Thursday, September 27, 2012

Tam sadelik: Kings of Convenience

Türk seyircisinin konser gevezelikleri meşhur. Bu sebepten önceki sene Babylon'un "sessiz konser" politikasına geçişini de hatırlarsınız. Kings of Convenience da bu konuda hassas bir grup. Belli ki konserden önce konsensus sağlanmış. Babylon'da tüm gece içki satışı sadece Lounge'daki bardan yapıldı. Konser sırasında arkaya git-gellerin, para alışverişinin, bardak şıngırtısının gruptan rol çalmaması için azami gayret gösterildi. Grubun kendisi de bu gayreti fazlasıyla gösterdi. Henüz ilk şarkıda Erlend Oye en öndeki bir çocuğa eğilip eliyle "sus" işareti yaptı. İlk şarkılarda fotoğraf çekimi biraz abartılınca bu sefer Eirik Glambek Boe şu uyarıyı yaptı: "Aranızda flaşla resim çeken birisi var. Şarkı arasında çekeceğiniz fotoğrafı çekin, sonra şarkıya geçince durun." Gayet ciddiydi. Fotoğraf çekmek isteyenlere pozlarını verdiler ve sonra konsere devam ettiler.

Bu uyarılar yerindeydi ve neyse ki seyirciden de gerekli hassasiyeti gördü. Malum, Kings of Convenience müziği sükunet ve sükut üzerine kurulmuş. Kendilerinin "Homesick"te tevazu göstermeden anlattıkları üzere "mükemmellik içinde karışmış iki yumuşak ses" ve üçüncü bir enstrümana gerek bırakmayan iki akustik gitar söz konusu olduğu için müziklerinin detaylarını hissedebilmek için maksimum sessizlik elzem oluyor. Eirik'in sağlık sorunları sebebiyle Nisan ayında gerçekleşemeyen Kings of Convenience konserlerinin ilk gecesinde o sessizlik biraz ittirmeyle de olsa hakkıyla sağlandı. Bu üç gün boyunca gerçekleşecek üç konserin ilkinde Babylon'un öğrenci bileti uygulaması yapması ve kapıları 80 liradan açması güzel hareket oldu aslına bakarsanız. Bana mı öyle geldi bilmiyorum ama normal Babylon konserlerine göre yaş ortalaması daha düşüktü ama sanki katılım konusunda daha rahat, daha heyecanlıydı seyirci. Hele "Know-How"da Feist'ın söylediği bölümlere yaptığımız vokal, memleket konserler tarihinin en unutulmaz, en güzel anlarından birisiydi.

(Videoyu Nihan Bora çekmiş)


Benim favorilerim "Know-How" ve "Homesick" dışında en güzel katılımı alan şarkılar "Mrs. Cold," "I'd Rather Dance With You," "I Don't Know What I Can Save You From" ve finale doğru gelen yeni bir parçaydı. İkilinin nefis vokalleri dışında Erlend Oye'nin gitarının da duyduğum en güzel canlı akustik gitar sound'u olduğunu eklemek isterim.

Malum sebeplerden sıkıntılı geçen yaz konser sezonunun sonrasında güz mevsiminde yine kapalı salonlara girdik. Bu müziğin o salonlarda ne kadar güzel olduğunu hatırlatan, çok güzel bir açılış oldu Kings of Convenience konseri. İki gece daha buralardalar.

Friday, September 21, 2012

Filmekimi'nde beş sürpriz film

Böyle cümlelerin yaşımı belli ettiğinin farkındayım ama ilk Filmekimi sadece Emek Sineması'nda bir hafta süren, iki elin parmaklarının sayısından biraz daha fazla filmle yola çıkan, butik bir etkinlikti. Takvimdeki konumu kritikti, üç büyük festivalin en iyilerini toparlayıp sonbahar başında sinema ile aşk tazelemeye yarıyordu. Bugün üç salonda, 40'a yakın filmle yapılan 11. Filmekimi için film seçimi eni konu ciddi bir mesai istemeye başladı.

Filmekimi biletleri bugün satışa çıktı. Bugün ve yarın Lale Kart sahipleri avantajlı olarak bilet alabildikleri için bu yazıyı okuyanlar tahminen Cumartesi sabahı avantajsız olarak biletlerini alacaklar. Neticede biz de festivalin "hit" filmlerine, Kim Ki Duk'larına, Loach'larına, Gondry'lerine, De Palma'larına değil, beş tane "sleeper"ına dikkat çekelim. Zaten 2012 yılında bir blog açıp "Michael Haneke'nin 'Amour'u kaçmaz!" diye yazı yazan adam iyi bir sopayı hak eder. 40 filmlik festivalde 20 tane filme "Dikkat!" çekmek de benzer bir muameleye tabi olmalı. Buyurun, Filmekimi'nin beş underdog'u böyle:

İtaat/Compliance
Sundance'te çok iyi eleştiriler alan "Compliance" bu yılın iyi eleştiriler toplayan filmlerinden. Rolling Stones'un veteran sinema yazarı Peter Travers film hakkında "İzlemesi işkence gibi. Ama kaçmaz bir yapım" demişti. Amerikan bağımsız sinemasının son dönemde "Martha Marcy May Marlene" veya "Take Shelter"la giriştiği rahatsız edici kanaldan ilerleyen ve otoriteyi sorgulayan sıkı bir filme hazır olun.


Savaşın Gölgesinde/Lore
2004 yılında "Somersault" ile izleyenleri çarpan Cate Shortland'ın nicedir beklenen dönüş filmi. Yine büyüme sancıları üzerine eğilmiş Shortland, ama bu sefer seçtiği dekor 1945 Almanyası. Shortland'ın tehlikeli bir alandan yine alnı açık çıkacağı konusunda bir sinemasever içgüdüsüne sahibim. 2004'te Abbie Cornish ve Sam Worthington'ı dünyaya tanıtan Shortland aynı şeyi Saskia Rosendahl'a yapabilir.


Düşler Diyarı/Beasts of the Southern Wild 
Benh Zeitlin 30 yaşını doldurduğu 2012'yi asla unutmayacak. İlk filmiyle hem Cannes'dan, hem Sundance'ten ödül kapmayı başardı çünkü. Amerikan bağımsız sinemasının çok iyi becerdiği "küçük insanların hayatı"na Hollywood işi bir masalsılık katmayı layığıyla başardığı söylenen Zeitlin, 2013 kışında en azından Senaryo dalında Oscar adaylığı bile kapabilir. Erken ahkam kesmek için bu filmi atlamayın.

Hayır/No
Şili'de 1988 yılındaki referandumda Pinochet'yi alt etmek için yapılan "Hayır" kampanyasına odaklanan bu film, Cannes'da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün sağlam eleştiriler alan filmlerindendi. Latin Amerika'nın siyasal sinema geleneği, Pinochet gibi yakıcı bir konu ve elbette son yıllarda odaklandığı politik filmler sayesinde neredeyse devrimci bir figür haline gelen Gael Garcia Bernal sayesinde izlenmeli. Zaten size bir sır vereyim, programda Gael'i görmüşsem genelde o filmi seçerim. Elemana karşı bir zayıf noktam var.


Ai Weiwei: Asla Pişman Olma/Ai Weiwei: Never Sorry
Bu yılki programda üç tane çok şık görünen belgesel var. Kevin Macdonald'ın epik "Marley"si veya sepya tonlarıyla çektiği büyük grup fotoğraflarıyla rock tarihinde kendi yerine sahip Anton Corbijn'ı "içli dışlı" anlatan belgesel de izlenebilir. Ama günümüzün belki de en önemli sanatçısı Ai Weiwei ile ilgili olanı bir adım öne çıkıyor benim için. Çin hükümetine yönelik eleştirilerinden dolayı kara listeye alınan ve geçen yıl üç ayını gözaltında geçiren sanatçı/aktivist sırf sanatın hala "tehlikeli" olduğunu gösterdiği için bile büyük öneme haiz. Guardian'da Alison Klayman'ın ilk belgeselinde çok "kısmetli" olduğu ve pek çok kritik olayda doğru yerde bulunduğu yazılmış. Çok önemli bir iş olabilir.

Thursday, September 20, 2012

Çatlaktan sızan ışık misali

Fotoğraf egebasaran'ın instagram'ından alıntıdır. 

Konsere saatler kala çıktığımız yolda, konsere dakikalar kala hala Ülker Sports Arena yollarında dönüp durmaya devam ederken elim bundan üç yıl önce yazdığım Leonard Cohen kritiğine gitti. Kendimce 2000'lerde İstanbul'un gördüğü en iyi performans olarak görüyordum üstadın Açıkhava'daki konserini. Ama detaylarını anımsamak adına da iyi oldu. Şu anda neden üç yıl önceki kadar iyi yazamadığım kısmı biraz hayal kırıklığı yaratsa da hafıza tazeleme adına iyi oldu.

Şu açıdan da iyi oldu, o konserin unuttuğum detaylarını iyice hatırladım. Ve gördüm ki Leonard Cohen bırakın setlist'i, aradaki anonslarına, jestlerine, teşekkürlerine kadar aynı sahnede. Bu, kimisi için kötü haber olabilir. Belki "Bir kere izledim, bir daha izlemeye gerek yok" diyenler de çıkabilir. Benim için durum öyle değil. Bu adam bu şehre aynı konseri vermeye her yıl gelse, her yıl giderim. Onun kibarlığından, sahne duruşuna, üç buçuk saat sahnede kalışından, "sahip olduğumuz her şeyi size vereceğiz" deyişinden ve bunun hakkını verişine kadar her şeyiyle nefis bir performans, nefis bir tecrübe olduğu için. Eğer onun yaşına gelirsem hangi günde olduğumu hatırlayacağımdan emin değilim ben. Cohen ise hala çok formda. Grubu da. Belki iddialı olacak ama olsun, bence solo bir sanatçının arkasındaki en iyi live band Cohen'inki. Gerektiğinde gerektiği kadar, gerektiğinde ağlatacak kadar yoğun. 

Dün akşam Galatasaray altı yıldan sonra ilk Şampiyonlar Ligi maçına, hem de Old Trafford'da çıkıyordu. Bir başka önemli konser de Dead Can Dance tarafından Cemil Topuzlu Açıkhava sahnesinde gerçekleşmekteydi. Belki tamamen sürprizsiz bir konser olması kimilerine "İyi ki diğer opsiyonları seçmişim" dedirtmiştir, olabilir. Ben bu performansı defalarca izlerim, karşısında ne varsa bunu tercih ederim.

"Bir daha görüşür müyüz bilemiyorum" dedi finalde, içimizi burkarak. "Tanrı'ya dua ediyorum bu büyük ülkeye barış getirsin diye" sözleriyle de kapanışı yaptı. Dileğimiz aynıydı. Halbuki açılışta "Geleceği gördüm, orada cinayet var" diyen adamdı o. Dozunda realizm, kararında hayalcilik. Cohen bu işte. Çatlaktan hayatımıza sızan ışık misali.

Tuesday, September 11, 2012

DIIV: Cure... Yeniden!




Geçen yıldan beri Brooklyn’li bir grubun ilk albümünü beklemekteydik. “Brooklyn’li bir grup” diyoruz zira geçen yıl Dive olarak biliniyordu Zachary Cole Smith’in başını çektiği grup. Ne var ki, bu isimde 1990’lı yıllarda aktif olan Belçikalı bir endüstriyel grubun bulunması sonucu değişikliğe gitmeye karar vermiş Smith. “İsim isimdir. Kimse gelip değiştir demedi ama Dive’a saygıdan adımızı değiştirmeye karar verdim” diye açıklama yaptı ve “Grup aynı, müzik aynı, geleceğimiz de aynı olacak” diye ekledi. Yeni ismiyle DIIV, 1980’ler tadını (ve karanlığını) 2010’lara taşıyor. Cure’un bu dönemde yaptığı, göğe doğru tırmanan gitar melodileriyle ördüğü, yüksek tempolu, iyi anlaşan bir davul-bas ikilisiyle kanatlandırdığı, uzun enstrümantal bölümlerle zenginleştirdiği parçaları anımsamak mümkün ilk DIIV albümü “Oshin”i dinlerken. Ama bir Cure cover grubu da değil DIIV: Kasten geride bırakılmış, çoğu zaman da çok kısa tutulmuş vokalleriyle ayrılıyor. Velhasıl, tanımaya değer bir ekip.

“Arkadaşlarınıza Söyleyin!"

(Bu yazı, Blue Jean'in Ağustos 2012 sayısında yayınlanmıştır)  

Geçen yıla kadar yazın en uzun gününde yapılan One Love, bu yıl yazın en sıcak günlerine denk geldi. Sadece sıcaklık anlamında değil, hararet ve gerilim anlamında da yaşananlar yakıcı havaya uyacak şekilde yüz kızartıcıydı.

Biz birbirimizi tanıyoruz. Siz yazdıklarımızdan az çok biliyorsunuz bizi zaten. Ama sanmayın ki biz sizi bilmiyoruz. Attığınız maillerden, yolladığınız tweet’lerden, Facebook’tan tanıyoruz sizi. Farklı şehirlerde yaşıyor, farklı okullarda okuyorsunuz. Dünya görüşleriniz ve dinlediğiniz müzikler de birbirinden çok başka. Ama bir ortak noktanız var. Başka hikayeleri dinlemek, başka hayatlara dokunmak istiyorsunuz. Bu dergi müzik yoluyla getiriyor o başka hayatları size. One Direction’ı Türkiye’ye getirmek için çırpınanınızdan Metallica dinleyip kafa sallayanınıza, öfkesini maNga’nın sözleriyle dile getireninizden Lady Gaga’nın kişisel özgürleşme dizelerini şiar edineninize kadar, aynı değilsiniz ama aynı taraftasınız. İster Justin Bieber’ın peri masalını okumak olsun, ister geçen aya kadar barda 20-25 kişiye çalan New York’lu alternatif grubu takip etmek olsun, bu dergiyi aynı sebepten alıyorsunuz. Belki mektuplarınızla tartışıyor ediyorsunuz sizinle aynı müziği dinlemeyenlerle, ama neticede Blue Jean, Pop Up ve Headbang ahalisi olarak gül gibi geçinip gidiyorsunuz.

Bir de başka müzikleri dinlemek istemeyenler, başka dünyaları tanımak istemeyenler var. Sadece kendi hayatlarında değil, yaşadıkları semtin, şehrin hatta ülkenin sınırları içerisinde kendi sevdikleri renklerden başka renk görmek istemeyenler var. Belki anneniz babanız, ağabeyiniz değil ama kapı komşunuz, sınıf arkadaşınız onlardan. 14 Temmuz’a doğru giden günlerde onların “renklere” olan tahammülsüzlüğünü net bir şekilde gördük. “Eyüp Sultan’da alkol festivali istemiyoruz” diye yola çıkanlar, Eyüp Sultan’a kilometrelerce uzakta olan santralistanbul’daki Efes Pilsen One Love Festivali’nde alkol satışının yasaklanmasının “haklı gururunu” yaşadı o gün. Festivalin ardından Hürriyet Web TV’de yayınlanan “Bir Festival İki Türkiye”yi izlediyseniz görmüşsünüzdür. Tek derdin alkol olmadığını söylüyordu bölgeden bir sivil inisiyatif mensubu: “Biz Batı kültürüne karşıyız.” Oysa bundan 10 yıl önce, ilk One Love’da sahne alan Manu Chao, Batı kültürünü değil, enternasyonalist tavrı temsil ediyordu. Bilmemekten bunlar hep, farklı renklere gözleri kapatmaktan, Elif Türkölmez’in Radikal’de yazdığı gibi farklı müzikler dinlememekten.

Özgürlüğünüze sahip çıkın!
One Love’ların 11.’sine işte böyle bir ortamda gittik. Pulp, Kaiser Chiefs, Damien Rice, Kimbra, Yuck, Selah Sue ve diğerleri yine harika birer performans sundular, yine eğlendik. Eğlenilir de zaten. Bugüne kadar festivallere gelen ve tek damla alkol almadan sonuna kadar eğlenen arkadaşlarım çok oldu. Orada bizler için asıl amacın müzik dinlemek ve eğlenmek, onlar için asıl amacınsa sizi bunlardan uzak tutmak olduğunu bilin. Kaiser Chiefs davulcusu Nick Hodgson performansın sonunda “Arkadaşlarınıza anlatın” dedi. Evet, SİZ arkadaşlarınıza anlatın. Çünkü siz kızıyla, erkeğiyle, siyah giyineniyle, türbanlısıyla, popçusuyla, hip hop’çısıyla, rock’çısıyla, metalcisiyle farklı renkler görmek isteyenlersiniz. Özgürlüğünüze sahip çıkacak olan sizsiniz. Bu yılın headliner’ı Pulp’ın ‘I Love Life’ şarkısında “Hayatını yaşama hakkın için ölümüne savaşmalısın” dizelerini aklınızda tutun. Ya da beş yıl önce yine One Love sahnesinde konuk ettiğimiz Beastie Boys’un ‘You Gotta Fight For Your Right To Party’sini. Ya da Justin Bieber’ın ‘Believe’ini veya Gaga’nın ‘Born This Way’ini. Çünkü rock festivalleri sadece festival değildir. Woodstock’tan beri hiç olmadı. Onlar küçük birer özgürlük adası olageldi. Dolayısıyla onlara hep dokunmak istediler. İsterseniz 80’lerde İstanbul’da “duyarlı magandalar” tarafından basılan punk ve metal konserlerinde bulunan babalarınıza sorun. Ya da ağabeyleriniz 2003’te H2000’in düzenleneceği alanın yolunun kapatılmasını anlatsın sizlere. Siz de Temmuz’un 14 ve 15’inde One Love öncesini ve sonrasını aklınızda tutun. Arkadaşlarınıza anlatın. Birbirinize, yaşama ve eğlenme hakkınıza, özgürlüğünüze sahip çıkın. 

Sunday, September 9, 2012

Yıllardan sonra Red Hot Chili Peppers


Bundan on yıl önce, Atina’daki Rockwave festivaline giden Blue Jean yazarı Özlem Gürel Yunan bir meslektaşıyla laflıyor. Yunan gazeteci “Tindersticks geçenlerde burada 20.000 kişiye çaldı” diyor, Gürel de aynı haftalarda grubun Maslak’taki H2000 performansını anımsıyor: “Bizde 2.000 kişi vardı,” diyor ve altta kalmamak için ekliyor: “Ama hepsi diehard fan’dı.”

Red Hot Chili Peppers’ın çoook uzun yıllardır beklenen İstanbul konserinden dört gün önce Atina da tarihinde ilk defa konuk etti grubu. Atina’da Olimpiyat Stadı’nda 70.000 kişi izledi grubu. Son yıllarda kendileriyle ilgili en çok kullandığımız kelimenin “kriz” olduğunu düşünürsek önemli tabii. Gerçi stadyumda bilet fiyatlarının 35 ve 75 euro arasında değişmesi de önemli bir etken.

Cumartesi günü sanırım 35.000 kişi doldurduk santralistanbul’u. Pek çok kişi için çok uzun yıllardan gelen bir hasretti Red Hot Chili Peppers. Bu yüzden, U2 gibi, Bon Jovi gibi, Madonna gibi nesilden nesile hayranlarının dolduracağı bir stadyumda izlemek güzel olurdu. Çünkü grubu “BloodSugarSexMagik”ten beri takip edenler genelde oturarak izlemeyi tercih eder, “By The Way”le takılanlar saha içinde zıplamayı seçer. Herkes istediğini alır, gider.

Konser alanına girinceye kadar bu sorular vardı kafamda? Neden olmuyor? Çünkü burası Türkiye. Vardır illa bir sebebi. Ekonomik olabilir, bürokratik olabilir, sosyo-kültürel olabilir. Biz bir rock konserini 60.000 kişi dolduracak potansiyelde bir ülke değiliz. Hiç olmadık ve muhtemelen hiç olmayacağız. Peki bir konsere girerken bunların kafamda olması doğal mı? Aslında değil ama bu ülkede olmanın “güzelliklerinden” birisi de bu. Dünyadaki yaşıtlarınızın düşünmediği noktalara gidiyor kafanız. Zihniniz açılıyor.

Arada bir bu ülkenin dışından gelen insanlar da bu ülkeye dair güzelleme yapınca ezberler bozuluyor, birkaç soru daha ekleniyor kafalara. Dün Flea’nın “Girdiğim her sokakta duyduğum ezan sesinden çok etkilendim. Bu muhteşem müziği duyduğunuz için çok şanslısınız” sözü gibi örneğin. Flea’nın biraz Batılıların Doğu’ya bakışlarındaki samimi ama safdil mistisizminden gelen bu cümleleri bundan iki ay önce konserlerin ezana göre düzenlendiği santralistanbul sahnesinde söylemesi biz İstanbullular için ilginç bir ironiydi.


Flea hep bildiğimiz gibi, grubun enerjisinin merkeziydi. Olağanüstü bir enerji, mükemmel bir yetenek. Şarkılara yaptığı anlık eklemeler, kimi zaman yoldan sapması ve nihayetinde yine aynı noktaya varışı mükemmeldi. Zaten Red Hot Chili Peppers her zaman iyi bir “jam” grubu oldu. Josh Klinghoffer’ın John Frusciante yerine transfer edilmesinde de mutlaka bunun rolü büyüktür. Flea ile Josh çok iyi paslaştılar ve şarkıların önleriyle sonlarını mükemmel takılmalarla bezediler. Duman’dan Kaan Tangöze’nin deyimiyle “Birlikte düşüp birlikte kalkmayı” becerdiler. Bir müzik geek’i olarak şarkıların başlarındaki doğaçlamalardan hangi şarkıya gireceklerini tahmin etmeye çalışmak çok eğlenceliydi (Konser sırasında kimseye hava atamadığım için buradan yazıyorum: %100 başarı sağladım). Josh’ın geçen ay ayağını kırmış olması en çok kendi adına şanssızlıktı. Zira Blue Jean yazarı Erdem Tatar’ın dediğine göre eleman sahnede hiper-hiperaktifmiş ve gruba katıldığı “I’m With You”nun turnesi kendisini ispatlaması için önemli bir fırsattı. Ama müzikten anlayan kulaklar Klinghoffer’ın Red Hot Chili Peppers parçalarında Frusciante’nin yaptıklarını tekrarlamanın ve kendinden bir şeyler katmanın çok iyi bir dengesini sağladığını farketmiştir zaten. Anthony Kiedis mi? Genelde sahne performansında detonasyonları çok konuşulur. Dün de hatasız değildi ama bu konserde kusursuzluk bekleyenlerin yeri rock değil klasik müzik olmalı. Yalnız Kiedis sanki fiziksel olarak formdan biraz düşmüş, vücudu biraz salmış gibiydi. Bundan yıllar önce hayatında hiç spor yapmadığını, vücudunu sekse borçlu olduğunu söylemişti efsanevi frontman. Hmm... Kiedis’in grubun İstanbul’a yerleşme “planlarını” açıkladığı kısım ise Türkiye’nin konser tarihine geçer: “Ben Bebek’e yerleşeceğim. Flea Galata Kulesi’nin oraya taşınır, harika bir yer. Chad Asya tarafında oturmak istiyor, neden bilmiyorum. Josh ise nehir kıyısında (Marmara’yı kastediyor elbette) bir karavanda.”

Setlist en iyi hayallerimin bile ötesindeydi. “Higher Ground” dışında tamamen 1991 sonrasından çalındı ve “One Hot Minute” hariç her döneme çok dengeli yaklaşıldı. “If You Have To Ask”in finalindeki kopuş mükemmeldi. “Suck My Kiss” olağanüstü gitti. “Under The Bridge” ve “By The Way” en yoğun seyirci katılımını sağladı, “Give It Away” ve “Californication” ise tahmin ettiğim kitlesel kopuşun uzağında kaldı. Bende özel yeri olan “Stadium Arcadium”dan çalınanlar (özellikle de “Hard To Concentrate”) ekstra tatmin yarattı. Dinlediğim ilk Red Hot Chili Peppers şarkısı “Soul To Squeeze” ise müthiş sürpriz oldu. Sene 1993, neredeyse 20 yıl olacak. Bu adamlarla yaşlanıyoruz be... Ama adamlar yaşlanmıyorlar. Flea bise amuda kalkıp ellerinin üzerinde yürüyerek çıktı mesela. Finalde de Josh’ın yerinden fırlaması ve Flea ile karşılıklı olarak yerde çalmaları vurucuydu.


Mükemmel bir tat bırakmıştı konser. Evin yolunu tutacak, santralistanbul’da içemediğimiz birayı koltukta yuvarlayıp konser anılarını kafada canlandıracaktık yeniden. Güzel bir konserin yarattığı deşarj hissi, pozitif duygularla yüklenmek başka bir şeye benzemez. Onu yaşayacaktık. Ama olmadı. Binlerce insanın yanlış yönlendirilmesi (ya da yönlendirilmemesi), dar çıkışlarda sıkışması, ayılanlar bayılanlar, panik atak nöbeti geçirenler... Arena’daki konserlerde ve maçlarda yığılmalar oluyor ama güvenlik insanları aşama aşama dışarı çıkartarak bunu önlüyor. Londra veya Paris’te 80-100.000 kişilik konserler izlediğim de oldu ama böylesi bir yığılmayı görmedim. Sebebi, düşünülmemesi. Organizasyon ve seyirci arasındaki saldım çayıra mevlam kayıra durumu. Yarım saatte caddeye çıktıktan sonra insanların trafikle baş başa kalmalarını, otobüs, minibüs ve taksicilerin insafına kalmalarını saymıyorum, o İstanbul denen megaköyün genel sorunu. Ama dönüşteki servis problemi de organizasyona bağlı şüphesiz.

Öğrendiğim kadarıyla santralistanbul’un uzun ince yapısı ve eğimli zemini yüzünden sahneyi hiç göremeyen, ekrandan konser izleyip yarısında çıkan da çok sayıda insan varmış. Düşününce iyi olmuş, hep birlikte 35.000 kişi çıksak demek daha fenası da olacaktı.

Bu konser stadyumda olmalıydı derken bunu kastediyorduk biraz da. Giriş çıkışların, kategorilerin kapıların daha belli olması, yığılmaların önlenmesi de bunun bir parçasıydı. Bu soruyu Pozitifçiler hep “O tarihte lig var” dediler. Belki bürokratik sorunlar vardır, belki de Arena’nın işletmesinin AEG’de olmasının yarattığı bir sıkıntı vardır. Sadece “Lig başlıyor” açıklamasının yeterli olmadığının farkında olduğumuzu bilsinler istedim. Keşke açıklasalar gerçek sebepleri de, öğrensek. Neyse, artık santralistanbul da yok zaten. Kuruçeşme ve Parkorman da gittiği için stad konserleri dışında tek ihtimal KüçükÇiftlik Park veya Ülker Sports Arena. Çember daralmakta. Bizi ittikleri kadar sıkışıyoruz. Gittiğimiz yere kadar...

İşte, Türkiye’de konser izlemek böyle bir şey. İster istemez siyasete, bürokrasiye dalıyor, çember member bir şeyler yazmak zorunda kalıyorsunuz. Oysa ne kadar umut dolu bir final yapmıştı Flea: “Müziği destekleyin! Müzik insanların sesidir. Her dinden, her şehirden insanların.”

Sonunda da elimizde kalan müzikti zaten. 



Fotoğraflar Instagram kullanıcıları isilkilkis, icikes, yasoy ve magmochaa’ya ait.

Saturday, September 1, 2012

Rock En Seine: Müziğin nehrinde üç gün



Geçen yıl Babylon Dergi’nin benimle yaptığı röportajda “En sevdiğin koku nedir?” sorusunu şöyle cevaplamışım: “Açık hava, çimen ve karton bardakta biranın birleşimi.” Kimileri için piyasa yapmak, kimileri için çok sevdiği grupları dinlemek, kimileri içinse sadece eğlenmek için gidilen yerler olabilir rock festivalleri. Benim için bunların toplamından da fazla, yaşadığımı teyit eden (life-affirming) bir manaya sahip. Nedenini anlatamıyorum, nasılını da. Sadece gitmeden önce yaşadığım heyecan, orada yaşadığım doyum ve döndüğümde yaşadığım tamamlanmışlık hissinden biliyorum bunu. Bir de kolumda taşıdığım ve yıl boyunca bir parçam olmasından keyif aldığım festival bilekliğimden...

Bu yazın planları yaparken gidilecek festival tercihi yapmam gerekmiyordu. Bir Avea Blogger Fikir Takımı mensubu olarak rotamızı önceden belirlemiştik. Üç tane festival belirlenmişti ve ben Roskilde’yi seçmiştim ama gidişe bir hafta kala babamın rahatsızlığı sebebiyle festival planlarını rafa kaldırmıştım. Böyle bir durumda bir festival rotası önemini yitiriyor tabii, ama Mersin’den iyi haberler geldikten sonra yazın kalan haftalarında hala birkaç günlük bir kaçamağa zaman kalıyordu. Yazı yaz gibi bitirmek mümkün olacaktı.

Genelde kıta Avrupasının büyük festivalleri Temmuz ayında olduğu için Ağustos sonunda bir müzik durağı bulmak kolay değildi. İngiltere gibi her köşesinden festival fışkıran bir coğrafya tabii ki vardı ama onu da vizeyle uğraşmamak adına bir kenara bıraktım. Doğu Avrupa festivalleri ise elektronik müzik anlamında kuvvetli de olsa bir iki isim dışında tatmin edici gelmedi. Dolayısıyla Fransa’da 24-26 Ağustos haftasonuna denk gelen Rock en Seine doğal tercih olmuştu. Line-up güzeldi, Fransa iyi bir lokasyondu, akreditasyon almam mümkün görünüyordu ve üç günlük kompakt bir festivaldi.

Uzaktan baktığım kadarıyla Rock en Seine “butik” bir festival gibi görünüyordu. Dört sahnesi olan, şehir merkezine yakın konumlanmış, müziğin öğleden sonra başladığı ve gece yarısını az geçe bittiği bir festival şüphesiz ki Glastonbury’nin “her an her yerde onlarca şey yakalayabildiğiniz delice ziyafetinden,” Benicassim’in “sabaha kadar” hissinden veya Rock Werchter’in “şehirden çok uzakta” hissinden uzaktaydı. Ama kısmen yanıldığımı festival alanının ve katılımın büyüklüğü sayesinde anlayacaktım.

Paris’in hemen dışında denen Saint Cloud milli parkında gerçekleştirilen Rock en Seine aslında metroyla yarım saati geçmeyen bir yolculukla varabileceğiniz, 2. Zone’da konumlanmış bir festival. Rock en Seine sakinlerinin çoğu gibi merkezde bir hostelde kalıp gündüz duşumu alıp festival alanına gidebilirdim. Ama ben asla çoğunluk gibi softcore festivalci olmadım. Benim için festival çadır demek, uyku tulumu demek, toz toprak, yağmur çamur, kan, ter ve gözyaşı demek. Belki müzik için fiziksel bir emek sarfetmeyi seviyorumdur, belki de sadece müziğin hüküm sürdüğü bir alanda nefes almayı, o havanın “şehir” hayatıyla, korna sesiyle, asfaltla bölünmesini istemiyorumdur. Sanırım bu.

Ama bu kolay yol değil elbette. Saatlerce çanta taşımayı, uygun kamp alanını bulmayı gerektiriyor. Bana verilen kamp bilekliği normal seyirciler arasında değil, organizasyona ayrılmış yere aitmiş, bunu çok sonra öğrendim mesela. Saint Cloud parkında taşlı yoldan tepelere doğru yaklaşık yarım saat yürüdükten sonra “Korkmayın, sadece 1828 adım kaldı” tabelasını görmek beni epeyi bozdu ama yılmadım. Nihayetinde “Sizin yeriniz burası değil, fazla gelmişsiniz” diye gönderilmek de acıydı ama direndim. Neyse ki organizasyonun kamp alanı festivalin göbeğindeydi, dolayısıyla çok uzun yürüyüşler yapmak zorunda kalmadım.

Çadır meselesiyle planlar inceden sarktığı için cuma öğleden sonrası çadırımı kurarken Billy Talent’ı uzaktan duydum. Grubun hayranı sayılmam ama iyi geliyordu, festivalde tat verebilirdi. Olsun. Günün ilk beklenen hedefi Grimes’a yetiştiğim için gerisini pek düşünmedim. Grimes, yani Claire Boucher bu yıl en sevdiğim albümlerden “Visions”ı imzalamıştı. Boucher 80’ler kokan synth-pop’una “tuhaf” vokal melodileri ekleyen, dans ettirmek kadar atmosfer yaratmakla da ilgilenen bir müzisyen. Sahnede synth’in direksiyonunda kendisi vardı, bir tane drum machine çalan eleman, bir de dansçı. O dansçı primitif figürleriyle seyirciye “dans edebilirsiniz” enerjisini veren, performansın merkezi olarak çoğu zaman Boucher’den rol çalan müthiş bir adamdı.

Grimes’ın çaldığı Pression sahnesi dört sahnenin en küçüğü. Ama üç gün boyunca epeyi şık isimler orada çaldı. Alandaki iki VIP bölümünün bir tanesi burayı doğrudan gördüğü ve sahnenin sponsoru Kronenbourg olduğu için bira içip oturarak izlemek mümkün oluyor. Gerçi ikinci günden itibaren standda görevli kız bira verirken mırın kırın etmeye başladığı için bir yerden sonra ayağım kesilmedi değil… Neyse.

Get Well Soon’u 2008 tarihli ilk albümüyle dinlemiş ancak daha sonra takibimi kesmiştim. Alman grubun Ile-de-France Orkestrasıyla birlikte performansı bu tip birlikteliklerin genelinde olduğu gibi biraz yapmacık ama kesinlikle gösterişliydi. Get Well Soon şarkılarına katılan ihtişam güzeldi ve sadece bir kereye mahsus bir performansa tanık olmaktan mutlu oldum. Get Well Soon ve l’ONDIF’in çaldığı sahne, Scene Cascade, iki numaralı sahneydi. Festival gurmeleri, özellikle indie müzik sevenler, bilirler, çoğu festivalde ikinci sahne Ana Sahne’den güzeldir. Burada da büyük isimleri bir kenara koyarsak durum öyleydi. Kanıt, Get Well Soon’dan sonra sahneye çıkacak iki gruptu: The Shins ve Sigur Ros. 


The Shins benim 2000’lerde en sevdiğim birkaç gruptan birisi. İlk iki albümlerinin yeri ayrı olsa da yolculuklarının her durağına tanık olmaktan büyük keyif alıyorum. “Port of Morrow”la dönmelerine de çok sevindim. The Shins sahneye “Caring is Creepy” ile çıkarar dakika bir gol bir yapıyor. James Mercer yeni albüm öncesi tüm grubu yenilemişti ama görünüşe göre bu ekibin kimyası da muazzam. Özellikle Jessica Dobson çok iyi bir gitarist ve çok güzel bir kadın. Mercer’ın yanında grubun enerjisinin merkezine oturmuş. Grup olarak yeni şarkıları çalmaktan büyük keyif aldıkları muhakkak ama neyse ki “So Says I”dan “Australia”ya, “New Slang”e, geçmiş güzellikleri de esirgemediler bizden. Festival boyunca aldığım tek tişört The Shins’indi, hayran geldim, hayran hayran ayrıldım konserlerinden.

 
Ana Sahne’de Bloc Party’ye bakmak istiyordum. Onları daha ilk albümlerinin çıktığı aylarda Rock Werchter’de taşmakta olan bir çadırda izlemiştim. O günden sonra daha da büyüdüler ama dünya onlarsız birkaç yıl geçirdi. Gördüm ki dönüşlerinde de hala büyükler. Üç albümlerindeki tüm hitleri çaldılar, “Four”dan da ileriki yıllarda konser klasiklerine dönüşmesi muhtemel şarkılarını eklediler ve kalabalığı tatmin ettiler. Son parça ‘Helicopter’ı sahneden uzaklaşırken dinliyorum çünkü Cascade’a, Sigur Ros’a koşturmam gerekli. Onları 2008 Werchter’de Radiohead’den önce izlediğimde çok büyük bir hayranları değildim. Elbette seviyor, büyük saygı duyuyordum ama hayran değildim işte. Öyle güçlü bir performans sunmuşlardı ki, dört yıl geçmiş olmasına rağmen hala çok güzel hatırlıyorum o günü. Bu sefer de muazzamlar, büyüleyiciler. “Valtari” son dönemdeki en güçlü Sigur Ros albümü ve yine her şarkıyı sahneye nefis taşıyorlar. Sahnede daha kalabalıklar, sound daha zengin. Yalnız izleyici kitlesi Sigur Ros’a yeterince hazır değil. Muhtemelen ben sahneden uzak olduğum için, sessizce, huşu içinde dinleyen bir grup olmuyor burada, önemli bir fark.

Günün noktasını koymak Placebo’ya düşüyor. Placebo’nun Fransa’yla ilişkisi derindir, çok büyük konserleri burada vermişlerdir, şarkılarının Fransızca versiyonlarını yapmışlardır, Gaspar Noé’ye klip çektirmişlerdir. Toplanan kalabalık da bunu doğruluyor. 100,000’den fazla kişinin olduğu alanda ezici bir çoğunluk Ana Sahne’de Placebo’yu izliyor. Onları beşinci izleyişim, artık eskisi kadar yoğun bir sevgim yok gruba, ama hemen her şarkısını ezbere bildiğim bir grubu izlemek de her zaman eğlenceli. Hele böyle güçlü bir iletişim varken. Brian Molko Fransızca hitap ediyor seyirciye ve hemen hemen bütün hitleri çalıyorlar. Gerçi Placebo’nun eski şarkılarını sürekli değiştirmesi bana her zaman yanlış geliyor. Bir tanesini, iki tanesini değiştir ama her şarkıya aynı muamele, insanın kendi geçmişine haksızlık gibi. Yine de keyifli bir konser, bir Cuma akşamını geçirmek için en güzel metod. Konseri VIP alanından, yani yakından ve yandan izlediğim için net görme fırsatı bulduğum, davulcu Steve Forrest en öne geldiğinde kalabalığı görünce değişen yüz ifadesini hiç unutmayacağım.

 
Ertesi sabahı festival alanının yakınında Lidl poşetleriyle zulasını dolduran kitleyi takip ederek açıyorum. Evet, belki ilk başta söylediğim şeye biraz ters ama olsun, bir altılı bira pakedi, biraz cips, festival alanının hemen dışında tüketmek için gayet güzel. O arada Speech Debelle de, Of Monsters & Men de kaçıyor. Olsun. Maxïmo Park var sırada. İlk izleyişim olmasına karşın pek iştahlı değilim. Sanki gazı kaçtı onların da. Sahne arkasındaki VIP bölümüne kaçıp biraz daha içip akşama hazırlanıyorum. O kadar heyecanlıyım ki, çok merak ettiğim Temper Trap’e de üç-beş şarkıdan fazla süre tanımıyorum. Zira Ana Sahne’de gençlik kahramanlarımdan birisi olacak. Noel Gallagher, üç sene önce Oasis’i dağıttığı cinayet mahalline geri dönmüş durumda. Ama bu sefer Yüksekten Uçan Kuşlarıyla. Açılışı “(It’s Good) To Be Free” ile yapıyor, konserin devamında çalacağı “Half A World Away” ve “Talk Tonight” gibi Oasis b-side’larından biri bu. Bu üçlü dışında “Whatever”ı da çalıyor Gallagher, düşünüyorum, rock’ın yakın tarihinde b-side’ları, albüme girmemiş şarkıları bile hit olmuş başka bir grup yok. 1960’larda Beatles’lar, Beach Boys’lar bunu yapardı ama Oasis dışında bir 90’lar grubunda bunu göremezsiniz. Noel de “Masterplan” şarkılarına bunu göstermek için dokunuyor belki de. Kapanışa gelindiğinde ya “Wonderwall” çalacak, ya “Don’t Look Back in Anger,” ikincisini çalıyor. Genelde şarkı eşliği sorunlu Fransızlar mükemmel katılıyorlar, harika bir an. Noel eski grubunu dağıttığı festivalde olmasına karşın Liam’ın adını anmıyor hiç, 2009’a dair tek kelime etmiyor. Görünüşe göre keyfi yerinde, kendi şarkılarından da, Oasis dönemine dokunmaktan da memnun. Yakın zamanda bir Oasis reunion’ı beklemeyin…


Sahneyi The Black Keys devralıyor. Bu yazın festival sezonunun en gözde gruplarından birisi. Çok değil, “Brothers” sonrası ilk konserlerinde Avrupa’ya gelseler ikinci, üçüncü sahnelerin gündüz slot’unda çalacak bir grupken iki yılda geldikleri nokta inanılmaz. Emek emek ördükleri kariyerlerinde “Brothers”la artan medya desteği ve “Howlin’ For You” ile “Tighten Up”la hit olmayı başarmaları önemli bir kırılma. Danger Mouse’la kaydedilen “El Camino”dan bahsetmeye ise gerek yok, baştan sona hit, dünya çapında Top 10 ve akabinde gelen headliner’lık statüsü. Çalışılmış ve hak edilmiş bir başarı onlarınki. Cephanelerinin sağlam olduğunu biliyorlar ve direkt “Howlin’ For You”dan giriyorlar konsere. Dan Auerbach ön-adam gibi görünebilir ama kendisiyle aynı hizadaki davuluyla Patrick Carney’den gözleri almak pek mümkün değil. İnsan Carney’yi izleyerek davula başlamak isteyebilir pekala. Mükemmel bir enerji. Konser sonrası merchandize standlarına baktığımda The Black Keys’in tüm ürünlerinin tükendiğini görüyorum. Demek ki hedefe ulaşılmış. The White Stripes sonrası rüzgar doğru yerden esti ve artık Amerika’nın en büyük garage rock grubu onlar. Zıplamaktan yorulan ayaklarımı uzatıp Mark Lanegan Band’e uzaktan bakarak perdeyi çekmek üzereyim. Son bir gaza gelip VIP’deki after party’ye bakayım diyorum. Yine saati 4 edeceğim.

Genelde festivallerin ilk günleri koşturma, çok sevilen grupları izlemekle geçerken son günler daha ayakları uzattıran, daha bir her şeyin tadını çıkartmaya yönelik geçen günler olur. Rock en Seine’de ise öyle bir son gün kadrosu var ki, ayaklar ilk iki günden daha çok yorulacak. Ben ekonomik davranmak niyetindeyim yine de. Dinlenecek çok grup var tamam ama, içilecek bira da var, tadılacak çok yemek de. Yurtdışı festivallerinin bir kısmı yemeyi seven insanlar için bir şölenden daha fazlası, bilenler bilir. Rock en Seine de Fransız gurmeliğinin hakkını veriyor. Tıpkı Glastonbury gibi büyük markaların standları yok burada, dünyanın farklı mutfaklarından farklı tatlar mevcut. Danimarka standındaki tartiflette’i ve Etiyopya’nın tibs’ini hala unutamıyorum mesela.

Bu yılın başlarında keşfettiğim Brooklyn’li ekip Friends dans ettiren bir müzik yapıyor ama vakit fazla erken. Bombay Bicycle Club’ın tam havası ama. Çimlere oturup izlemek için son derece uygunlar. Gündüzün merkezindeki isimler ise muhtemelen festivalin en büyük çakışması: The Waterboys vs. Passion Pit. Massachusetts’li indie’cilerin yeni albümleri “Gossamer”ı beğendim ama mutlaka Türkiye’de izleriz daha. Mike Scott ve ekibini ise bir daha nerede yakalarız meçhul. Cascade’da toplanmış yaşlıca bir kalabalık var, demek ki ne izleyeceğini bilen insanlarla birlikteyiz. Gerçekten de müthiş bir performans ve çok iyi bir seyirci var. “The Whole of the Moon”u henüz bir gün önce ölen Neil Armstrong için çalıyor Mike Scott. Dünyada o anda en doğru yerde olduğumu hissediyorum. “The Fisherman’s Blues”un finalinde grup kendi etrafında dönerken Scott “Spin with us!” diye bağırıyor, hep birlikte dönüyoruz, dışarıdan ne güzel görünüyordur kimbilir. (İzleyin:
http://www.youtube.com/watch?v=AHML0Akzm30) “İrlandalılık ne güzel” hissi hakim hepimizde. Kalabalığa bakıyorum, dışarıdan eğlenceyi gören gençler de gelmiş. Gençleşmişiz…

The Dandy Warhols 2000’lerin başında çok güzel bir albüm yaptı ama orada kaldı benim için. Şüphesiz “13 Tales From The Urban Bohemia”dan sonrasını da seven vardır ama bence grup oradan sonra ruhunu kaybetti. 2004’te Benicassim’de izlediğimde kariyerlerinin zirvesindeydiler. Hala iyi bir festivalin en büyük sahnesinde, çok iyi bir saatte iyi bir kalabalığa çalabiliyorlar ama Dandy Warhols nedense elindekinin değerini bilmiyor. Hitlerini doğru düzgün çalmıyor, konserin temposunu düşürecek enstrümantal bölümleri abartıyor ve seyirciyle sıfır diyalog kuruyor. Ne yazık ki amatör grup kafasında bir grup büyük müzik yapsa da büyük olamıyor.
Cascade’da Grandaddy izleyeyim diyorum. 2000’ler başında beni Amerikan indie’siyle tanıştıran ilk gruplardandı. Geri dönüş haberlerine çok sevindim, hala samimi ve sıcaklar, müzikleri de hala iyi gidiyor. Onlardan sonra sahneye çıkan Foster The People’a ise pek dayanamıyorum nedense. Albümleri dinlenebilir seviyedeydi ama sanırım benim bu grupla (ve benzerleriyle) sorunum: Indie sevmeyenler için indie yapıyorlar gibime geliyor. İşin derinine inmeyen, yüzeysel bir müzik. Elektronik sahnesi Scene Industrie’deki Little Dragon’a da biraz daha bakıp Ana Sahne’ye koşturuyorum. Belki yarım saat var ama seyircilerin arasında olmak istiyorum bu sefer. Zira gezegenin en iyi sahne gruplarından Green Day’i kitlenin içinde izlemek istiyorum.
 
“Welcome To Paradise”la giriş yaptıktan sonra dinleyiciyi eğlendirecek her numarayı yapıyor Billie Joe. Her iki şarkıda bir kitleyi “heeeyooo” diye bağırtmalar, seyircilere tişört ve tuvalet kağıdı rulosu fırlatmalar, sahnede basmadık yer bırakmamalar… Klasik seyirciyi sahneye çıkartıp gitar çaldırma numarasını yapmıyorlar ama 10 kadar genci sahneye alıp hep birlikte zıplıyorlar. Bir ara fun.’dan “We Are Young”ı söylüyor Billie Joe, bir ara da “Highway to Hell”i. Kendi şarkıları deseniz zaten Green Day bir hit fabrikası olmuş 20 yılda. Daha geçen ay çıkan “Oh Love”dan 17 yıllık “Basket Case”e kadar neredeyse her şarkı kitlenin malumu. Kitle de 14 yaşından 40’a değişmekte. Iron Maiden, Pink Floyd, U2 gibi hem babaların, hem oğullarının tişörtlerini giyebildiği “nesilden nesle” bir grup olmuş Green Day. Yeni projeleri “¡Uno! ¡Dos! ¡Tré!”ye de inancım tam zira albümden çıkan tüm şarkılar “21st Century Breakdown”ın single’larından daha güzel. Büyükler ve büyük kalmaya devam edecekler. Hali hazırda da gezegenin en güzel rock’n’roll gösterisini sunuyorlar...
Alan kısa sürede boşalıyor. Geriye çöpler, kırık gözlükler, şapkalar, Foster The People’ın konfetileri kalmış. Kampçılar bile yarını beklemeden çıkıyor alandan. Bir festivalin en hüzünlü anları. VIP’teki veda partisine bakıyorum ama yok, ben de finali yapmaya hazırım artık. Boş alanda uzun turlar atıyorum, gözüm biraz da yerde, belki birisi bilekliğini koparıp fırlatmışsa alayım da koleksiyonuma eklensin istiyorum. Yok, etrafı temizleyenlere soruyorum, görmemişler, ben bakıyorum, göremiyorum, organizasyondan tanıdıklarıma soruyorum (ki 3 gün boyunca yardım istemek dışında kimseyle konuşmadığımı da o esnada fark ediyorum) kimsede yok. Yarım saat karanlık alanı arşınlıyor, gözümü yerden ayırmıyorum ama yok. “Ne yapalım” deyip yatıyorum.
Sabah, bir festivalin en hüzünlü ritüeline geliyor sıra. Çadırı toplamak ve alanı terk etmek. Yükümü sırtlanıp alanı terk ediyorum. Festival alanından dışarı attığım ilk adımda yerde gece boyunca tozdan bembeyaz olmuş bir festival bilekliği gözüme çarpıyor. Çantama alıp bir CSI dedektifi ciddiyetiyle naylon bir poşete koyuyorum. Ertesi sabah İstanbul’da makineye atıp yıkayacağım ve sonra koleksiyonumun bir parçası yapacağım onu. Orada olduğumun, bu dünyadan kaçmayı başarıp müziğin ülkesinde, özgürlükle, hoşgörü ve sevgiyle dolu üç gün geçirdiğimin nişanı olarak saklayacağım.