları bırakıp bambaşka bir perdeden söylemeye başlamış. Albümü ise Varşova'da kaydetmişler "çünkü dili bilmiyorduk ve kimseyi tanımıyorduk, bu şekilde tamamen izole olabilecektik."

"III"ye hakim olan soğukluğun fiziksel sebebi bu. Sanatsal ve politik sebebi ise grubun her zamankinden daha ümitsiz ve öfkeli olmasından. "İnsanlığa olan inancımı daha fazla yitiremeyeceğimi düşünürdüm ama bazı şeylere tanık olduktan sonra dünya çürümenin hakim olduğu ve kurbanların adalet bulamadığı bir yer gibi gelmeye başladı" diyor Alice Glass. "Vigilante olmaktan sadece bir adım uzaktayım." Bu albümün genel anlamda baskı teması etrafında örüldüğünü anlatıyorlar. Pitchfork röportajlarında özellikle kadınların sadece az gelişmiş ülkelerde değil, Batı'da da nasıl bir baskı altında olduğunu istatistiklerle açıklıyorlar. "Dünyada seks köleliği için kaçırılan 12.3 milyon insan var ve bunların sadece %1'i bulunabilmiş."

"Lilja 4-ever" göndermesi bu röportajı okuduktan sonra aklıma gelmedi. Crystal Castles'ın koyu renklerle dolu ses paletinden ve Alice Glass'ın gotik vokallerinden bana geçen yalnızlık, soğukluk ve umutsuzluk hissi çağrıştırmıştı filmi. Crystal Castles'ın "III"de kimi şarkılarda yaklaştığı Eurodance plastiği Lilja'nın ve onun gibi yüzbinlercesinin korkunç hayatını kafamda çağrıştırmıştı. Daha sonra röportajı okuduğumda Crystal Castles'ın seslerle nasıl duygu flaşları çakmaya çalıştığı konusunda ne kadar bilinçli olduğunu görüp bir kez daha hayran kaldım sadece.

"Lilja 4-ever"da çalan parçalardan birisi t.A.T.u.'nun "Not Gonna Get Us"ıydı. Büyük müzik adamı Trevor Horn'un işçiliğini bir kenara koyun, t.A.T.u. da gözümüzün önünde birkaç perdeden işlenmiş bir suçtu aslında.   Onlar da külliyen yalan bir senaryoyu oynamak zorunda bırakılmış, 18 yaşın altında, Rus, liseli ve lezbiyen fetişizminin hizmetine sunulmuş iki tane "seks kölesi"ydi aslında. Yulia ve Lena birkaç yıl sonra oyundan sıkıldılar ama t.A.T.u. pop dünyasının son günahı olmadı. Alice Glass Katy Perry örneğiyle pop müziğin kadınları nasıl metalaştırdığını, göz önündeki kadın starların da cinselliği nasıl sattığını, çocuklara seks aşıladığını anlatıyor. Kadını özgürleştirir görünen şeyin aslında kadını (ve çocukları) nasıl esir aldığını anlatıyor.


Lukas Moodysson İsveçli. Ahmet Çiğdem'in deyimiyle dünyanın refah şovenisti ülkelerden birinden çıkma. Crystal Castles da Kanadalı ve aynı şey onlar için de söylenebilir. Bu ay çok uzun bir araya nokta koyan Godspeed You! Black Emperor da öyle. Geçen ay Guardian'a mail üzerinden verdikleri mülakatta şunu söylemişlerdi: "İnsanlar bizim kıyılarımıza ulaşmaya çalışıyorlar, bizim onların ülkelerinde yarattığımız karmaşadan kaçmak için." Bu, belki de Batılı vicdan azabından fazla bir şey değil. Ama eğer bir grubun yaratacağı fark, fark ettirmek ve sarsmak ise, Crystal Castles en azından bunu hakkıyla yapıyor. 

Thursday, November 29, 2012

Neil Young & Crazy Horse - Psychedelic Pill


Rock'ın büyük ustalarıyla ilişki durumumuz karmaşık. Şüphesiz büyük hürmetle bakıyoruz onlara, beş-altı yılda bir yeni albüm yaptıklarında şatolarından yere inmiş ve bilgeliklerini bizle paylaşmaya gelmiş üstün varlıklar olarak görüyoruz. Konserlerini "ölmeden yapılması gereken" işler olarak addediyoruz - ya onlar ya biz ölmeden. Onların neden bu kadar uzak kaldıklarına dair sebepler muhtelif: Belki yorgunluk, belki aşırı titizlik, belki müthiş bir külliyata yeni parça ekleme tedirginliği, belki hata yapma korkusu, belki de gereksiz taramalar yapmamayı öğrenmiş olmanın olgunluğu. Sebebi ne olursa olsun o seyreklik şüphesiz o albümlerin de gücünü artıran bir unsur ama. "Banga" çıktığında (cover albümü "Twelve"i saymazsak) bunun sekiz yıl aradan sonra çıkan ilk Patti Smith albümünün olmasının kattığı değer de vardı üzerinde. Has dinleyici için önemliydi mevzu: "Patti Smith albüm çıkartıyor, kıymetini bilin" deniyordu sanki.

Neil Young albümlerine bu fırsatı vermiyor. 2000'ler boyunca Bob Dylan dört yeni stüdyo kaydı yayınladı, Bruce Springsteen beş, Tom Waits dört, Leonard Cohen üç, Patti Smith üç (+ bir cover albümü), Lou Reed üç (+ "Lulu"), Kate Bush iki, Peter Gabriel ise bir. Bahsi geçen 12 yıllık süreçte Neil Young 12 albüm yayınladı. "Silver & Gold"da country rock köklerine döndü, "Are You Passionate?"ta damardan bluesy takıldı, "Greendale"de bir kasabanın hikayesini (müzik, sinema ve edebiyat disiplinlerinde) anlattı, "Living With War"da ciddi konulara girdi ve Amerikan başkanının yargılanmasını talep etti (ve "Bu Kanadalı'ya ne oluyor?" ithamlarına maruz kaldı), "Le Noise"da tek başına elektrik gitarının olanaklarını test etti ve "Americana"da üzerinde doğmadığı ama çok sevdiği Amerika topraklarının halk şarkılarını yeniden yorumladı. Okurken yorulduğunuzu biliyorum ama 67 yaşındaki usta yorulmadı. Onu takip etmek (bu paragrafı okumaktan da fazla) efor istiyor. Çünkü üstadın kavgası bitmiş değil. Hayatla, müzikle, insanlarla, devletlerle, kendisiyle; ne derseniz deyin. O kavga bitmedi. 2008 yılında Rock Werchter'de Neil Young'ı izlerken tam olarak anlamıştım bunu. Sahnede "Bitse de gitsek" diye çalanlardan değildi, "Ohio"yu nasıl bir öfkeyle yazdıysa öyle bir öfkeyle vuruyordu gitarının tellerine. Gitarını kavrayışı, dudaklarını sıkışı, yüz ifadesi, hareketleri hala hatırımda. Öylesine devam etmediği belliydi, her yıl bir albüm yapıyor oluşu üreterek nefes alıyor oluşundandı. Sadece klasiklerini çalıp inebilirdi Werchter sahnesinden, onu da yapmadı. Herkesin istediği birkaç şarkının yanında taze işlerini de çaldı. Bir tanesi 15 dakikalık epik "No Hidden Path"ti. Bir festival kalabalığına çalmanın cesaret isteyeceği bir kayıt.

Eğer 70.000 gence 15 dakikalık "No Hidden Path"i çalmak cesaretse "Psychedelic Pill" başka türlü bir meydan okuma. Dokuz şarkılık, iki plaklık, 87 dakikalık bir albüm bu. Bu yola çıkmak istemeyenleri de en baştan uyarıyor Young: Açılıştaki "Driftin' Back" 27 dakikayı aşıyor. Uzun gitar sololarıyla tam bir "jam" şarkısı. Bu yılın başlarında çıkarttığı "Americana"yı yıllar sonra bir araya geldiği Crazy Horse grubuyla ısınma turu olarak gördüğünü anlıyorsunuz dinlerken. Ve az önce bahsettiğim "kavga" meselesine geliyoruz. "Driftin' Back"te "Picasso'yu severdim / Teknoloji devi gelip onu duvarkağıdına çevirdi" diyor, bir beş-on dakika sonra asıl konuya geliyor: ""Artık şarkımı dinlediğinde ancak %5'ini duyuyorsun, eskiden tamamını duyardın" diye hem isim vererek MP3'lere, hem de günümüzün şıpsevdi müzikseverine çatıyor. Sadece albümün değil, tüm Neil Young kariyerinin en iyi şarkılarından olan "Walk Like A Giant"a ise yenilgi hissi sinmiş: "Eskiden dünya üzerinde bir dev gibi yürürdüm, şimdi akıntıya kapılmış yaprak gibiyim." Bir sonraki dörtlükte ise "Ben ve arkadaşlarım dünyayı kurtaracaktık ama hava değişti, beyaz kirlendi, kalbimi kırıyor bu" diye ekliyor ve silkiniyor: "Ama düşünsene ne kadar yaklaşmıştık?"

Neil Young'ın son döneminin en iyi işi saydığım "Psychedelic Pill," kulağı günümüzün müzik dinleme formatlarına alışmış dinleyici için ağır gelebilir. Kendim için de 87 dakikalık bir albümü kalkmadan dinleyebilmenin çok kolay olduğunu iddia etmeyeceğim elbette. Ama Neil Young'ın paslı sesi, illa bir yerinize dokunan sözleri ve etkileyici vokal melodileriyle kemik gibi çalan Crazy Horse mutlaka yakalayacaktır sizi, klasik rock seviyorsanız. 70'ine merdiven dayamış bir ustanın böylesine tutkuyla yaptığı kaydın hak ettiği emek kesinlikle bundan azı değil. 

Wednesday, November 28, 2012

Geri dönüş yok: Cody ChesnuTT

34, ilk albümünü yayınlamak için geç bir yaş sayılır. 44 ise ikinci albüm için kesinlikle çok geç. Ama bazı hayatlar için "yeniden başlangıç" için doğru zaman bu olabiliyor. "Landing On A Hundred" ile 2012'nin en iyi kayıtlarından birini yayınlayan Cody ChesnuTT gibi.

ChesnuTT için kapılar 2002'de açılmıştı aslında. 36 şarkılık, 98 dakikalık double albümü "The Headphone Masterpiece"le değil belki ama, bu cüsseli kaydın içinde bulundurduğu "The Seed" ile. Amerika'nın en büyük rap gruplarından The Roots'un keşfedip elden geçirdiği "The Seed," "The Seed (2.0)" olarak çıktığında büyük hit olmuştu. The Roots'un sertliği ve Cody'nin nefis soul vurguları 2000'lerin en güzel funk rock şarkılarından birisini ortaya çıkartmıştı. Kapılar açıktı, Cody'nin oradan girmesi gerekiyordu...

Ama olmadı. Belki de yolun yarısında gelen şöhret, Cody ChesnuTT'a iyi gelmemişti. "İki tane sevgilim vardı, üstelik evliydim" diye anımsıyor düştüğü "kötü yol"u. Bunu yaparken fazlasıyla yorulduğunu farketmesi ise ilk çocuğunun doğumundan sonra olmuş. Nerede yanlış yaptığını fark etmesi biraz zaman almış, eşinin güvenini yeniden kazanması ise daha bile fazla. 1994'te evlendiği aşkıyla tüm problemleri geride bıraktıktan sonra bir başka aşkına geri dönme vaktinin geldiğini anlamış. Florida'dan Los Angeles'a taşınmış ve "The Headphone Masterpiece"in 10. yılına girdiği günlerde ikinci solo kaydının yapımına başlamış.

Soul müziğin büyük tirajlar getirdiği bir dönemde değiliz. Usher veya Chris Brown gibi R&B vokalistlerinin hitleri Pitbull ve Benny Benassi ile kaydedilmiş kulüp şarkıları oluyor ki, ChesnuTT'ın bunlara dair yorumu "kağıt yemek gibi, hiç lezzeti yok." Adam haklı. Ortaya koyduğu "Landing On A Hundred"da müthiş bir klasik R&B işi çıkararak iddiasının altını da dolduruyor. Enstrümanların kusursuz çalındığı, funky groove'ların ilk saniyesinden göğsünüze dolduğu nefis soul albümlerinden birisi bu. "Love is More Than a Wedding Day"de Stevie Wonder'ın en iyi günlerinin izi var, tüm Afrika ülkelerini tek tek saydığı "I've Been There"de hem politik, hem de sound olarak tam bir 1970'ler havası yakalıyor. Al Green cool'luğundaki "What Kind of Cool (Will We Think of Next)"te şöhret avcılığını sorguluyor, "Ne tutar?" kaygısının saçmalığını sorguluyor. Albümün en hit profilli şarkısı "That's Still Mama" belki ama "Landing On A Hundred"ın asıl gücü ChesnuTT'ın dönüp kendine baktığı şarkılarında. "Don't Follow Me"de oğluna "Rüzgarı takip et, kalbini takip et, ne yaparsan yap beni takip etme" öğüdünü veriyor. Yarı-otobiyografik olduğunu söylediği (diğer yarısı eski bir uyuşturucu bağımlısı olan amcasına dair) "Everybody's Brother"da ise geçmişiyle yüzleşiyor: "Güzel kadınlarla konuşur, dostlar arasında yüzerdim, ama şimdi Pazarları çocuklara öğretiyorum ve geri dönmeyeceğim."

Derinine inmediğinizde "Landing On A Hundred" mükemmel bir Cuma-Cumartesi akşamı albümü, "artık böyle müzik yapmıyorlar" dedirten cinsten. Sözlerine daldığınızda ise gençliğinde kıymetini bilmediği büyük bir yetenekle barışan bir "tövbekar"ın itirafları var. Hangi seviyeden dinlerseniz dinleyin, bu nefis albümü atlamayın.

Monday, November 26, 2012

Banjoları kökleyin: Mumford & Sons

Şu anda Amerika'da en büyük İngiliz grubu ne hayattan daha büyük melodileri ve sahne şovuyla Coldplay, ne de günümüzün mega boyband sansasyonu One Direction. İngilizliklerine bakmadan folk, bluegrass ve country'nin rock'a bulanmış bir sentezini yapan Mumford & Sons bu unvanın sahibi.

İşin "Zoraki kahramanlar" kısmını bir yana bırakalım. Mumford & Sons'ın "Sigh No More" günlerinden beri Amerika'da yıldız olacağı belliydi. Çaldıkları küçük kulüplerdeki performansları kimilerinde The Beatles etkisi yarattı, single'ları radyolarda döndü ve eleştirmenlerin burun kıvırmasına karşın birbuçuk yıl içerisinde (yani 2010 bittiğinde) "Sigh No More" milyon barajını geçti. Bu, onlara Coldplay'den beri okyanusun her iki yanında bir milyon satabilen ilk grup olma unvanını getirecekti.

Mumford'lar için kilit bir kırılma anı da 2011'in Şubat ayında gerçekleşti. Grammy'lerde kendilerinin Amerika şubesi sayılabilecek The Avett Brothers ile birlikte Bob Dylan'ın "huzuruna" çıkma onuru verildi elemana. Birlikte gerçekleştirdikleri "Maggie's Farm" öylesine bir ödül töreni performansı değildi, Dylan'dan icazet alıştı adeta. Sadece son darbeyi indirmek gerekiyordu artık, "Babel" o darbe olacaktı.

Sinik yaklaşırsanız işin büyüklüğünü gözardı edebilirsiniz: Mumford & Sons'ı endüstri itekledi, onlar da yürüdüler diye düşünebilirsiniz. O malum Grammy gecesi de buna işaret etmiyor değil tabii. İngiltere'den Mumford & Sons'ın, Amerika'dan da The Avett Brothers'ın tahta çıkmak için "seçilmiş kişiler" olduğunu düşünebilirsiniz. Ama o, o kadar da doğru değil. The Avett Brothers'a bakabilirsiniz. "Babel"dan 10 gün önce yayınlanan "The Carpenter"da dokunduğunu altına çeviren Rick Rubin ile çalıştılar. "Live and Die" adında 2012'nin en iyi single'larından birini yayınladılar ve belki de kariyerlerinin en iyi albümünü yaptılar ancak 4 numaradan girdikleri Billboard'da şu an 136. sıraya kadar düştüler. Mumford & Sons bu esnada hala ilk 20 içerisindeydi.

Belki de bu yüzden Amerika'da hatırı sayılır bir eleştirmen grubu Mumford & Sons'ı hala kabullenmiş değil. NPR'ın müzik editörü Stephen Thompson Avett'lar ve Mumford'lar arasındaki karşılaştırmayı açık açık yapıp "The Avett Brothers olması gerektiği kadar ünlü değilken Mumford & Sons gibi gruplar haddinden fazla ünlü" diye yakınmıştı geçen haftalarda. Banjo savaşlarında kendi gruplarının geride kaldığını görmek Amerikalılarda bir yenilmişlik duygusu uyandırıyor olabilir, tereciye tere satıldığını düşünüp kızıyorlardır belki. Kimbilir, iki grubun müzikleri arasında onların duyabileceği ve bizim duyamayacağımız bir fark da olabilir, son derece mümkün bu. Amerika bu müziğe doğuyor, dünyanın geri kalanı ise bu müziği onlardan duyuyor.

Ancak Mumford & Sons'ın bu konuda güzel bir twist'i var. Grubun lideri Marcus Mumford ailesinin mesleği sebebiyle Amerika'da doğmuş ve hayatının ilk altı yılını burada geçirmiş. Freudyen bir yaklaşımla, hayatının ilk altı yılında kulağına dolan müziklerin etkisinde kaldığını ve bu yüzden bu müziği bu kadar hakkıyla icra ettiğini düşünmek de mümkün.

Mumford & Sons ülkesinde de eleştiriden azade değil. Hatta Amerika'dan daha acımasız eleştiriliyorlar. Geçen haftalarda bir NME blogger'ı "Neden Mumford & Sons'tan bu kadar nefret ediliyor?" diye bir yazı yazmıştı, hareket noktası da "Mumford & Sons'tan nefret ediyorum" adlı bir Facebook sayfasıydı (sayfa artık mevcut değil). Bir görüş "hakiki" olmadıkları. Henüz 25'in doğru tarafında bulunan dört tane İngiliz adamın sanki 19. yüzyılda bir çiftlikte yaşıyormuş gibi müzik yapmalarını doğru bulmayanlar var. Arcade Fire'dakilerin giyimlerine kuşamlarına ve enstrümanlarına neden takmadıklarını gidip onlara sorun. Grubun banjo'cusu Winston Marshall'ın bu konuyu başarıya bağlarken "Hiçbir başarı cezasız kalmaz" ucuzluğuna kaçmadan zarifçe özetleyişi var: "İngiltere çok siniktir. Ben de öyleyim. Hepimiz öyleyiz. Bir şey çok büyürse... ugh oluyoruz" diyor.

Mumford & Sons gerçekten de çok büyüdü. Muhtemelen dört yıl önce en güzel düşlerinde görmedikleri kadar. "Babel"ı dinlerken bir grubun nereden nereye geldiğini ve muhtemelen nerelere gidebileceğinin ipuçlarını alıyorsunuz. Açılıştaki "Babel" yükselişi ve patlamalarıyla bir konser açılış klasiği olmak için yazılmış,  "Whispers in the Dark" ve "I Will Wait" grubun hit potansiyelini ortaya koyan parçalar. İlk kez geçen yaz Glastonbury'de dinlediğim "Hopeless Wanderer" ve "Lover of the Light" grubun konserlik işlerinden ikisi. "Ghosts That We Knew" ile "Broken Crown" da folk ballad'larından.

"Babel" kusursuz bir albüm değil, tüm saydıklarıma karşın "Sigh No More"un efsanevi ileri ikilisi "The Cave" ve "Little Lion Man" kadar bitirici işleri yok. Ama toplamda bu yılın "iyi" albümlerinden birisi bu. "Babel"ı dinlerken iki şeyi net olarak anlıyorsunuz. Birincisi, Mumford & Sons sadece banjo ve mandoline saplanıp kalacak bir grup değil. İkincisi, Marcus Mumford günümüz müziğindeki en etkileyici erkek vokallerden birisi. Eğer onlardan nefret edenlerdenseniz sizin için üzgünüm. Mumford & Sons burada ve uzunca bir süre bir yerlere gitmeyecek. 

Tuesday, November 20, 2012

Fucked Up: "İstanbul'da kan dökmeyeceğiz"

Indie'cilerin en sevdiği hardcore grubu, Montreal'li Fucked Up, 22 Kasım'da İstanbul'da sonbahar-kış sezonunun en önemli konserlerinden birisini vermek üzere Babylon'da olacak. Ekibin "The Chemistry of Common Life"ı ve geçen yılki konsept albümü "David Comes to Life"ı çıktıkları yılların en iyi kayıtları listelerime yerleştirmiştim ama konser başka bir şey olacak şüphesiz. Zira Fucked Up delice performanslarıyla tanınan, "patlayıcı" bir grup. Konser öncesinde grubun ön adamı Pink Eyes mahlaslı Damian Abraham'la mail üzerinden bir röportaj yaptım. 
Rock müziğin keskinliğinin git gide azaldığı bir dönemde Fucked Up hala “tehdit edici” bir grup – Adınız bile ana akım medyada sansürlenmek için yeterli sebep. Rock müziğin bugününü nasıl görüyorsunuz, çok mu ehlileştirildi?
Damian "Pink Eyes" Abraham: Müzik adına oldukça ilginç bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum. İnternet insanlara dinledikleri müziklerde daha seçici olma şansı verdi. Artık farklı zevklere sahip insanların az sayıdaki sıkı ana akım grubun peşine takılmaları gerekmiyor. Artık insanlar arzularını tatmin etmek için tam istedikleri tip müziği arayabilirler. Biz de en çılgın düşlerimizde bile bizden haberdar olabileceğini düşünmediğimiz bir ana akım kitlesine ulaşacak bir platform bulduğumuz için çok şanslıyız.
İstanbul’a ilk defa geleceksiniz. Nasıl hissediyorsunuz bu konuda?
Hepimiz çok heyecanlıyız. Geçen gün The Black Lips’le karşılaştım ve bana Istanbul’da olmanın ne kadar inanılmaz olduğunu anlattılar. Efsanevi güzellikte bir şehir ve onu kendi gözlerimle görmek için sabırsızlanıyorum.  
“Delice” sahne performanslarınız sayesinde özel bir üne sahipsiniz. Istanbul’da kendinizi zaptetmeye çalışacak mısınız? Zira burası çaldığınız pek çok şehre göre daha muhafazakar bir yer.
Sanırım konserler delice oluyor ama son derece kontrollü biçimde. Neler olacağını planlamamaya çalışıyorum ve izleyicinin nasıl reaksiyon gösterdiğine bakıp ona göre basıp gidiyorum. Aynı zamanda olay sadece benim kalabalığın içinde dolaşıp insanları işin içine katmaya çalışmamdan ibaret dolayısıyla o kadar da çığrından çıkmış gelmiyor. Birkaç sebepten dolayı o kan şeyini yapmıyorum artık, o yüzden eskisi kadar kanlı da geçmiyor. Her zaman heyecan verici bir gösteri sunmak için uğraşıyorum ama kimsenin de yaralanmasını istemiyorum o yüzden o kadar ileri gitmiyoruz. Nasıl gidecek göreceğiz.

İstanbul’un elit konser mekanlarından birinde çalacaksınız. Farklı mekanlarda çalmak performansınızı etkiliyor mu?
Pek değil. Her mekana saygıyla yaklaşıyoruz ve iyi sound aldığımız bir mekanı takdir ediyoruz ama nihayetinde her gece birbirinden tümüyle farklı konserler verdiğimizi umuyorum. Bunun gerçekleşmesi için elimden geleni yapmak zorundayım.
“David Comes to Life” cesur, epik bir kayıttı. Yapması yorucu bir iş miydi?
Ben müzikte yaptığın her şeyin kendine göre yorucu olması gerektiğine inanırım. Her albümün son albüm gibi hissettirmesini isterim ve konserlerde de aynı şey geçerli. İsterim ki eğer grup o gece dağılırsa yapılmış olabilecek her şey yapılmış olsun. Bence “David Comes to Life” Fucked Up’ın sonu gibi hissettiren bir albümdü ki, her albümün hissettirdiği kadar. Şimdi de son kayda bir tepki olarak var olacak bir albüm üzerinde çalışıyoruz.
Diğer grupların konsept albümlerine yaptığı gibi “David Comes to Life”ı bir oyuna, kitaba veya operaya uyarlamayı düşünüyor musunuz?
Eğer başka birisi yaparsa eminim bu fikre sıcak bakarız, sadece meraktan. Yani tabii ki hit bir Broadway gösterisi çıkaracak değiliz ama birisinin onu başka bir formatta yorumlaması ilgimi çekerdi. Şimdi benim David’le tanışmadan önce Veronica’nın hikayesini anlatan bir ön-bölüm yazmakla ilgili fantezilerim var. 

Fucked Up indie sevenler tarafından kucaklanan ender hardcore gruplardan birisi. Neden böyle olduğunuz konusunda bir fikriniz var mı? Konserlerde hayranlarınız arasında bir ayrım görüyor musunuz?
Sanırım geniş indie dünyası tarafından kucaklanan birkaç tane hardcore grubu var ama bence bunun sebebi ikisinin değiştirilemez biçimde bağlanmış olması. Son 25 yılda neredeyse tüm indie gruplarından en az bir eleman bir dönemde bir hardcore grubunda çalmıştır. Ayrıca arada türleri kesiştiren pek çok grup da vardır: Hüsker Dü, Wipers...
Kanada pek çok yaratıcı müzisyen çıkarıyor. Arcade Fire’dan Protest The Hero’ya, Patrick Watson’a pek çok heyecan verici grup söz konusu. Kanada’nın müzik sahnesini bu kadar özel, yaratıcı ve üretken kılan şey nedir?
Kanada’nın cepleri her zaman iyi gruplarla doludur ama sanırım eskiden bu grupların dünyaya açılması daha zordu. İnternet müziği küreselleştirdi ve irili ufaklı her grubun insanlara ulaşmasını sağladı. Punk ve metal her zaman dünya üzerinde fikirlerin serbest dolaşımına açıktı, yeraltında kaset takasları ve fanzin kültürü sayesinde. Ama ana akıma bakarsak sanırım her zaman ana akım dışı işlerin ortaya çıkması çok zordu.
Fucked Up farklı formatlarda işler yayınlıyor, split’ler, single’lar, kaset’ler, 7 inç’ler, Zodiac serisi ve tabii ki normal albümler. Bir şarkının nasıl bir formatta yayınlanacağına ya da albümün parçası olup olmayacağına nasıl karar veriyorsunuz?
Aslında bir proje etrafında yazıyoruz. Diyelim ki bir single yazacağız, o zaman o single için şarkı yazıyoruz veya bir Zodiac şarkısına sıra gelmişse onun için yazıyoruz. Asla şarkıları stoklayan ve albüm zamanı gelince onları kullanan gruplardan olmadık. Geçenlerde The Melvins’le bir split yaptık ve onlarla bir split kayda yakışabilecek bir şarkı yapmaya çalıştık. Bence böylesi daha eğlenceli.
Son soru: Sence 2012’nin en heyecan verici albümü hangisi?
Galiba Kendrick Lamar albümü oldukça heyecan verici çünkü herkes oldukça heyecanlanmış görünüyor. Ben çıkıp ortalığı dağıtacak bir şeyi beklemeye ve umut etmeye devam ediyorum. Bu albüm onu yapmamış olabilir ama iyi bir kayıt ve insanlar da epeyi hoşlandı.

Monday, November 19, 2012

120 kişi okusun...

Cuma akşamı şehrin iyi giyimli insanları arabalarıyla iş çıkışında Ülker Arena'ya Jennifer Lopez'in poposunu izlemeye giderken öğrenciler de ucuz bira-kötü ortam veya pahalı içki-iyi ortam arasında kendilerine göre bir seçim yaparak sarhoş olmaya çalışmaktaydı. Çok az, belki 120 kişi de garajistanbul'a gitti. Britanya'nın son 10 yılda çıkarttığı iyi gruplardan ikisi arka arkaya çalıyordu, önemli bir fırsattı. 120 kişinin dışında kalanlar için tarifi pek kolay değil. Ama sanırım gerekli de değil.

Bu yazı, başlığını çaldığım Üstat Şanver Ofluoğlu'nun meçhur Saxon konseri sonrası gelmeyenlere yazdığı gibi bir öfke yazısı değil. Not düşme. The Cribs ve The Courteeners İstanbul'da çaldı. garajistanbul gibi geniş bir mekanda olduğu için az kişi daha da az göründü haliyle, belki Babylon veya Salon İKSV gibi bir mekanda bu kadar az görünmezdi kitle. Ama iyi de oldu, bir şeyi gösterdi. Sahnede Liam Fray "Not Nineteen Forever"ı söylerken içeride 19 yşaında kimsenin olmaması, The Courteeners ergen enerjisini paylaşırken herkesin işten çıkıp gelen insanlar olması gibi acı bir ironiyi. Defalarca yazıldı, çizildi ama gerçekten uygulamaya konduğunda daha iyi anlaşıldı +24 saçmalığı. Ve bu ülkenin gece hayatına, tam son üç-beş yılda emeklemekten yürümeye geçmiş konser sektörüne vurulabilecek en büyük darbe indirilmiş oldu.

Bu 24 bahsi dışında da Turn Up The Night çok iyi düşünülmüş ancak kötü uygulanmış bir etkinlikti kanımca. Sadece üç hafta kala tüm line-up'ı ortalığa saçmak iyi bir fikir olmadı, belki ağır ağır, daha önceden isimleri tek tek duyurarak gelseler etkinliği daha iyi sindirebilirdi dinleyici. Bu şekilde yedi gün içinde çok iyi dört gece hak edildiğinin çeyreği kadar kadar duyulmadı, konuşulmadı. Sanırım 2012'nin tembel Türkiye müzik medyasında da bazı şeyleri organizasyonun PR takımlarının da kovalaması gerekiyor. Miller'ın kendi dergisi ve Time Out dışında bu festivale dair bir ön röportaj okumadım. Stuart Price gibi bir adam İstanbul'a geldi ve röportaj yapan görmedim. DJ Shadow ve Yo La Tengo da ona keza. The Cribs ve The Courteeners için benim girişimim oldu ama ona da geri dönüş olmadı. Hoş, yapılan röportajları okuyan bir müzik okuyucusu profili var mı, o konudan da emin değilim. Ama bazı isimler var ki, onlarla "kendimizi tatmin" için bile olsa görüşmek gerekiyor. Bunu yapamadık. Turn Up The Night ekibi de yapamadı.

DJ Shadow'a gitmeye üşendim, Yo La Tengo gecesi ise yurtdışındaydım. The Cribs ve The Courteeners'ı ise kaçırmayacaktım. Zira çağdaşlarının pek çoğunun aksine NME balonu olmayan, iyi şarkı yazan, söyleyecek sözü olan gruplar olarak görüyorum onları. Doğal olarak Liam Fray ve ekibi önce sahne aldılar. İlk albümün açılış şarkısı "Cavorting"le açtılar, "Kulüp overrated, susuz kalmış baygın bakışlı kızlarla dolu" dizesi hala güldürüyor beni. 2013 başında çıkması beklenen yeni albümlerine de daldılar, daha sert riff'lerle, daha büyük nakaratlarla gelmeye çalışacaklar belli ki. Kasabian kartını oynamak da denebilir buna. Eğer bu albümde patlamazlarsa orta karar bir grup olarak kalırlar ama Liam Fray'in bu hırsıyla muhakkak başaracakları inancı oluşuyor bende. En sevdiğim şarkıları "No You Didn't, No You Don't"u çalmadılar, setteki diğer şarkılara göre yumuşak kaldığından olacak. Ama finalde James'in "Tomorrow"undan bir kuple söyledi Fray. Her fırsatta kendini Manchester kardeşliğinden görüyor. Belli mi olur, bir gün o da Mancunian devlerinden birisi olarak anılır.

The Cribs belki bir Brit-rock ekibi ama ruhen köküne kadar punk'lar. Bugüne kadar bunu röportajlarından anlıyorduk ama küçük bir mekanda bu ruh daha çok açığa çıktı. Jarman biraderler müthiş paslaşıyorlar, enerjik riff'ler, gırtlaktan vokallerle ortalığı da ateşlemeyi başardılar. garajistanbul'un geçen yıllara göre geliştirilmiş gördüğüm ses sistemini de epeyi zorladılar. "Men's Needs" ve "Our Bovine Public" gibi hit'leri bilenler daha fazla neyseki. İyi bir punk konserinde ortak bir ruh oluşur hep. Ben de "biz"i düşündüm. Muhtemelen, bundan 10-15 sene kadar önce Captain Hook'ta veya Bronx'ta Cribs ve Courteeners muadili grupların şarkılarını duyup coşan, o şarkıların cover'larını dinleyen, sigaradan gözleri yanan ve fıçı bira içen çocuklardık. Şimdi hepimiz 30'uz veya olmak üzereyiz (24 olmadığımız kesin zaten). Finale doğru başyapıtları "Be Safe" gelince de bu hisler doğru şekilde harmanlandı. Arkadaki ekrana Sonic Youth gitaristi Lee Ranaldo yansıdı ve bombardımana başladı. Finalde de Ryan James Jarman da amfiyi devirdi ve gayet "rock'n'roll" bir final yaptı. Daha iyi bir Cuma akşamı, en azından bu şehirde, pek kolay değil.

Friday, November 16, 2012

The Courteeners & The Cribs

Britanya müziğini sevenler için güzel bir gün. The Cribs ve The Courteeners yedi tepeli şehirde. Turn Up The Night By Miller kapsamında garajistanbul'da geceye elektrik yükleyecek iki grup. Birer şarkıyla hazırlanalım akşama.


Liam Fray iyi bir şarkıcı, iyi bir söz yazarı ve iyi bir vokalist. Lideri olduğu The Courteeners'ı Manchester'ın büyük grupları geleneğinin bir devamı olarak görüyor. "St. Jude" iyi bir başlangıçtı, baştan sona kusursuz değildi ama birkaç tane çok iyi single'ı vardı. "No You Didn't No You Don't" onlardan birisi. İkinci albümleri "Falcon"da klasik "ikinci albüm numarası"nı yaptılar: Albümün en uzun şarkısını başa koyup olgunlaştıklarını yutturmaya çalıştılar. Oldukları gibi kaldıkları şarkılar daha iyiydi halbuki.Yeni albümleri "ANNA"nın çıkmasına birkaç ay kaldı. Bu akşam o şarkıların nasıl olduğunu ilk elden tatbik edebileceğiz.

  
The Cribs memleketlerinin büyük grupları arasındaki en özel ekiplerden. Jarman biraderler Brit-rock'a punk'tan yadigar bir "tavır" getirmeyi beceriyorlar. En çok 2007 tarihli üçüncü albümleri "Men's Needs, Women's Needs, Whatever" ile biliniyorlar, benim de en sevdiğim albümleri bu. Gırtlaktan vokaller, ritmi düşmeyen keskin riff'ler ve hiç kaybolmayan hit damarıyla melodik tarafı ıskalamayan iyi bir ekip onlar. O kadar iyiler ki, 2009 albümleri "Ignore The Ignorant" döneminde Johnny Marr ekibin dördüncü üyesi olmuştu. Bu yılki "In the Belly of the Brazen Bull" formülü bozmayan, vasat üstü bir iş. Ryan Jarman'ın Kate Nash bir dönem Brit-rock'ın "It Couple"ı olduğunu da eklemek lazım. Artık birlikte değiller.

"Be Safe" grubun standart derinliğinin de ötesinde vurucu bir kayıt. Zayıf bir anında sözlere dikkat ederek dinlediğinizde hayatınızı sorgulamaya başlayabilirsiniz.

Yasemin Mori – Deli Bando


"Yarın için aşkla dolu
Aşktan başka yoktur yolu
Yarın için başla aşkla
Aşkla başla baştan başla"

Size karşı dürüst olacağım. Dört yıl önce memleket müziğindeki "sıradaki büyük şey" olarak ortaya çıktığı zamanlarda Yasemin Mori çılgınlığına kapılanlardan değildim. İlginç ve farklı şarkılar yazabiliyordu ama “Kuzgun” ve “Arjantin” dışında şarkıları bana pek bir şey söylemiyordu. “Aslında Bir Konu Var” şüphesiz bir hitti ama bana göre değildi. Mori’nin o sırada verdiği röportajlarda “çok şey bildiğini gösterme çabası” hissetmiştim ve bir şekilde kan uyuşmamıştı işte. Ama Babylon’da verdiği ilk konseri izledikten sonra en azından samimiyetine dair olumlu bir kanaatim oluşmuştu. Bunun daha başlangıç olduğunu, bir sonraki albümde çok daha zorlayıcı bir işle geri döneceğini hissettirmişti. “Deli Bando”yu dinleyince yanılmadığımı anladım.

Başlarken zaman kaybetmeyen albümleri severim. “Deli Bando” ilk şarkısı “Muşta” ile sizi dünyasına davet ediyor. Western havalı gitarlar ve nefes nefese basların arasında Yasemin Mori süpürgeden atına binmiş bir çocuk mu oluyor, yoksa çılgınlığın tadını mı çıkarıyor? Bir de üçüncü yol var, “aynasızlar”dan kaçan, “muşta takan” şiddet yanlılarından yaka silken korkmuş bir “sivil” olabilir buradaki karakter; topluca deliliğe sürüklenen bir toplumun resmini çiziyor da olabilir. Cevaplar kişiden kişiye değişir, önemli olan, Mori’nin “sahici” olması. Kelime oyunlarıyla, “ruh” sahibi vokalleri ve içeriği kusursuz destekleyen, giderek içeriğin kendisi olan müthiş sound işçiliğiyle hakiki bir işle karşı karşıya olduğunuza birkaç dakikada ikna oluyorsunuz. Caz tuşeli davulları ve üflemelilerle ve orgun müthiş paslaşmalarıyla ağır ağır yükselen ve nakaratında nefis patlayan “Geronimo”da “Bin asrın sesini duydum ya ben artık iflah olmam” diyor Mori. Artık sizin için de geri dönüş yok. “Deli Bando”dan itibaren artık bu deliliğin tadını çıkarmak zorundasınız. “Üzerimde Kehanetin” ve “Dünya” ilk albüm sound’una en yakın duran iki şarkı.

CD ve MP3 çağında albümlerin “ikinci yüz”ünden bahsetmek eski bir adet ama bu albümü kaset veya plakta dinliyor olsaydınız daha net kulağınıza çarpacak bir ayrım var “Deli Bando”da. Altıncı şarkı “Adını Sen Koy (Venüs’te Uyandım)”dan itibaren tavşan deliğinden yuvarlanmaya başlıyorsunuz iyice. Takip etmesi zor ölçüsü, mükemmel serbest caz enstrümantasyonu ve Mori’nin nefis vokalleriyle adeta “kusursuz kaos” bu şarkı. Uzak ara bu yıl duyduğum en iyi Türkçe şarkı, son yıllardaki en iyi de olabilir. Mori’nin albümün müzikal direktörleri Korhan Futacı ve Barlas Tan Özemek’le nasıl iyi bir ekip oluşturduğunun da en iyi kanıtı. Böyle zengin bir sound’u dağınık duyurmamak, rahatlıkla ucu kaçabilecek bir karmaşayı derleyip toplamak az iş değil. “Işığa Geldi Çocuklar” ve “Uçurumlar”da bırakılan boşluklar da ayrı bir ustalık. Bu noktada Mori’nin hakkını mutlaka teslim etmek gerekiyor, kendisinin şarkı yazarlığının birkaç sınıf atladığı ortada. Oluşan boşluğu vokal performansı ve akışkan melodileriyle domine etmesi inanılmaz. Finale doğru “Ustura (Kırmızı Kurnaz Tilki)” ile biraz soluklandıktan sonra “Sen Beni Sokaklardan Say”la mükemmel finale ulaşıyoruz. Psychedelic rock diyelim mi bu şarkıya? Ama psychedelic’liğini gitarlar yerine vokallerden alan bir iş.

“Deli Bando” deliliğin, kurallara uymamanın, yıkıp baştan başlamanın en estetize hali. Kate Bush’un “Never For Ever” ve “The Dreaming” dönemini anımsatan bir kalıba girmezliği var. Bu ülke için baktığımızda, ister indie, ister avantgarde deyin, o tarzın en özgün, en güzel, en yaratıcı albümlerinden birisi.
“Bu şehri kurallarından yıkıp / Özüyle yarın için baştan kuracağım baştan” diyecek kadar tutkulu ve iddiasının altını dolduracak kadar usta işi.

Tuesday, November 13, 2012

Paul Thomas Anderson'dan "The Master"



“Gördüğünüz en iyi final sahnesi hangisi?” desem aklınıza bir şeyler gelir. Benim bu konuda net bir cevabım yok. Ama favori açılış sahnemin hangi filme ait olduğunu sorarsanız cevabım tektir: “Boogie Nights.” Paul Thomas Anderson rüya gibi bir kamera hareketiyle uçar, havada biraz süzüldükten sonra yere iner; The Emotions’ın “Best of My Love”ı eşliğinde. San Fernando Valley’deki Boogie Nights gece kulübüne Jack Horner ve Amber Waves ile birlikte girersiniz. Tüm “geniş ailelerini” tanırsınız. Üç dakika boyunca tek bir kesme yapmadan, sadece 360 derece değil, ulaşılabilecek her açıya döner Anderson’ın kamerası. Birkaç saniye içinde sizin filmin dünyasına sokar ve üç dakikalık plan sekans bittiğinde artık o alemin bir parçasısınızdır.

Paul Thomas Anderson, pek çok usta yönetmenin kabusu olabilecek bu mükemmel açılış sahnesini çektiğinde 27 yaşındaydı. Ben “Boogie Nights”ı izleyip Anderson’a hayran, Julianne Moore’a aşık olduğumda ise 15’tim. Bir sınav olduğu için okuldan erken çıkıp sinemaya gittiğim o gün dün gibi hatırımda. Daha sonra “Magnolia”yı, “Hard Eight”i, “Punch-Drunk Love”ı izlediğim günleri de dün gibi hatırlıyorum. “There Will Be Blood” ve “The Master”ı da hatırlayacağım.

Tematik olarak bu altı filmi bir arada tutacak bir bağ bulmak mümkün değil. Ancak hepsini bir arada tutan bir şey varsa o da Anderson’ın stilize yönetmenliği. Çarpıcı, insanın zihnine kazınan ve sizinle kalacak görüntüleri. Ve filmleri bittikten sonra da nefes almaya devam ettiğine yemin edebileceğiniz karakterleri. Bunu böyle yapan da, şüphesiz Anderson’ın mahareti. O, filmlerine yaklaştığı tutkuyla performans vermesini bekliyor oyuncularından. Büyüyü yaratmaya başladığında sahnelerini asla kesmiyor. Oyuncularından “-mış gibi” yapmalarını istemiyor, “kurguda toparlamayı” reddediyor. Kameranın önünde rol kesmelerini istemiyor onlardan. Gerçekten dövüşüyor, gerçekten ağlıyor, gerçekten kendilerini zorluyor ve gerektiğinde gerçekten hayatları için koşuyorlar.

Freddie Quell de “The Master”ın dışında da var olduğunu düşüneceğiniz bir karakter. Joaquin Phoenix Quell’i Robert De Niro benzeri öfke patlamalarını andıran, fiziksel yoğunluklarla canlandırıyor. Quell bir “uyumsuz:” Ne orduya uyuyor, ne sivil hayata. Kötü niyetli değil belki, ama güvenebileceğiniz bir tip değil. Hiçbir işte dikiş tutturamadıktan sonra yolu The Cause’la kesişiyor. Daha bebek adımlarını atan bir inanç sistemi The Cause. Lancaster Dodd karizmatik bir adam ancak henüz bir ahir zaman mesihi olmasına giden yolu tamamlamamış, çevresinde kendisine inanan bir grup insan var sadece. Filmin çekim döneminden itibaren The Cause’un Scientology ile paralellikleri sıkça yazıldı, çizildi. Scientology’ye “Böyledir” diyecek kadar hakim değilim ama “The Master”ın meselesi bu değil kesinlikle. Genel anlamda “organize din” mefhumunu sorguladığını düşünebilirsiniz Anderson’ın, ama temeldeki derdinin Dodd ve Quell arasındaki ilişki olduğu ortada. Anderson “baba figürü” yorumunu reddediyor, ki kendisini yakından takip eden izleyici için “Hard Eight”in Sydney Brown’ından “Boogie Nights”ın Jack Horner’ına kadar pek çok güçlü görünen ancak yakından bakıldığında zaafları fark edilen erkeğin yanına eklenebilir. Kendi babasının “Boogie Nights”ı göremeden öldüğünü düşününce daha derinleşen bir hikaye. Ama Anderson bunun bir “baba-oğul” hikayesi olduğunu reddediyor. Kimilerine ruh kardeşliği, kimilerine göre derin bir aşk bile olabilir aralarındaki. Belki de sadece mutual bir ilişki bu. Quell, Dodd’ın öğretileriyle geçmişini değiştirmek niyetinde. Dodd ise Quell’i “master tezi” olarak görüyor bir anlamda: Eğer onu “kurtarabilirse” bu, bir ayağı topallayan inanç sisteminin sıçrama noktası olacak. Başarıp başarmadığını siz kendiniz izleyin.

Anderson sinemasını tematik incelersek “The Master”ın “There Will Be Blood”la birlikte “ikinci” yarıyı oluşturduğu ortada. Kişisel olandan yola çıkıp tarihi veya politik olana dair bir söz söyleyen filmler bunlar. “There Will Be Blood” Amerikan kapitalizminin “doğuşunu” anlatan ve lanetleme cesaretini gösteren bir filmdi. “The Master”da ise dine yönelik benzer bir tavır yok. Şüphesiz bir yönetmeni söylemediği şeyden dolayı suçlamak olgun bir tavır olmaz. Yine de, bu filmin “siyasi” tavrının zayıf kaldığını hissettim, sanki ilk yarının vaadettiği yolda gazdan ayağını çektiğini düşündüm. 

İşin kişisel yolculuk boyutu, şüphesiz daha zengin. Ne var ki, yukarıda anlattığım diğer iki karakter dışında sivrilen en güçlü yan figür olan, Amy Adams’ın canlandırdığı Mary Sue Dodd’ın dahi pek az sahnede öne çıkabildiğini belirtmek gerek. Bu, “The Master”ın eksi puanlarından birisi. Aslında Mary Sue’nun, Lancaster üzerinde son derece etkin bir figür olduğunu anlıyoruz ancak buna pek de tanık olamıyoruz. Bir diğer eksi puan ise filmi üç bölüm olarak değerlendirirsek harikulade geçen ilk iki bölüm sonrasında filmin izleyiciyi bırakıp yoluna devam ettiğini söylemek gerekiyor. Motorsiklet neyi ifade ediyor mesela, veya Quell’in yıldırıcı tekrarlara sahip egzersizleri tam olarak neyi anlatıyor, bunlar konusunda mutlak bir cevabınız olmasa da sabredip filme tutunmanız bekleniyor.

“The Master” kusursuz bir film değil, özellikle senaryosunda bazı gedikler ve başka yerlere yoğunlaşması gerekirken enerjisi ve vaktini başka noktalara harcadığı noktalar var. Özellikle ikinci yarısında Anderson’ın neyi anlatmak istediği konusunda dağıldığını, birden fazla cümleye başladığını ve bazılarını zamansız bitirdiğini hissettim ve bu yüzden “The Master”dan doymayı beklediğim kadar doymadan kalktım. Ama bu film, film çekiminde bir “masterclass.” İnanılmaz çerçeveler, “gerilimi” sonuna kadar hissettiren sahneler, sıradışı oyunculuk, insanı sarsan bir müzik (Jonny Greenwood) var burada. Belki de Stanley Kubrick'ten bu yana en stilize Amerikan yönetmeni Anderson. Bu yüzden anlatış biçimi anlattıklarının ötesine geçiyor çoğu zaman. Bu, kötü bir şey değil, bilakis "The Master" gibi, senaryosunda burun kıvırdığınız noktaları olan bir film için artı puan. Ama "içeriği" hepten hiçe saydığımı düşünmeyin. Bitirdikten sonra saatlerce kafanızda kalan imgeler ve cevapladıkça yenisini sorduran sorular var burada. Bu yüzden en az bir kez daha izleyip hem yönetmenliğin tadına varmayı, hem de benzer sorularla bir kez daha hesaplaşmayı düşünüyorum.

Monday, November 12, 2012

Green Day - ¡Uno!

Beş ayda üç tane albüm yayınlayacak olmak pek çoğu için riskli bir proje olabilir, dolayısıyla büyük stres yaratabilir. Green Day’in üçlemesinin ilk halkası “¡Uno!”su ise gruba yeniden hayat veren bir kayıt. Green Day de zaten bir karavananın arkasından bomba patlatmayı sever. “Insomniac”ın ardından “Nimrod,” “Warning”in ardından “American Idiot” gibi. “21st Century Breakdown” da güzellikleri olan bir albüm olmasına karşın üç parçalı bir rock opera olma iddiasının altını müzikal olarak yeterince dolduramıyordu. Süresi içerisinde kendini tekrar eden melodilerin fazlalığı, grubun yüksek hacimli sound’u altında nefes alamamaya başladığının simgesi gibiydi adeta. Şüphesiz dönemine göre çok sattı ama Green Day için bir yolun sonuna gelindiğinin işaretiydi. Başka bir yola düşmek gerekiyordu ve işte “¡Uno!” o yolun ilk adımı. 

Büyük konseptten, devasa sound’dan uzakta gerçek rock’n’roll var “¡Uno!”da. AC/DC’nin keskin ve matematiksel riff’lerini ve The Beatles’ın yakalayıcı melodileriyle buluşması gerçekleşiyor burada. Ve bunu gevrek gitar tonlarıyla, inceltilmiş sound’larıyla yapıyorlar. Üç adam, stüdyo numaralarından, ekstra gitaristten muaf tutuyorlar müziklerini. Dolayısıyla eski Green Day’e, üçlünün punk yıllarına daha yakın duruyorlar. Bu, orta okul yılları “Dookie”yle geçmiş, gitarı eline aldığında ilk öğrendiği rock şarkıları ‘When I Come Around’ ve ‘Basket Case’ olmuş benim için müthiş haber. "Nimrod"a da yakışabilecek açılış şarkısı 'Nuclear Family'de "Dünyaya atlıkarınca gibi bineceğim" haykırışı Billie Joe'nun koruduğu fırlama çocuk ruhunun göstergesi. "Kes sesini çünkü çok konuşuyorsun ve zaten hiç umrumda da değilsin" dizeleriyle 18 yıllık "Dookie"ye yakın duran 'Let Yourself Go'da da benzer bir enerji patlaması var.

Ama “¡Uno!”yu güzel yapan sadece bu değil, Green Day'in yeniden "arayan" bir grup olmaya başlaması. Single'lardan 'Kill The DJ'in dans havasını duydunuz zaten ama 'Sweet 16' 1980'lerin alternatif rock'ını anımsatıyor ve resmen R.E.M. yumuşaklığında! 'Troublemaker' ise Suede'in 'Can't Get Enough'ının kuzeni gibi. Albümün hazinesi ise 2012'nin en güzel alternatif rock single'ı saydığım 'Oh Love.' Kapanışta gelişiyle adeta "Punk için geldik, şarkılar için kaldık" dedirtiyor dinleyene. Punk'tan disco'ya, oradan rock'a kıvrılan bir şarkı koleksiyonunun, The Clash-vari bir şarkı spektrumunun noktasını bir aşk valsiyle koyuyor 'Oh Love' ve "¡Uno!"nun finalini hakkıyla yapıyor.

 Son söz mü? Özlenen Green Day geri döndü. Üstelik bu daha sadece başlangıç.

Thursday, November 8, 2012

Ü-Berlin




Ben İngiliz muhibi, Selmin de Fransız tedrisatından geçmiş olmamıza karşın ikimizin hayatında da bir Alman nosyonu söz konusu. Benim için ablamın 10 yıldır yaşadığı ve her “kaçıcam bu ülkeden” panik atağımda sığınılabilecek son liman olarak hep hazırda tuttuğum(u sandığım) ülke. Selmin’in bağları daha kuvvetli. Doktor babasının 1970’lerde göç etmesi sonucu onun doğduğu yer Almanya. Daha ilginci, bir yaşından beri hiç gitmediği “memleketi.” Benim de dört yıl önce Köln ve Düsseldorf’ta birer gün geçirmemi saymazsak, ikimiz için de Berlin seyahati “ilk” Almanya tecrübesi.


Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı

Topographie des Terrors 

Şüphesiz Berlin hakkında bir fikri olması için insanın, gitmeden önce bir heyecan duymak için böyle bir “backstory”ye gerek yok. II. Dünya Savaşı’ndan “Duvar”ına kadar her kıtanın her dönüm noktasında hançerin saplandığı yer olmuş kent. Aynı zamanda liberal düşüncenin, kıtadaki multi-kültürel damarın ve “sabaha kadar dans”ın merkezi. Berlin’e gelmeden önce de, içindeyken de her zaman kentin öneminden haberdar ediliyorsunuz mutlaka. Tarihiyle bu kadar iç içe yaşayan şehir azdır belki de. O kadar ki, o tarihle iç içeliğinden de bir gurur duyuyor Berlinliler (ve Almanlar). 1933-1945 arasında dünyayı kasıp kavuran Nazi deliliğine odaklanan Topographie des Terrors mesela. Normalde bir ülke için üzerinden yüzyıl bile geçmemiş günahlarıyla yüzleşmek kolay değildir. Berlin’de ise yükselen Nazi histerisinin, sıradan insanların bile nasıl birer ihbarcı haline dönüştüğünün, Yahudi, eşcinsel, komünist, kısacası çizilmiş sınırların dışında kalan herkesin nasıl kurban edildiğinin tanıklığını bu müzede yaşayabiliyorsunuz. Fotoğraflar, belgeler, videolar ve metinler içeren panolar haricinde dışında nasıl işkence ve tecrit metodlarının açıkça gösterildiği açık hava bölümleri size dehşeti yaşatıyor. Bu, Almanların artık övündükleri ve belki de övünmeleri gereken bir hasletleri. Kendilerine ve geçmişlerine ayna tutmaları sayesinde ayağa kalktıklarına inanıyorlar. Ve haklılar. 
Bundestag

Checkpoint Charlie 

Benzer bir geçmişe bakış müzesi DDR Museum ise bu kadar asık suratlı değil. Bilakis, kalitesizliğiyle ünlü arabaları Trabant’a binebildiğiniz, ortalama bir ailenin oturma odasına oturabildiğiniz, 1970’lerin televizyon programlarını izleyebildiğiniz ve kıyafetlerini görebildiğiniz bir Doğu Almanya tecrübesi bu. Artık “Batı”dan baktıkları için Doğu Almanya’ya fazlasıyla alaycı bakması dışında keyifli bir müze. Doğu Almanya demişken, kaçınılmaz turist noktalarından Checkpoint Charlie ve ikonik tabelasına gitmek, artık var olmayan duvarın yerinde bırakılan izlerine tanık olmak veya duvarın hala muhafaza edilen kısımlarının görülebileceği East Side Gallery’ye gitmek de “Duvar”la ilgili turist “atraksiyonları.” Almanya tarihine dair çok detaylı bilgiler alabileceğiniz ve üstelik Aziz Berlin'e de tepeden bakabileceğiniz Bundestag'ı da (Meclis Binası) ıskalamayın. Fernsehturm da (Televizyon Kulesi) "tepeden bakma" işlevini görüyor, ne kadar şart, o size kalmış.
Bergama Müzesi

Berlin’de başka müzeler gezmek isterseniz istikametiniz Museumsinsel (Müze Adası) olması. İnanılmaz Zeus Altarı’yla Bergama Müzesi ve göz kamaştırıcı Nefertiti Büstü’yle Neuesmuseum bizim yolumuzun düştükleriydi. Özellikle ilki, hele bu topraklardan giden bir turist için kaçmaz, zira “Bunları bizden kaçırmışlar” öfkesiyle “Biz tarihe bu değeri veremezdik” itirafı arasında gidip geleceksiniz.

Kptn. A. Müller

İyi bir turistin yaptığı gibi önce müzeleri aradan çıkarttıktan sonra sokaklara çıkabiliriz. Şüphesiz barlar ve club’lar konusunda Avrupa’daki en zengin merkezlerden birindesiniz. Özellikle Türklerin yoğun yaşadığı multi-kulti ekstravaganzası Kreuzberg, hipster cenneti Mitte ve cool Friedrichshain’da pek çok şık bar bulabiliyorsunuz. İlk akşam yemeğimizden sonra Friedrichshain’da pek çok pub ve barın bulunduğu Kptn. A. Müller’e dalıyoruz. Eski ev koltukları, fazlasıyla aydınlık mekan ve çok güzel kokteyller. Bizim buradaki gibi votka özütü falan koymuyorlar, epeyi sert ama çok güzel kokteyller. Kreuzberg’deki Café Condé de benzer konseptte, sadece oraya gittiğinizde kahve tercih etmeniz daha olası. Bir de gitmişken mekanın tonton kedisini (adını unuttum) mıncıklamanızı öneririm. Hemen çevredeki Das Hotel de benzer bir sıcaklığa sahip, aydınlık bir bar. İsmine rağmen Luzia için ise aynısı söylenemez. Kreuzberg’in meşhur Oranienstrasse’si üzerindeki Luzia karanlık, cool ve epeyi popüler bir mekan. Bir de Prater Garten var, bizim Ekim sonunda giderseniz pek tadı yok ama hava güzelken dışarıda oturulup iki tek atması keyifli olacak gibi göründü.
Die Weinerei

Barlardan bahsederken Die Weinerei’a ayrı bir parantez açmalı. Kadeh için iki euro verdikten sonra istediğiniz kadar şarap içebileceğiniz bir mekan. Kalkarken size hesap getirilmeyecek, ne kadar ödemeniz gerektiğine kendiniz karar vereceksiniz. Pek çok kişi bunu kötüye kullanabilir ama barın arkasında duran adama sorduğunuzda işin müşterinin sağduyusuna bırakıldığını anlatıyor size. Gerçekten de siz de kötüye kullanmak istemiyorsunuz bu durumda. Berlin’in fikrî atmosferine uyan, hoş bir mekan.
Luzia 

Club’lara gelince, Berghain’dan bahsetmek gerek şüphesiz. Kapılarında uzun kuyruklar oluşturan, içeri girip girmeyişinizin neredeyse piyango olduğu iddia edilen, içeride tek kare fotoğraf çekmenize izin verilmeyen hedonizm cenneti. Kapısına gidip geri çevrilme riskini alamadım, üzgünüm. Weekend veya Watergate’in daha turist canlısı olduğu söyleniyor, Asphalt ise hip-hop geceleriyle meşhurmuş. Benim Cumartesi gecesi eğlencesi anlayışıma uyan White Trash’i de önerebilirim. Biraz eski Bronx leşliğinde gaz punk ve alternatif çalan, içinde dövmecisi de bulunan ve çoğunlukla üst katında Amerikan tarzı hamburger tüketip belli bir saatten sonra alt tarafta kopmaya inilebilecek bir mekan. Bir de Kreuzberg’deki konser mekanı Festsaal var, bulunduğumuz günlerde Death Grips orada çalıyordu mesela. Yine KaterHolzig de aynı çizgiye hitap ediyor, ama gitmedim, görmedim.

"Alman pastası"

Yemek için (gecenin 12’sinde önünde uzun kuyruklar oluşturan) Mustafa’s Gemüse Döner’i bir kenara bırakırsak adım başı karşınıza çıkacak Wurst benim favorim. Bol İtalyan restoranı ve hamburgerciler arasından da seçim yapabilirsiniz. İlk akşam rezervasyon yaptırarak gittiğimiz Schneeweis daha Alman ve İsviçre mutfağına eğildiği için tercih ettiğimiz, hakiki bir gurme restoranı. Her gün menüsü değişiyor ve yemeklerin sunumu da muazzam. Tatlı seven bir insansanız bol bol dünyada Berliner diye bilinen Pfannkuchen, çeşit çeşit cheesecake ve “Inglourious Basterds”ta Hans Landa’nın da afiyetle yediği Apfelstrudel kalbinizi çelecektir. Ayrıca benim gibi bira seven bir insan için de envai çeşit tatmanız olası, Augustiner Bräu’un lager’ı çok keyifliydi.
Tiergarten
Bir Pazar sabahına denk gelip Boxhagener Platz’ta gidemedim, Berghain’da güneşi doğurana kadar dans edemedim belki ama üç buçuk güne sığan Berlin benim için buydu. Sanırım Kreuzberg’den yeteri kadar etkilenmedim, belki Mitte’nin yanlış tarafında dolaştım. Prenzlauer Berg’in soğuğunu ve Tiergarten’ın hakiki sonbaharını diğer pek çok şeyden daha çok sevdim. Berlin’i Berlin yapan şeyleri ıskalayıp Berlin’in içindeki Avrupa’yı daha çok sevmemin racona ters düştüğümün farkındayım. Ne yapayım, bende bu kadar oldu.