Thursday, January 24, 2013

Yangında kaybettiğimiz şeyler


Bu yazıyı Ezginin Günlüğü'nden "Aşk Bitti" eşliğinde okumanız tercih sebebidir.

Vapurda giderken yüzünüz Avrupa dönük şekilde oturmuşsanız, o sarı bina çeker dikkatinizi. “Hah” dersiniz, “bu bizim okul! Haa... Yok ya, o Kabataş’mış, bizimki onun yanında, aynısının daha küçüğü.” Küçük, Galatasaray Üniversitesi’ni, fiziki olarak, tanımlabilecek bir kelimedir. İçine girersiniz, “Bu kadar mı?” dersiniz. ODTÜ’nün stadı, Boğaziçi’nin meydanı kadar bir alan ya var ya yoktur. 

Ama günlerinizi o kampüste geçirmeye başladığınızda küçük kelimesi gelmez aklınıza. Ya da bu kelimeyi olumsuz olarak kullanmazsınız. “Küçük ev”deki küçüklüktür Galatasaray Üniversitesi’nin küçüklüğü. Sıcaklıktır, samimiyettir. Herkesin herkesi tanıdığı köyler gibi, iyi kötü herkesle bir selamının olduğu mahalleler gibidir o üniversitede yaşam. Fransız sisteminin insanı kahreden çatık kaşlılığına gülmeyi burada öğrenirsiniz, ya da bütünleme haftalarının midelere kramp sokan atmosferine dayanmayı. Neticede birisi olarak gidersiniz, bambaşka birisi olarak çıkarsınız Galatasaray Üniversitesi’nden. Çoğu zaman çok daha iyi birisinizdir ayrıldığınızda.

Dün Galatasaray Üniversitesi’nin yangınını önce televizyonda, sonra koşup giderek kendi gözlerimle gittiğimde yedi buçuk yılımı geçirdiğim bir bina yığınına bakmıyordum. İstanbul’a gelip gözümü açtığım, beni ben yapan bir tecrübeyi ağır çekim izliyordum. Şüphesiz yaşıtlarım, hocalarım veya benden küçük kardeşlerim de aynı şeyi düşünüyordu. Tedirgin suratlardan, yaşlı gözlerden gördüğüm oydu. Zaten o saatte niye koşup gidersiniz ki oraya, bir yakınınız trafik kazası geçirdiğinde hastaneye gitmenin bir anlamı vardır, kan vermek gerekir, başka bir şeye ihtiyaç olur. Orada üfleyerek, su taşıyarak söndüremeyeceğiniz bir yangını neden izlemeye gidersiniz ki? “Son görev” için mi? Kendinizle hesaplaşmak için mi?

İkisi de olabilir. Ben üçüncü bir şıkka inanmak istiyorum. “Yalnız değilsin” demek için. O bina, Galatasaray Üniversitesi’ni Galatasaray Üniversitesi yapan bina. Üniversiteyle tüm ilişkiniz o binanın en alt katında Öğrenci İşleri’nden başlar, her şeyin sonunda çıkışınızı almak için gittiğiniz fakülte odasında biter (son yıllarda okulun coğrafyasının değiştiğini biliyorum ama sembolizmi bozmayacağım). Çünkü en şapşal, en iş bilmez, en hüzünlü, en depresif, en yalnız zamanlarınızda o bina oradadır. En eğlendiğinizde de. Okuldaki ders seçimleri için verilen mücadeleler de o binadadır, Münevver Soylu’daki film gösterimleri de. Yurtta veya evde çalışamayacağınızı bildiğiniz için sınavlara hazırlandığınız kütüphane de, öyle aylak aylak vakit geçirirken birden bir holde ne için olduğunu bile anlamadığınız bir kokteylin ortasında Erdoğan Teziç’le kadeh tokuşturur duruma gelmeniz de. Hayatımın pek çok mühim paragrafına Galatasaray Üniversitesi’nin denk düşmesi de şaşırtıcı değildir. Bir kısa film de çektim o binalarda, konser verirken de tam önünde resim verdim. Karnım ağrıyıncaya kadar güldüm dostlarımla, kelimeleri bitirinceye kadar dertleştim. Aşık olduğumda da oralardaydım, “yan sınıftaki kız”a aşık olup onun peşinden koştuğumda da, sonra bir daha aşık olup “eskisi aşk değilmiş ya” derken de, sonra bir daha aşık olduğumda da, terk edildiğimde de. Yolu o binalardan geçen herkes için de böyleydi bu. Sanki ondan, en sevdiğim arkadaşlarımın çoğu Galatasaray Üniversiteli, hatta benim gibi pek çoğu da oradan yolu geçmiş insanlarla hayatını birleştirdi. Sıradan bir okul arkadaşlığı, okul flörtünün ötesinde kader birliği hissedildi orada.

İster 10 yıl yaşayın, ister 100; hayatınız boyunca en kafa yorduğunuz ve muhtemelen yine de çözemeyeceğiniz kavram, zaman. Şurada durup bu yazıyı okurken bile dünya tahmin edemeyeceğiniz bir hızda dönüyor, siz dününüzü düşünürken bugün geçiyor, yarına kafa yorduğunuz sırada dününüzden daha uzaklaşmış buluyorsunuz kendinizi. “Lost”un meşhur bölümü “The Constant”ta olduğu gibi zamanda salınırken nerede olduğunuzu anımsamak için bir sabite ihtiyacınız var. Sabitiniz başka kişiler olabilir, şarkılar olabilir. Kimisinin de eşyalara yüklediği anlamlar başkadır. Eğer yedi buçuk yıl boyunca gidip geldiğiniz bir yerden bahsediyorsak, o üniversite de sizin sabitiniz olur. Küçükken en çok oynadığınız çocuk parkına büyüyünce gittiğinizde oranın aslında ne kadar ufak bir yer olduğunu fark etmeniz gibi, ne kadar mesafe kat ettiğinizi anlarsınız o sayede. Önceki gece Galatasaray Üniversitesinin yanışını televizyondan, fotoğraflardan, ya da bizzat onun önüne gidip izleyenler “gençliğim yandı” diyorsa bu sosyal medyada üç-beş takipçi daha kapmak için söylenmiş fiyakalı bir laftan ibaret değildir. Hele son birkaç yılda çok fazla sabitini, Emek Sineması’nı, Alkazar’ı, İnci’yi, Ali Sami Yen’i kaybetmiş bir şehirde.

Ama enseyi karartmayalım. Okuduğum yıllar boyunca Galatasaray Üniversitesi “daima under construction” diye dalga geçerdim. 21 yıllık bir üniversite olarak çok doğal olan bir şekilde her yıl bir şey daha eklenirdi. 21 yıllık dilimin neredeyse tam ortasındaki 7 yılını yaşadım (evet, kötü bir öğrenciydim). En küçük zamanları değildi, şimdi gittiğimde “Vay be okul ne olmuş?” diye sordurur gibi de değildi. Galatasaray Üniversitesi “inşa haline” alışıktır. Küllerinden yeniden kurulur. Belki Süslü Salon’un duvarlarındaki kalem işi desenleri yok şimdi ama merak etmeyin, bundan yıllar önce aşık olduğunuz kızı o binada görünce çarpan kalbinizin titreşimi hala oralarda salınıyordur belli belirsiz.

Yoksa "Aşk hiç biter mi, hiç bir şey olmamış gibi, boşlukta kaybolup gider mi?"

Monday, January 14, 2013

Masal kenti Kopenhag


Kendime not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken bayram tatilinin iki hafta sonrasına ikinci bir tatil koymak iyi bir fikir değil.

Şüphesiz çok ilerigörüşlü bir insan değilim. Beş ay öncesinden bulduğum ucuz bilet sonucu Kopenhag’a bir hafta sonu tatili ayarlamak hayatımda yaptığım en uzun vadeli hareketlerden birisi. Ancak çok önceden belli olan Kopenhag yolculuğu, bayram tatili nedeniyle “doğan” (gazeteci olunca bayram tatilleri bayramdan birkaç hafta öncesine kadar kesinleşmiyor) Berlin tatilinin iki hafta sonrasına gelince o Danimarka yolu gözümde büyüdü de büyüdü.

Cuma gece 1 gibi vardık Kopenhag’a. Havaalanından kente gitmek için tren uygun, bildiğim kadarıyla gece boyu çalışıyor. Merkez istasyon iki durak (yaklaşık 25 dakika) uzakta. Trenler hızlı, temiz (ki Kopenhag’ın tamamı öyle) – ama çok pahalı (Kopenhag’daki her şey öyle). Wakeup Copenhagen’a yerleştik, fiyatına göre iyi bir otel ya da tam ters deyişle, çapına göre fiyatı iyi. Saat 2’de şehir merkezine yakın bir otele yerleşmişiz, yapılacak iki şey var: Ya kenti keşfe çıkacağız ve Cuma gecesini yaşayacağız, ya da uyuyup ertesi sabah erkenden kalkmak için güç depolayacağız. Dört-beş saat önce mesaiden çıkıp İstanbul trafiğine atılmışız, üç küsur saat uçmuşuz, bonus olarak 30’un yanlış tarafındayız. Uyuyoruz.

İlk kez gelinen şehirde turist atraksiyonlarıyla kentteki “hip” yerlerin dağılımını hakkıyla yapabilmek esastır. O yüzden Küçük Denizkızı Heykeli’nden (Den lille havfrue) başladık. Adını Hans Christian Andersen’in bir masalından alan heykel, adı gibi küçük. Bunu gitmeden önce bilin ki, sonra hayal kırıklığına uğramayın. Ama bu gitmeden önce bana çok söylendiğinden midir bilmem, ben bir Manneken Pis kadar yıkıma uğramadım.


Küçük Denizkızı’nı bırakıp merkeze doğru yürürken Kastellet’ten geçtik. Avrupa’nın en eski kalelerinden birisi, şu anda Danimarka Ordusu tarafından da kullanılıyor. Yine merkeze doğru giderken Rosenborg Kalesi’nin bahçelerinden yürüdük, daha sonra Botanik Bahçesi’nden (Botanisk Have) geçtik. Avrupa’ya her gidişte gıpta edilen, ciğere İstanbul’da görmediği oksijeni yükleten, kafaya yeşil terapisi yaptıran nefis parklardan birisi bu da.

Sonraki istikamet Nyhavn. Kanal boyunca dizilen rengarenk binalarıyla Kopenhag’ın en kartpostallık yeri. Genelde en kartpostallık yerlerde bir yapaylık olur; Nyhavn şiir gibi, masal gibi. Tabii o büyünün bozulması için kanal boyundaki mekanların fiyat listelerine göz atmanız yeterli oluyor. Smorrebrod dedikleri açık sandviçlerinden tadımlık üç tane ve bir bira için talep edilen rakamlar göz yaşartıcı.

Nyhavn’ın ardından yürüyerek Ströget’e gittik. “Kopenhag’ın İstiklal Caddesi” olarak tarif edilse de Bağdat Caddesi’ne daha çok benzetilebilir. Daha alışveriş odaklı, inceden sosyetik ve bar-kafe kalitesi daha ziyade ünlü ama ruhsuz yerlerden mürekkep. Gece hayatının daha hip yerlerinin Vesterbro’da olduğunu öğrendiğimiz için (ve saat Ströget’teki mekanların yavaştan kapanma saatine geldiği için) Ströget gezintimizi nefis Lego dükkanına camdan bakmak, bir iki hediyelik eşya dükkanından üç-beş bir şey almak, bir kafede kahve içmek, yolda krep yemekle hallettik.
Akşam yemeği için Vesterbro’daki Bio Mio’dayız. Eski bir Bosch fabrikasından bozma (ki Bosch tabelası hala tepede durmakta) son derece geniş, sıra halinde dizilmiş geniş masaları başkalarıyla paylaştığınız, menüden baktıktan sonra siparişinizi gidip kendiniz verdiğiniz ve sonrasında aşçıların yemeğinizi pişirmesini izleyebildğiniz bir restoran Bio Mio. Alamet-i farikası organik yemekler yapması ve bunu da çok güzel beceriyorlar. Yemekler gerçekten nefis. Fiyatlar biraz tuzlu ama Kopenhag ortalamasına göre çok da acımasız değil.

Hazır yakındayken gece çıkması için Kødbyen’e gittik. Sözlük anlamıyla “Et şehri” olan bölge aslında eski bir mezbahalar alanı. Yakın zamanda ise bölgede barlar, kulüpler açılınca Kopenhag gece hayatının kilit yerlerinden birisi olmuş. “Gecenin bir vakti gençler evlerine dönerken kasaplar işe giriyorlar, böylece Kødbyen hiç uyumuyor” denmiş Guardian’daki yazısında. Belki mekanların hala değiştirilmemiş kasap estetiğini, sözgelimi beyaz karolarını, kapıların camlı olmasını yadırgayabilirsiniz ama içine girince gerçekten eğlenceli mekanlar bunlar. Karriere veya Jolene; Kødbyen’e gittiğinizde birer kokteyl içebileceğiniz (özellikle happy hour’larda kokteyl fiyatları gerçekten uygun) ve “İnsanlar ne kadar güzel ya” diye iç geçirebileceğiniz yerlerin sadece ikisi.

Vesterbro’da Kødbyen dışında da gidilecek mekanlar var. Dyrehaven bunlardan birisi. Hem biralarını sevdim, hem de çaldıkları post-punk şarkılarını. Üstelik aydınlık ve tatlı bir yer, ama içerisi oldukça kalabalıklaşabiliyor.
Ertesi sabah, Kopenhag’daki 48 saatimizin zirvesi için Mother’dayız. Mübalağa yok, yine Vesterbro’daki bu pizzacı, hafta sonu sabahları rüya gibi bir açık menü brunch sunuyor. Pizzalar, soğuk mezeler, şekerliler, eh, Danimarka olunca peynirler Allah’ın emri... Mükemmel, patlayıncaya kadar yediğim ve kendimi kötü hissettiğim ama şu an bile hala “Ne güzeldi” diye andığım bir brunch oldu. Bunun üzerine bol bol yürümek gerekti tabii ki. Merkeze doğru yürürken istikametimiz olan meşhur Tivoli Parkı Noel için hazırlanmakta olduğu için kapalıydı. Düşününce belki de isabet olmuş zira o kadar dolu bir mideyle eğlence parkına girmek Problem Çocuk sahneleri yaratabilirdi.

Pazar günümüzü müzelerde de geçirebilirdik. Örneğin Ulusal Müze veya Ulusal Galeri’ye yolumuzu düşürebilirdik. Louisiana Modern Sanat Müzesi iyi bir seçenek olabilirdi. Andersen’in masalları için interaktif bir müze tecrübesi yaşayabilir, ya da işi iyice dalgaya vurup Tuborg veya Carlsberg müzelerinde gezebilirdik. Ama onu yapmadık. İkinci günümüzü biraz daha gevşek geçirmek istedik. İki günlük bir tatilde, hele tüm gece de yolda geçecekken sokaklarda sakince yürümeyi koşturmaya tercih ettik. Tersini tercih edecekler için bu paragraf bir müze rehberi olsun.

Knippel köprüsünden geçip Christianshavn’ya yürüdük, yol uzundu ama vardığımızda gördüğümüz manzara güzeldi. Nyhavn’daki gibi nehir kıyısına bakan kutu kutu şirin evler, ferah sokaklar... Çok değil, biraz yürüyünce Freetown Christiania’ya varacaksınız. 1970’lerin özgürlükçü atmosferine yakışan bir komün düşü kurulmuş burada, sonra hippilerce işgal edilmiş bu alan. Daha sonra devlet kendilerini çıkaramayınca orada özerk bir yönetim kurmalarına göz yummuş. İçeride ot satışı 30 yıldan fazla bir süre serbestmiş ama son yıllarda devlet kendilerine biraz daha fazla baskı uygulamaya başlamış. Eh, Kopenhag’ın ortasında yaklaşık bin kişinin yaşadığı, yarım kilometrekarelik bir özerk alan her zaman devletleri korkutur. Ama Christiania direniyor, hikayesini detaylı olarak okumanızı öneririm. Hah, gittiğinizde çok gerilmeyin, içerisi son derece rahat bir özgürlük ortamı ancak birkaç kuralı hatırınızda tutmanızı tavsiye ederim: Koşmayın, bağırmayın ve fotoğraf çekmeyin. Koşmayın ve bağırmayın çünkü Freetown sakinleri polis baskını olduğunu zannedebilirler. Fotoğraf çekmeyin çünkü “marijuana hala yasal değil.” Merak etmeyin, girişte bu uyarı size hatırlatılıyor. Biraz gezdiğinizde açık açık esrar satan dükkanları, güzel müzik çalan kafeleri, önünde durup içen tipleri göreceksiniz. Ve tabii ki tüm alanı gezdiğinizde tahta evleri, ağaçları, çimenleri görüp kaldığınız süre boyunca şehir hayatından uzaklaşmanın tadını çıkaracaksınız. Adeta “The Village” gibi, bambaşka bir dünya, bambaşka bir zaman akışı var Freetown Christiania’da. Zaten bu yüzden çıkarken tabelada “Şu anda AB’ye giriyorsunuz” yazısı yazıyor.

AB’ye döndükten sonra Kopenhag’da geceyarısına kadar birkaç saatimiz daha var. Bir kafede cam kenarına oturup gelen geçeni izleyip güneşi batırdık. Merkeze dönüp meşhur pub’larından Streckers’a oturduk, Carlsberg’lerimizi içtik, maça baktık, FC København, Aalborg’u 4-0 yeniyordu. O gece stada da gidebilirdik aslında, ama toplamda iki günlük bir tatilin bir kısmını stadyumda geçirmek pek mümkün bir şey değil – en azından evli bir erkek için! Yine aynı akşamki Band of Horses konseri için kendimi zorlamamam da ondan (biraz da grubu 2008’de, iyi zamanlarında izlemiş olduğumdan). Sonra Ströget’te biraz daha dolaşmaca, Burger King’de yemek yeme (maalesef yurtdışında da Burger King/McDonald’s yiyip bildik lezzeti kıyaslama benim için bir guilty pleasure). Final için ise yine merkezde La Fontaine’e gittik. Kopenhag caz barlarıyla ünlü bir kent, özellikle Jazzhus Montmartre alanında dünyanın en ünlülerinden birisi. La Fontaine belki o kadar ünlü değil ama loş ışıkları, o Pazar akşamında adım atacak yer bulamayacak kadar kalabalık oluşuyla müthiş bir ambiyansı var. Caz uzmanı sayılmam ama çalan grup da çok iyi. Grup demek ne kadar doğu bilmiyorum, zira sürekli rotasyon halinde çalan 6-7 müzisyen var. Müthiş jam’ler yaptılar ve hayran kaldık. Ama artık bizim için gitme vakti.

Merkez istasyondan bavullarımızı aldıktan sonra iki durakta havaalanına gidecektik. Toplu taşımayı önceki üç kullanışımızda aldığımız biletleri nereye okutacağımızı bulamadığımız için Pazar akşam saat 11’de kimse kimseye bilet sormaz diyerek (Berlin’deki beleştepe tecrübemizden de cesaret alarak) bilet almamaya karar verdik. Hepi topu 20 dakikalık bir yolculuk, bilet sormazsa yaklaşık 80 TL cebimizde kalacak. İki gün boyunca Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden birisinde her şeye yüzlerce Kron (0.3 TL) bayıldıktan sonra bu küçük hesaba gerek yok işte, ama şeytan dürtüyor. Trene biniyoruz, hareket ediyor, görevli vagonları gezmeye başlıyor, yanımızdan hızla geçerken kalbim 250 atıyor. Bir sonraki vagona geçiyor, oh, kurtulduk. Gözüm sürekli saatte, dakikalar geçmiyor. İki durağın ilkine yaklaşık 6-7 dakikada gelmemiz laazım ama o 6-7 dakika 6-7 saat uzunluğunda. Sürekli arkayı kontrol ediyorum, görevli var mı diye, görünürde yok. Zaman geçmiyor. Sonra bir bakıyorum arkadaki vagona varmış. Tek tek biletlere bakıyor, koltukları geçiyor, aramızda 7-8 sıra ve bir kapı var sadece. Saat 22:56, aradaki istasyona varıyoruz. Hadi diyorum Selmin’e, iniyoruz. Koşarak iniyoruz. Hava 1 derece ama ter içindeyim. Görevli bizim vagona ulaştı ama ben dışarıdayım. Bomba patlarken binadan kaçan John McClane hissiyatına tüm hayatım boyunca en yaklaştığım an. Tren ilerliyor, dışarıdan bakıyoruz. Havaalanından bir durak uzaktayız ama tıpış tıpış bilet almaya çıkıyoruz, bu kadar illegallik yeter.

Koşuşturmayla geçtiğine, heyecanla bittiğine bakmayın: Kopenhag zamanın yavaş aktığı, insanların güler yüzle bisikletleri üzerinde dolaştığı, soğuğa rağmen (soğuk sayesinde) çok ferah bir havası olan, insanı dinlendiren bir şehir. İstanbul ve son tatil destinasyonum Berlin’in manik depresifliğinden uzakta, huzur dolu, “burada yaşanır ki” dedirten bir yer.
Botanisk Have

Kendime ikinci not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken uzun vadeli program yapmakta bir sorun yok. O yol gözünde büyüse de, Cuma akşamını “Yetişebilecek miyim?” stresiyle, Pazar gecesini uçakta zombi gibi geçirsen de, her saniyesine değiyor. Kopenhag’da değdi en azından.