Monday, January 14, 2013

Masal kenti Kopenhag


Kendime not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken bayram tatilinin iki hafta sonrasına ikinci bir tatil koymak iyi bir fikir değil.

Şüphesiz çok ilerigörüşlü bir insan değilim. Beş ay öncesinden bulduğum ucuz bilet sonucu Kopenhag’a bir hafta sonu tatili ayarlamak hayatımda yaptığım en uzun vadeli hareketlerden birisi. Ancak çok önceden belli olan Kopenhag yolculuğu, bayram tatili nedeniyle “doğan” (gazeteci olunca bayram tatilleri bayramdan birkaç hafta öncesine kadar kesinleşmiyor) Berlin tatilinin iki hafta sonrasına gelince o Danimarka yolu gözümde büyüdü de büyüdü.

Cuma gece 1 gibi vardık Kopenhag’a. Havaalanından kente gitmek için tren uygun, bildiğim kadarıyla gece boyu çalışıyor. Merkez istasyon iki durak (yaklaşık 25 dakika) uzakta. Trenler hızlı, temiz (ki Kopenhag’ın tamamı öyle) – ama çok pahalı (Kopenhag’daki her şey öyle). Wakeup Copenhagen’a yerleştik, fiyatına göre iyi bir otel ya da tam ters deyişle, çapına göre fiyatı iyi. Saat 2’de şehir merkezine yakın bir otele yerleşmişiz, yapılacak iki şey var: Ya kenti keşfe çıkacağız ve Cuma gecesini yaşayacağız, ya da uyuyup ertesi sabah erkenden kalkmak için güç depolayacağız. Dört-beş saat önce mesaiden çıkıp İstanbul trafiğine atılmışız, üç küsur saat uçmuşuz, bonus olarak 30’un yanlış tarafındayız. Uyuyoruz.

İlk kez gelinen şehirde turist atraksiyonlarıyla kentteki “hip” yerlerin dağılımını hakkıyla yapabilmek esastır. O yüzden Küçük Denizkızı Heykeli’nden (Den lille havfrue) başladık. Adını Hans Christian Andersen’in bir masalından alan heykel, adı gibi küçük. Bunu gitmeden önce bilin ki, sonra hayal kırıklığına uğramayın. Ama bu gitmeden önce bana çok söylendiğinden midir bilmem, ben bir Manneken Pis kadar yıkıma uğramadım.


Küçük Denizkızı’nı bırakıp merkeze doğru yürürken Kastellet’ten geçtik. Avrupa’nın en eski kalelerinden birisi, şu anda Danimarka Ordusu tarafından da kullanılıyor. Yine merkeze doğru giderken Rosenborg Kalesi’nin bahçelerinden yürüdük, daha sonra Botanik Bahçesi’nden (Botanisk Have) geçtik. Avrupa’ya her gidişte gıpta edilen, ciğere İstanbul’da görmediği oksijeni yükleten, kafaya yeşil terapisi yaptıran nefis parklardan birisi bu da.

Sonraki istikamet Nyhavn. Kanal boyunca dizilen rengarenk binalarıyla Kopenhag’ın en kartpostallık yeri. Genelde en kartpostallık yerlerde bir yapaylık olur; Nyhavn şiir gibi, masal gibi. Tabii o büyünün bozulması için kanal boyundaki mekanların fiyat listelerine göz atmanız yeterli oluyor. Smorrebrod dedikleri açık sandviçlerinden tadımlık üç tane ve bir bira için talep edilen rakamlar göz yaşartıcı.

Nyhavn’ın ardından yürüyerek Ströget’e gittik. “Kopenhag’ın İstiklal Caddesi” olarak tarif edilse de Bağdat Caddesi’ne daha çok benzetilebilir. Daha alışveriş odaklı, inceden sosyetik ve bar-kafe kalitesi daha ziyade ünlü ama ruhsuz yerlerden mürekkep. Gece hayatının daha hip yerlerinin Vesterbro’da olduğunu öğrendiğimiz için (ve saat Ströget’teki mekanların yavaştan kapanma saatine geldiği için) Ströget gezintimizi nefis Lego dükkanına camdan bakmak, bir iki hediyelik eşya dükkanından üç-beş bir şey almak, bir kafede kahve içmek, yolda krep yemekle hallettik.
Akşam yemeği için Vesterbro’daki Bio Mio’dayız. Eski bir Bosch fabrikasından bozma (ki Bosch tabelası hala tepede durmakta) son derece geniş, sıra halinde dizilmiş geniş masaları başkalarıyla paylaştığınız, menüden baktıktan sonra siparişinizi gidip kendiniz verdiğiniz ve sonrasında aşçıların yemeğinizi pişirmesini izleyebildğiniz bir restoran Bio Mio. Alamet-i farikası organik yemekler yapması ve bunu da çok güzel beceriyorlar. Yemekler gerçekten nefis. Fiyatlar biraz tuzlu ama Kopenhag ortalamasına göre çok da acımasız değil.

Hazır yakındayken gece çıkması için Kødbyen’e gittik. Sözlük anlamıyla “Et şehri” olan bölge aslında eski bir mezbahalar alanı. Yakın zamanda ise bölgede barlar, kulüpler açılınca Kopenhag gece hayatının kilit yerlerinden birisi olmuş. “Gecenin bir vakti gençler evlerine dönerken kasaplar işe giriyorlar, böylece Kødbyen hiç uyumuyor” denmiş Guardian’daki yazısında. Belki mekanların hala değiştirilmemiş kasap estetiğini, sözgelimi beyaz karolarını, kapıların camlı olmasını yadırgayabilirsiniz ama içine girince gerçekten eğlenceli mekanlar bunlar. Karriere veya Jolene; Kødbyen’e gittiğinizde birer kokteyl içebileceğiniz (özellikle happy hour’larda kokteyl fiyatları gerçekten uygun) ve “İnsanlar ne kadar güzel ya” diye iç geçirebileceğiniz yerlerin sadece ikisi.

Vesterbro’da Kødbyen dışında da gidilecek mekanlar var. Dyrehaven bunlardan birisi. Hem biralarını sevdim, hem de çaldıkları post-punk şarkılarını. Üstelik aydınlık ve tatlı bir yer, ama içerisi oldukça kalabalıklaşabiliyor.
Ertesi sabah, Kopenhag’daki 48 saatimizin zirvesi için Mother’dayız. Mübalağa yok, yine Vesterbro’daki bu pizzacı, hafta sonu sabahları rüya gibi bir açık menü brunch sunuyor. Pizzalar, soğuk mezeler, şekerliler, eh, Danimarka olunca peynirler Allah’ın emri... Mükemmel, patlayıncaya kadar yediğim ve kendimi kötü hissettiğim ama şu an bile hala “Ne güzeldi” diye andığım bir brunch oldu. Bunun üzerine bol bol yürümek gerekti tabii ki. Merkeze doğru yürürken istikametimiz olan meşhur Tivoli Parkı Noel için hazırlanmakta olduğu için kapalıydı. Düşününce belki de isabet olmuş zira o kadar dolu bir mideyle eğlence parkına girmek Problem Çocuk sahneleri yaratabilirdi.

Pazar günümüzü müzelerde de geçirebilirdik. Örneğin Ulusal Müze veya Ulusal Galeri’ye yolumuzu düşürebilirdik. Louisiana Modern Sanat Müzesi iyi bir seçenek olabilirdi. Andersen’in masalları için interaktif bir müze tecrübesi yaşayabilir, ya da işi iyice dalgaya vurup Tuborg veya Carlsberg müzelerinde gezebilirdik. Ama onu yapmadık. İkinci günümüzü biraz daha gevşek geçirmek istedik. İki günlük bir tatilde, hele tüm gece de yolda geçecekken sokaklarda sakince yürümeyi koşturmaya tercih ettik. Tersini tercih edecekler için bu paragraf bir müze rehberi olsun.

Knippel köprüsünden geçip Christianshavn’ya yürüdük, yol uzundu ama vardığımızda gördüğümüz manzara güzeldi. Nyhavn’daki gibi nehir kıyısına bakan kutu kutu şirin evler, ferah sokaklar... Çok değil, biraz yürüyünce Freetown Christiania’ya varacaksınız. 1970’lerin özgürlükçü atmosferine yakışan bir komün düşü kurulmuş burada, sonra hippilerce işgal edilmiş bu alan. Daha sonra devlet kendilerini çıkaramayınca orada özerk bir yönetim kurmalarına göz yummuş. İçeride ot satışı 30 yıldan fazla bir süre serbestmiş ama son yıllarda devlet kendilerine biraz daha fazla baskı uygulamaya başlamış. Eh, Kopenhag’ın ortasında yaklaşık bin kişinin yaşadığı, yarım kilometrekarelik bir özerk alan her zaman devletleri korkutur. Ama Christiania direniyor, hikayesini detaylı olarak okumanızı öneririm. Hah, gittiğinizde çok gerilmeyin, içerisi son derece rahat bir özgürlük ortamı ancak birkaç kuralı hatırınızda tutmanızı tavsiye ederim: Koşmayın, bağırmayın ve fotoğraf çekmeyin. Koşmayın ve bağırmayın çünkü Freetown sakinleri polis baskını olduğunu zannedebilirler. Fotoğraf çekmeyin çünkü “marijuana hala yasal değil.” Merak etmeyin, girişte bu uyarı size hatırlatılıyor. Biraz gezdiğinizde açık açık esrar satan dükkanları, güzel müzik çalan kafeleri, önünde durup içen tipleri göreceksiniz. Ve tabii ki tüm alanı gezdiğinizde tahta evleri, ağaçları, çimenleri görüp kaldığınız süre boyunca şehir hayatından uzaklaşmanın tadını çıkaracaksınız. Adeta “The Village” gibi, bambaşka bir dünya, bambaşka bir zaman akışı var Freetown Christiania’da. Zaten bu yüzden çıkarken tabelada “Şu anda AB’ye giriyorsunuz” yazısı yazıyor.

AB’ye döndükten sonra Kopenhag’da geceyarısına kadar birkaç saatimiz daha var. Bir kafede cam kenarına oturup gelen geçeni izleyip güneşi batırdık. Merkeze dönüp meşhur pub’larından Streckers’a oturduk, Carlsberg’lerimizi içtik, maça baktık, FC København, Aalborg’u 4-0 yeniyordu. O gece stada da gidebilirdik aslında, ama toplamda iki günlük bir tatilin bir kısmını stadyumda geçirmek pek mümkün bir şey değil – en azından evli bir erkek için! Yine aynı akşamki Band of Horses konseri için kendimi zorlamamam da ondan (biraz da grubu 2008’de, iyi zamanlarında izlemiş olduğumdan). Sonra Ströget’te biraz daha dolaşmaca, Burger King’de yemek yeme (maalesef yurtdışında da Burger King/McDonald’s yiyip bildik lezzeti kıyaslama benim için bir guilty pleasure). Final için ise yine merkezde La Fontaine’e gittik. Kopenhag caz barlarıyla ünlü bir kent, özellikle Jazzhus Montmartre alanında dünyanın en ünlülerinden birisi. La Fontaine belki o kadar ünlü değil ama loş ışıkları, o Pazar akşamında adım atacak yer bulamayacak kadar kalabalık oluşuyla müthiş bir ambiyansı var. Caz uzmanı sayılmam ama çalan grup da çok iyi. Grup demek ne kadar doğu bilmiyorum, zira sürekli rotasyon halinde çalan 6-7 müzisyen var. Müthiş jam’ler yaptılar ve hayran kaldık. Ama artık bizim için gitme vakti.

Merkez istasyondan bavullarımızı aldıktan sonra iki durakta havaalanına gidecektik. Toplu taşımayı önceki üç kullanışımızda aldığımız biletleri nereye okutacağımızı bulamadığımız için Pazar akşam saat 11’de kimse kimseye bilet sormaz diyerek (Berlin’deki beleştepe tecrübemizden de cesaret alarak) bilet almamaya karar verdik. Hepi topu 20 dakikalık bir yolculuk, bilet sormazsa yaklaşık 80 TL cebimizde kalacak. İki gün boyunca Avrupa’nın en pahalı şehirlerinden birisinde her şeye yüzlerce Kron (0.3 TL) bayıldıktan sonra bu küçük hesaba gerek yok işte, ama şeytan dürtüyor. Trene biniyoruz, hareket ediyor, görevli vagonları gezmeye başlıyor, yanımızdan hızla geçerken kalbim 250 atıyor. Bir sonraki vagona geçiyor, oh, kurtulduk. Gözüm sürekli saatte, dakikalar geçmiyor. İki durağın ilkine yaklaşık 6-7 dakikada gelmemiz laazım ama o 6-7 dakika 6-7 saat uzunluğunda. Sürekli arkayı kontrol ediyorum, görevli var mı diye, görünürde yok. Zaman geçmiyor. Sonra bir bakıyorum arkadaki vagona varmış. Tek tek biletlere bakıyor, koltukları geçiyor, aramızda 7-8 sıra ve bir kapı var sadece. Saat 22:56, aradaki istasyona varıyoruz. Hadi diyorum Selmin’e, iniyoruz. Koşarak iniyoruz. Hava 1 derece ama ter içindeyim. Görevli bizim vagona ulaştı ama ben dışarıdayım. Bomba patlarken binadan kaçan John McClane hissiyatına tüm hayatım boyunca en yaklaştığım an. Tren ilerliyor, dışarıdan bakıyoruz. Havaalanından bir durak uzaktayız ama tıpış tıpış bilet almaya çıkıyoruz, bu kadar illegallik yeter.

Koşuşturmayla geçtiğine, heyecanla bittiğine bakmayın: Kopenhag zamanın yavaş aktığı, insanların güler yüzle bisikletleri üzerinde dolaştığı, soğuğa rağmen (soğuk sayesinde) çok ferah bir havası olan, insanı dinlendiren bir şehir. İstanbul ve son tatil destinasyonum Berlin’in manik depresifliğinden uzakta, huzur dolu, “burada yaşanır ki” dedirten bir yer.
Botanisk Have

Kendime ikinci not: Havayollarından ucuz bilet kovalarken uzun vadeli program yapmakta bir sorun yok. O yol gözünde büyüse de, Cuma akşamını “Yetişebilecek miyim?” stresiyle, Pazar gecesini uçakta zombi gibi geçirsen de, her saniyesine değiyor. Kopenhag’da değdi en azından.

1 comment:

  1. Her kelimesine imzami atarim, Kopenhag sadece turistik gezi icin degil yasamak icin de harika :)

    ReplyDelete