Friday, February 22, 2013

2012'nin En İyi Filmleri


2013'ün ortası geldi, "Bu nasıl listecilik anlayışı?" diyebilirsiniz. Sektörün nasıl işlediği malumunuz, pek çok iddialı film sene sonu gelmeden girmiyor gösterime. Türkiye'e 2012 tarihli filmleri 2012 yılında izleyebilmek de özel çaba gerektiriyor. Listeyi yapmadan izlemem gerektiğini hissettiğim (sinemasever içgüdüsü) tüm filmleri izledim ve listemi oluşturdum. Yalnız malum sebepten 2011'de çıkmış ama yaygın dolaşıma 2012'ye kadar girmeyen birkaç filmi de listeme ekledim. Gözden kaçsın veya ben onlardan bahsetmeden geçeyim istemedim (sinemasever vicdanı). Buyrun...

1.    Oslo, 31 Ağustos 
Yalan yok, Altın Lale’li ilk filmi “Reprise”i sevmiştim, ama Joachim Trier’in bu kuvvette bir ikinci filmle gelmeisni beklemiyordum. Yine gençliği, ama bu sefer belki de kaybolmuş gençliği anlatan hem şiir, hem de tokat gibi bir film “Oslo, 31 Ağustos.” Sadece bir günü resmedip bir hayatı anlatmayı başarabilen, “zaman” üzerine gördüğüm en kuvvetli anlatılardan birisini üretebilen bu film, ilk izleyişimden bu yana hep içimde kaldı. Yıl sonu geldiğinde de zirve için neredeyse tek kaldı.

2.    The Master 
İlk izlediğim gün yakama yapışsanız, belki de hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirdim. Paul Thomas Anderson’ın son filmi yoğun, izleyicisine kolay yol bırakmayan, ondan dikkat ve yoğunlaşma isteyen ama ödülünü de sonsuza dek sizinle kalacak görüntüleri ve fikirleri beyninize kazıyarak veriyor.

3.    Holy Motors 
İlk sahnesinde size bu filmi nasıl izlemeniz gerektiğini gösteriyor Leos Carax, harikulade bir rüya-sinema sahnesiyle. O andan sonra neyin gerçek, neyin sürreel, neyin rüya, neyin kabus olduğu size kalmış. Cevaplardan çok tecrübenin kendisine odaklanmanızda daha çok fayda olan, müthiş bir film “Holy Motors,” Carax’ın görkemli geri dönüşü.

4.    Silver Linings Playbook 
Her yıl ödül sezonunda Arap atı gibi sonradan açılan bir bağımsız film olur. Pek çok yılda olduğu gibi bu yıl da bu film Harvey Weinstein imzalı bir yapım oldu. David O. Russell'ın bipolar oğlundan muhakkak etkilenerek çektiği "Silver Linings Playbook" zihinsel hastalığı ne parodize ediyor, ne de bir cehennem gibi anlatıyor. Filmi de dramla komedi arasında ustaca ilerletiyor ve bu yıl aldığı (ve umarım, alacağı) ödüllerin hepsini hak ediyor.

5.    Zero Dark Thirty 
Yılın en tartışmalı filmi. Saldıranıyla, savunanıyla Kathryn Bigelow kimsenin kayıtsız kalamadığı bir film yaptı. Belki bu tartışmaları filmin ödül sezonu performansını baltaladı ama olsun, benim gözümde Bigelow ne işkenceciyi kutsayan ne düşmanı lanetleyen, soğukkanlı bir anlatım tutturduğu nefis bir film yapmıştı. Amerika'daki tüm farklı kanatları karşısına alma cesaretine bakıyorum da, Hollywood'daki en cesur insan bence Bigelow.

6.    Ted
Seth MacFarlane'ın hiçbir zaman büyük bir hayranı olmadım. "Ted" ise sürekli içen, küfreden, uyuşturucu kullanan ve seks düşünen bir oyuncak ayıdan, ya da düşmüş bir eski yıldızdan, hem samimi bir dostluk öyküsü, hem de Hollywood'un yazısız kurallarını paramparça eden kirli bir gençlik filmi çıkarmayı başarıyor.

7.    The Sessions 
Helen Hunt ve John Hawkes'un karşılıklı döktürdükleri "The Sessions" farklı bir aşk filmi. Farklı, çünkü engelli bir adama ve bir seks işçisine dair sinemada bugüne kadar sunulmuş tanımların hiçbirine uymuyor. İkisi için de üzülmüyoruz ve ikisinin de ilişkisi hiç klişe ilerlemiyor. Sıcak, komik, gerçekçi ve hüzünlü.

8.    Django Unchained 
"Inglourious Basterds"ta Nazi Almanyasına gidip kendince tarihi temize çeken Quentin Tarantino bu sefer de köleliğin hala var olduğu Amerika'da siyahların ihtiyacı olan bir "vigilante" armağan ediyor folklore. Son filmlerine göre anlatımını biraz daha dizginleyen Tarantino kan vanasını sonuna kadar açıyor. Christoph Waltz gibi bir oyuncuyu böylesine öne çıkardığı için ona teşekkür etmeliyiz. Belki de Leonardo Di Caprio'nun kariyerinin en iyi performanslarından birisini sunmasına fırsat verdiği için de.

9.    Margaret 
Stüdyonun kısaltılmasını, yazar/yönetmen Kenneth Lonergan’ın ise dokunulmamasını istediği müthiş bir tragedya “Margaret.” Hollywood arafında geçen yıllar sonunda izlediğimiz 150 dakikalık kurgu etkileyici, ama 180 dakikalık DVD versiyonu da mevcut. Lonergan “Daha iyi ya da daha kötü demiyorum, ama bunlar farklı filmler” diyor. Diyaloglar üzerinden ilerleyen ve müthiş bir karakter analizi sunan “Margaret,” Amerikan sinemasının son yıllarda gördüğü en etkileyici psikolojik filmlerden birisi.

10.    Argo 
Winner takes it all. Kazanan her şeyi alır. Ama bazen de kazanmak geri teper. "Argo" ardı ardına topladığı ödüllerle Oscar'a doludizgin gidiyor ve gösterimdeyken filmi seven pek çok kişi şu anda ona karşı cephe almaya başlıyor. Ben Affleck'in yönetimine şaşıranlara şaşırmak lazım zira "Gone Baby Gone" da, "The Town" da sağlam birer anlatım ürünü ve Clint Eastwood esintileri taşıyan sağlam işlerdi. Affleck burada siyasi açıdan da (bence) doğru bir yerde duruyor, "günahsız ABD" imajından uzak duruyor ve tempoyu mükemmel denetliyor. Yarattığı nefis 1970'ler ve 1980'ler atmosferini dönemin film diline yakın durarak da destekliyor ve sevseniz de sevmeseniz de klasik Amerikan sinemasına kalacak bir filme imza atıyor.

11.    Walk-Away Renee 
Eski videolar ve fotoğraflardan yaptığı birkaç yüz dolarlık filmi "Tarnation"la "Sinema böyle bir şey de olabilir" dedirtmişti Jonathan Caouette. Yeni filmi "Walk Away Renee"de zihinsel sorunları olan annesi daha çok merkezde. Annesiyle olan bir yol hikayesi "Walk Away Renee" teknik olarak belgesel, ama bunu "gerçekçi" bir film olarak okumak da pekala mümkün. "Tarnation"a göre çok daha olgun ve çok daha iyi bir film.

12.    Damsels in Distress 
Üst sınıftan gençlerin dertlerini Whit Stillman anlattığında bir başka oluyor. Bu sefer bir üniversite kampüsüne giriyor ve Greta Gerwig ile Analeigh Tipton'ın başını çektiği yetenekli bir genç oyuncu kadrosuyla harika bir filme imza atıyor. Woody Allen-vari dram-mizah ile feelgood movie çizgisi arasında dengede yürüyor.

13.    Weekend 
Bir Cuma akşamı Russell, arkadaşlarındaki bir partiden çıkar ama eve gitmek yerine bir gece kulübüne gider ve Glen'le tanışır. İki adamın bir hafta sonu yaşadığı, perdenin gördüğü en samimi, en doğrudan aşk hikayelerinden birini ortaya koyuyor.

14.    Dupa Dealuri (Tepelerin Ardında) 
Unutulmaz “4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün”ün 5 yıl sonrasında Cristian Mungiu yine çarpıcı bir dramayla kişisel olandan yola çıkıp sosyal ve politik olana dair çok ciddi şeyler söylüyor. Soğukkanlı planları ve "Bir Zamanlar Anadolu'da"yı da anımsatan ince kara mizahi dokunuşlarıyla müthiş bir filme imza atıyor.

15.    Pieta (Acı) 
Kim Ki-Duk'u sessiz ve naif filmleriyle sevenlerin dikkatli yaklaşmasını gerektiren bir film olduğu muhakkak. Ama stilize yönetimiyle kısa sürede izleyeni içine çeken bir film olduğu muhakkak. Zekice senaryosuyla hem fiziksel, hem de duygusal acıyı hissettiren "Acı," Kim Ki-Duk'un formunu yeniden bulmasını da müjdeledi.


16.    Life of Pi 
Bugüne kadar 3D'yi en iyi kullanan film. Aynı zamanda Ang Lee'nin rengarenk filmografisinin en iyilerinden birisi. Doğanın kaotikliğini unutmadan ve "dostluk filmi" klişelerine girmeden insan-hayvan ilişkisini olabildiğince dokunaklı bir şekilde anlatıyordu.

17.    Barbara 
Onlarca farklı açıdan izlediğimiz Berlin Duvarı yıllarına dair bir film çekip taze bir bakış sunabilmek kolay iş değil. Filmine adını verdiği ve neredeyse hiçbir sahnesinin dışında bırakmadığı Barbara'yla güçlü, etten kemikten, canlı bir karakter nasıl yaratılır, onu ortaya koyuyor Christian Petzold. Geçmişle hesaplaşma sinema üzerinden nasıl yapılır, bir sanatçı ülkesinin geçmişini nasıl tartışmaya açar, onun dersini veriyor.

18.    Alpeis (Alpler) 
Büyük gürültü koparan "Köpekdişi"nin iki yıl sonrasında Giorgios Lanthimos yine "başka bir gerçeklik" anlattı. "Alpler" de bir bakıma çok rahatsız edici ama onu zorlayıcı yapan şey grafik şiddet değil, karakterlerin düştüğü acınası durum. Ve sembolik olarak modern zamanlarda hemen herkesin üzerine düşen rolleri oynuyor oluşunun belki de abartılı bir temsili olduğu için kişiye de dokunuyor.

19.    Bernie 
Jack Black'i sevsem de var olduğu filmlerde hiç oynamadığı, Jack Black'lik yaptığı bir gerçek. Richard Linklater belki de ilk defa ondan bir "performans" almayı başaran yönetmen olmuş. İyi insan-kötü insan, suçlu insan-masum insan ayrımlarını vicdanlarda bulanıklaştıran ve adalet-hukuk ikilemini sorgulatan bu film, 2012'nin belki de en hakkı yenen filmiydi.

20.    Beasts of Southern Wild 
Picasso "Rafael gibi çizebilmem dört yıl sürdü, çocuk gibi çizebilmek ise bir ömür" demişti. Hushpuppy'nin rehberliğinde çıktığımız "Düşler Diyarı" turunda aklıma hep bu söz geldi. Benh Zeitlin hikayesinde bir çocuğu anlattığı için değil, hikayesini bir çocuk gibi anlatabildiği için unutulmaz bir filme imza atıyor.

Saturday, February 16, 2013

2012'nin En İyi Belgesel Filmleri

Belgeseller açısından müthiş bir seneyi geride bıraktık. Tüm bir yılın hasadını toplamak (özellikle sinema sektörünün işleyişini düşününce) o yıl içerisinde biten bir şey olmadığı için de bu toplamayı yapmak Şubat ortasına kadar kaldı. Şüphesiz kaçan işler var, hala izleme listesinde duranlar var veya minik bir listenin dışında kalanlar var ama 11 filmlik bir reçete de iş görecektir.


11. Jiro Dreams of Sushi 
Tokyo’da bir metro durağının içinde, küçücük bir suşi dükkanı. Küçüklüğüne bakmayın, üç Michelin yıldızlı bir restoran bu. Orada yiyebilmek için bir ay önceden rezervasyon yapmanız gerekebiliyor. 85 yaşındaki Jiro Ono her gün, bıkmadan usanmadan sanatını icra etmeye geliyor Sukiyabashi Jiro’ya. Sabırla, aşkla, tutkuyla ya da bir mükemmeliyetçinin soğukkanlı titizliğiyle yapıyor suşisini. Lezzetin sırrını arayan bir bilim adamı, ya da estetiği arayan bir sanatçı; muhtemelen ikisi. Jiro’nun hikayesi çok değerli bir hayat öyküsü aynı zamanda. Uyarı: Açken izlemeniz tavsiye edilmez!

10. Indie Game: The Movie
“Eğer insanlar Modern Warfare veya Halo Reach almak istiyorlarsa alsınlar çünkü bence bu oyunlar boktan. Bu oyunları isteyenler bizim oyunumuzu istemeyeceklerdir çünkü boktan oyunlar yapmıyorum.” 
Büyük bir oyun kurdu değilim ama açıkçası gamer’lık dünyasına da hep özendim. Oyun komünitesinin de desteğiyle finanse edilen “Indie Game: The Movie,” küçük bütçeli oyunların dünyasına gidiyor. “Braids,” “Fez” ve “Super Meat Boy”un mega-bütçeli oyunlara göre nasıl mütevazı koşullarda yaratıldığının, arkasındaki birkaç kişinin hayatlarında nasıl büyük bir yer kapladığını anlatan çok iyi bir belgesel.


9. Marina Abramovic: The Artist is Present 
“Ölmeden önce kendimi bir sanat formuna dönüştürmek istiyorum.” 
2010 baharında, Marina Abramovic performans sanatının gördüğü en tutkulu projelerden birisine imza atacaktır. New York’taki MoMA’da sergilenecek “Marina Abramovic: Sanatçı Aramızda” performansında Abramovic üç ay boyunca her gün sabahtan akşama bir iskemlede oturacak ve karşısına oturan izleyicisiyle yüzleşecektir. Kulağa aşırı yapay ve “artsy fartsy” gelen bu projenin nasıl bir yoğunluğa ulaştığını ancak görünce anlayabilirsiniz. Abramovic’in projeye hazırlanışını, çarpıcı kariyerini ve performansıyla geçen üç ayını izlediğinizde güncel sanatın ne olduğuna dair daha net bir ifade oluşacak kafanızda.

8. The Invisible War 
Bugüne kadar perdeye neredeyse hiç yansımamış bir konuya eğiliyor “The Invisible War”: Amerikan ordusunun içindeki taciz vakalarına. Emir-komuta zinciri ve askeri yargı mekanizması yüzünden neredeyse tamamı hasıraltı edilen taciz mağdurlarına ses veren belgesel, onların kişisel travmaları ve bundan kaçınılmaz bir şekilde etkilenmiş günlük hayatlarının yanı sıra yasal mücadelelerine de eğiliyorlar. Filmi izleyen ABD Savunma Bakanı Leon Panetta dosyaların aydınlatılması talimatını da verdi. Belgesellerin dünyayı değiştirebileceğine dair bir örnek, veya umut.

7. The Imposter 
Ergenliğinin başındaki çocuğunuz kayboluyor, başlı başına büyük bir trajedi. Birkaç yıl sonra okyanus ötesinden birisi geliyor, “çocuğunuz İspanya’da bulundu” diye. O çocuğa da pek benzemiyor ama…? “The Imposter” bu kan donduran öyküyü, tam içindeki insanlarla anlatıyor. Çözdükçe karışan bir gizem ve vicdanınızı allak bullak eden bir hikaye. Canlandırma sahnelerin filmin gücünü düşürdüğünü hissetsem de, bunun zorunluluktan sapılan bir yol olduğunu teslim etmek gerek.

6. Marley
Reggae’nin mucidi, Jamaika’nın ulusal kahramanı ve üçüncü dünyadan çıkma ilk müzik yıldızı. Bob Marley’yi anlata anlata bitiremezsiniz. Ama Kevin Macdonald epik belgeseli “Marley”de büyük bir ikonun çok bilinmeyen detaylarını da anlatıyor. Reggae’nin nasıl büyülü bir müzik olduğu, Marley’nin nasıl Arap dünyasından İngiltere’ye, Amerika’dan Afrika’ya kadar tüm halkları kucaklayan bir müzik yaptığını ve nasıl evrensel bir figür olduğunun izlerini sürüyor.

5. Ai Weiwei: Never Sorry 
Ai Weiwei için günümüzün en önemli sanatçısı desek başımız ağrımaz, bu unvanı daha önceden kendisine layık görenler de çok zaten. Ai Weiwei’i özel yapan, sanatıyla insanları estetik olarak etkilemenin ötesinde, politik olarak harekete geçirmek için de kullanması. Korkusuz olması ve otoriteyle inatlaşmaktan bıkmaması. Elbette karşısındaki kuvvet de bıkmayan, eğilmeyen bükülmeyen otorite olunca baskının da ne sonu var ne ayarı. Ai Weiwei’e bu baskılara karşın koruduğu metaneti, kaybetmediği değiştirme inancı, şöhretine karşın tevazusu ve kısıtlamalarla daha da çok artan yaratıcılığı sayesinde daha da çok saygı duyacaksınız.

4. 5 Broken Cameras 
Filistinli bir köylü, Emad Burnat, bir gün bir kamera alır. O günlerde dördüncü oğlu Cibril doğar ve İsrail askerleri köylerinden bir araziyi tellerle ayırmaya başlar. Emad köyün pasifist direnişini ve oğlu Cibril’in büyüyüşünü kamerasıyla kaydeder. Kamerası bir eylemde kırılır, ikincisini alır, sonra o da kırılır… “5 Broken Cameras” kameraların kırılıncaya kadar kaydettikleri üzerinden bir köyün direniş öyküsünü kişisel detaylarla iç içe anlatan, mucize bir belgesel. Tarihin en güçlü Oscar beşlilerinin birisi içerisinde zor rakipleri var ama 24 Şubat gecesi Cibril’in babasının bir Oscar kazanması ne güzel bir hikaye olur!
(Filmde Gökhan Tümkaya’nın da müzikleri kullanılıyor)

3. How To Survive A Plague 
1980’lerin ortasında AIDS “Çağımızın vebası” olarak ortaya çıkar, binlerce kişi çaresizce ölüme terk edilirken bir grup aktivist Act Up’ı kurar. “How To Survive A Plague” gay komünitesinin başını çektiği hareketin giriştiği “hayatta kalma” mücadelesini politik ve tıbbi kanalları eşit şekilde zorlayarak nasıl büyük kazanımlar elde ettiğinin çarpıcı bir belgesi. Video devrimi sayesinde neredeyse her hareketlerini kaydetmiş olmaları ve tarihe birinci elden tanıklık etme şansı önemli.

2. Searching For Sugar Man 
Sıkı bir müzik dinleyicisiyseniz mutlaka olması gerektiği kadar ünlü olmadığı için üzüldüğünüz sanatçılarınız vardır. Sixto Rodriguez’in hikayesi ise “underrated”lık durumunu çok üst seviyelere taşıyor. 1970’ler başında Detroit’te “yeni Bob Dylan” olarak çıkan, ama üne kavuşmayıp kaybolan bir müzisyen. Ne ki, Amerika’nın bilemediği kıymeti dünyanın bambaşka bir köşesindeki bir ülke, Güney Afrika gösteriyor. Tek sorun, Rodriguez bundan hiç haberdar değil. Malik Bendjelloul tüm hikayeyi merak duygunuzu sürekli ayakta tutacak şekilde anlatıyor. Tarihin en iyi müzik filmlerinden birisi.

1. The Queen of Versailles 
“Normalde belgeseller sıfırdan zirveye anlatırlar. Bu belgesel sıfırdan zirveye, oradan sıfıra hikayesi oldu.” 
İyi belgeselcilik biraz da şanstır. Lauren Greenfield doğru zamanda doğru yerde bulunarak 2012’nin en iyi belgeseline imza atmış. Amerikalı devre mülk kralı David Siegel ve eski Miss Florida eşi Jackie’nin Fransa’da görüp bayıldıkları Versay Sarayı’nı inşa etmeye karar vermeleriyle başlıyor film. Saray yavrusunu değil, sarayın aynısını. Ne var ki, 75 milyon dolarlık inşaat başladıktan kısa süre sonra 2008’de ekonomik kriz ortaya çıkıyor ve Siegel’lar ellerinde atsan atılmaz, satsan satılmaz bir beton yığınıyla baş başa kalıyorlar. Greenfield, Siegel’ların yaşadıkları “Varlık içinde yokluk” durumunun groteskliğine güldürmek ve onların yaşantılarının da rüya olmadığını göstermenin çok iyi bir dengesini kuruyor.
(Not: Film çıktıktan sonra David Siegel, Greenfield’a “itibarsızlaştırma” iddiasıyla tazminat davası açtı. Bu adamlara güven olmaz.)

Friday, February 15, 2013

Rashida Jones

Rashida Jones'un son birkaç yılda çok yerde gördünüz. "The Office"in en iyi dönemlerinde Karen Filippelli olarak Jim ve Pam arasında durdu. "Parks and Recreation"da Ann Perkins olarak Leslie Knope'un hayatta en sevdiği kişi oldu. "The Social Network"te Mark Zuckerberg'le insani bir kontakt kurabilen tek kişi, "I Love You, Man"de de Paul Rudd'ın Jason Segel'la yaşadığı bromance'in ortasında kalan anlayışlı sevgiliydi. Ama Rashida Jones için bu yeterli değildi. Açıklaması da çok mantıklı: "Aktörler sürüsüne bereket. Bugün iş buluyorum ama yarın oyunculuk yapmayı bırakıyorum desem kimse 'Lütfen geri dön' demez. Ama yazarlıkta senin spesifik bir sesin var ve insanlar o sese sahip olduğun için sana daha çok saygı duyuyorlar."

Jones'un Will McCormack'le birlikte kaleme aldığı "Celeste & Jesse Forever" işte o spesifik sesin eseri. Hollywood bağımsızlarının ustalıkla kotardığı o romantik komedilerden birisi, ama formüllerin dışında bir iş. Sebebi, birleşme-ayrılma-yeniden kavuşma üzerine kurulu romantik komedinin dışında, ayrılıktan sonra başlıyor. Bir evliliğin bitişinden, bağların kopuşundan başlıyor. Gerisinde insani gözlemler, mizahi dokunuşlar ve hüzünlü anlarla dolu bir 90 dakika sizi bekliyor.

Başrolü Andy Samberg'le paylaşan Rashida Jones, filmin kaleminden çıkmış olmasına karşın karakteri Celeste'e torpil geçmiyor. Celeste'i tüm hatalarıyla resmediyor filminde. Afet-i azam olmasa da güzel bir kadın olmasına karşın televizyon dizileri ve filmlerde çoğunlukla sakar karakterleri oynadığı gibi. "Kendimi kesinlikle güzel bir televizyon yıldızı olarak görmüyorum" diyor. "Biliyorum bunu herkes söylüyor ama gerçekten erkekler için arzu nesnesi değildim. Tombuldum, bütün vaktimi bilgisayarda geçiriyordum - bir bilgisayarın olmasının cool olmadığı zamanlarda."


Babası Quincy Jones, annesi Peggy Lipton. Harvard'da okumuş. Lise yıllığında hakkında "İleride başarılı olması en muhtemel" kişi yazılmış. 2000'lerin en uzun ömürlü televizyon dizisinin parçasıyken daha minör ama belki de Amerikan televizyonlarının en iyi kadrolu dizisine yatay geçiş yapmış. Şu ana kadar hiç fena sayılmaz. Ama bununla yetinecek gibi görünmüyor. Rashida Jones, 37 yaşında ve daha yeni başlıyor.

Sunday, February 3, 2013

!f İstanbul için 4+4+4 film

Herkesin film festivali kendine. Hele geldiğimiz noktada. Kimisi için keşif, ya da Keş!f oluyor festivaller, kimisi için sosyalleşme, benim için film depolama. "Geldiğimiz nokta" vurgusunu yapmamın sebebi ise !f İstanbul'un zamanlama itibariyle pek çok "hit" filminin 2012 içinde dolaşımını tamamlamış ve önemli bir kısmı zaten izlenmiş filmler olması. "Küçük ekranda izlemek beni kesmezdi, sinemaya sakladım" diyen de takılır festivallere, risk alıp başka türlü izleyemeyeceği filmlerin peşine takılanlar da, ya da sadece festival atmosferini yaşamak için oralara gidenler de. Kimi için hepsi olabilir, kimi için sadece bir tanesi, benim için hepsinden biraz. Madem biletler piyasada ve kaybedecek vakit yok, !f İstanbul için üç tane tavsiye listesi verip çekileyim huzurlardan. 4 garanti, 4 riskli, 4 de belgesel film tavsiyesi.


Giderli 4 (İzleyeni üzmeyecek, burada ya da sonra illa izlenmiş olması gereken filmler) 
Tabu: 2012'nin en iyi eleştiriler alan "yabancı" filmlerinden "Tabu" artık yıl sonu listelerine son rötuşları verdiğimiz günlerden sonra da olsa, izlenmeli.
Frances Ha: Sıkı bir Noam Baumbach takipçisi olarak listemin en başlarında. Tıpkı "Greenberg" gibi burada da Greta Gerwig var hem.
Holy Motors: 2012'nin en iyi filmlerinden birisi, Leos Carax'ın 13 yıl aradan sonra çektiği ilk filmi. Gerçekliği eğip büken, düşselliği gerçeklikle çarpıştıran, zihin açıcı bir film, muhtemelen başyapıt.
Margaret: Sırf çekim öyküsü bile bir kitaba konu olabilecek Kenneth Lonergan filmi, yıllarca Hollywood arafında kalan bir filmdi. Nihayet gün ışığına çıktıktan sonra buralara ulaşması da zaman aldı ama değdi. 2006'da çekilen filmde Anna Paquin, Matt Damon ve Mark Ruffalo'yu çok genç görmek mutlaka ilginç olacaktır.


Riskli 4 (Her zevke göre olmayabilir, ama keşif seven izleyicilere göre filmler) 
Bambaşka Bir Ülkede: Fırat Yücel'in çok sevdiğim tabiriyle, "İnsan aptallığının şairi" Hong Sang-Soo'nun son beş yıldaki altıncı filmi, yine bir festivalde ve yine izleme listesinde.
Elveda Sarışın: Bundan on yıl önce sevilen ve nefret edilen "Düz Beni"yi yaratan Virginie Despentes kameranın önüne Emmanuelle Béart ve Beatrice Dalle'ı koyuyor.
Anlattığımız Hikayeler: Kanadalı oyuncu/yönetmen Sarah Polley'nin filmi bir kurmaca değil. Ailesinden tanıklıklarla geçmişe dalan ilginç bir iş.
Güneşsiz + 20 Küçük Film: Her zaman büyük perdede Chris Marker filmi izleme fırsatı bulamazsınız. "Güneşsiz"le birlikte 20 mühim yönetmenin kısa filmlerinin toplamını birlikte görmek bu anlamda önemli bir fırsat.

Duyarlı 4 (Belgeseller) 
Versay Kraliçesi: ABD'li devremülk kralı David Siegel ve eşi Jackie'nin "Dolce Vita"sının ekonomik kriz sonrası duvara toslamasını anlatan, mükemmel bir film.  
Jason Becker: Henüz Ölmedi: Henüz 18 yaşındayken Megadeth gitaristi Marty Friedman'la birlikte kurduğu Cacophony projesiyle metalin gördüğü en yetenekli gitaristlerden biri olduğunu ispatlamıştı Jason Becker. Ne yazık ki 1991'de kendisine ALS teşhisi kondu ve 1996'da hareket edemez ve konuşamaz duruma geldi. Bu belgesel Becker'ın hala müzik yapmaya devam edişinin tüyleri diken diken edici öyküsünü anlatıyor.
Biz Birliğiz: Hacktivistlerin Hikayesi: Özellikle "Sev ve Değiştir" bölümündeki belgesellerin pek çoğu etkileyici görünse de Anonymous'un öyküsü benim için bir adım öne çıktı.
Dikkat! Bay Baker Var: Müzik bölümündeki işler, Efterklang'ıyla olsun, LCD Soundsystem'ıyla olsun iyi görünüyor. Ancak Ginger Baker'ın hikayesini izlemediğim için onu öne koydum.