Saturday, February 16, 2013

2012'nin En İyi Belgesel Filmleri

Belgeseller açısından müthiş bir seneyi geride bıraktık. Tüm bir yılın hasadını toplamak (özellikle sinema sektörünün işleyişini düşününce) o yıl içerisinde biten bir şey olmadığı için de bu toplamayı yapmak Şubat ortasına kadar kaldı. Şüphesiz kaçan işler var, hala izleme listesinde duranlar var veya minik bir listenin dışında kalanlar var ama 11 filmlik bir reçete de iş görecektir.


11. Jiro Dreams of Sushi 
Tokyo’da bir metro durağının içinde, küçücük bir suşi dükkanı. Küçüklüğüne bakmayın, üç Michelin yıldızlı bir restoran bu. Orada yiyebilmek için bir ay önceden rezervasyon yapmanız gerekebiliyor. 85 yaşındaki Jiro Ono her gün, bıkmadan usanmadan sanatını icra etmeye geliyor Sukiyabashi Jiro’ya. Sabırla, aşkla, tutkuyla ya da bir mükemmeliyetçinin soğukkanlı titizliğiyle yapıyor suşisini. Lezzetin sırrını arayan bir bilim adamı, ya da estetiği arayan bir sanatçı; muhtemelen ikisi. Jiro’nun hikayesi çok değerli bir hayat öyküsü aynı zamanda. Uyarı: Açken izlemeniz tavsiye edilmez!

10. Indie Game: The Movie
“Eğer insanlar Modern Warfare veya Halo Reach almak istiyorlarsa alsınlar çünkü bence bu oyunlar boktan. Bu oyunları isteyenler bizim oyunumuzu istemeyeceklerdir çünkü boktan oyunlar yapmıyorum.” 
Büyük bir oyun kurdu değilim ama açıkçası gamer’lık dünyasına da hep özendim. Oyun komünitesinin de desteğiyle finanse edilen “Indie Game: The Movie,” küçük bütçeli oyunların dünyasına gidiyor. “Braids,” “Fez” ve “Super Meat Boy”un mega-bütçeli oyunlara göre nasıl mütevazı koşullarda yaratıldığının, arkasındaki birkaç kişinin hayatlarında nasıl büyük bir yer kapladığını anlatan çok iyi bir belgesel.


9. Marina Abramovic: The Artist is Present 
“Ölmeden önce kendimi bir sanat formuna dönüştürmek istiyorum.” 
2010 baharında, Marina Abramovic performans sanatının gördüğü en tutkulu projelerden birisine imza atacaktır. New York’taki MoMA’da sergilenecek “Marina Abramovic: Sanatçı Aramızda” performansında Abramovic üç ay boyunca her gün sabahtan akşama bir iskemlede oturacak ve karşısına oturan izleyicisiyle yüzleşecektir. Kulağa aşırı yapay ve “artsy fartsy” gelen bu projenin nasıl bir yoğunluğa ulaştığını ancak görünce anlayabilirsiniz. Abramovic’in projeye hazırlanışını, çarpıcı kariyerini ve performansıyla geçen üç ayını izlediğinizde güncel sanatın ne olduğuna dair daha net bir ifade oluşacak kafanızda.

8. The Invisible War 
Bugüne kadar perdeye neredeyse hiç yansımamış bir konuya eğiliyor “The Invisible War”: Amerikan ordusunun içindeki taciz vakalarına. Emir-komuta zinciri ve askeri yargı mekanizması yüzünden neredeyse tamamı hasıraltı edilen taciz mağdurlarına ses veren belgesel, onların kişisel travmaları ve bundan kaçınılmaz bir şekilde etkilenmiş günlük hayatlarının yanı sıra yasal mücadelelerine de eğiliyorlar. Filmi izleyen ABD Savunma Bakanı Leon Panetta dosyaların aydınlatılması talimatını da verdi. Belgesellerin dünyayı değiştirebileceğine dair bir örnek, veya umut.

7. The Imposter 
Ergenliğinin başındaki çocuğunuz kayboluyor, başlı başına büyük bir trajedi. Birkaç yıl sonra okyanus ötesinden birisi geliyor, “çocuğunuz İspanya’da bulundu” diye. O çocuğa da pek benzemiyor ama…? “The Imposter” bu kan donduran öyküyü, tam içindeki insanlarla anlatıyor. Çözdükçe karışan bir gizem ve vicdanınızı allak bullak eden bir hikaye. Canlandırma sahnelerin filmin gücünü düşürdüğünü hissetsem de, bunun zorunluluktan sapılan bir yol olduğunu teslim etmek gerek.

6. Marley
Reggae’nin mucidi, Jamaika’nın ulusal kahramanı ve üçüncü dünyadan çıkma ilk müzik yıldızı. Bob Marley’yi anlata anlata bitiremezsiniz. Ama Kevin Macdonald epik belgeseli “Marley”de büyük bir ikonun çok bilinmeyen detaylarını da anlatıyor. Reggae’nin nasıl büyülü bir müzik olduğu, Marley’nin nasıl Arap dünyasından İngiltere’ye, Amerika’dan Afrika’ya kadar tüm halkları kucaklayan bir müzik yaptığını ve nasıl evrensel bir figür olduğunun izlerini sürüyor.

5. Ai Weiwei: Never Sorry 
Ai Weiwei için günümüzün en önemli sanatçısı desek başımız ağrımaz, bu unvanı daha önceden kendisine layık görenler de çok zaten. Ai Weiwei’i özel yapan, sanatıyla insanları estetik olarak etkilemenin ötesinde, politik olarak harekete geçirmek için de kullanması. Korkusuz olması ve otoriteyle inatlaşmaktan bıkmaması. Elbette karşısındaki kuvvet de bıkmayan, eğilmeyen bükülmeyen otorite olunca baskının da ne sonu var ne ayarı. Ai Weiwei’e bu baskılara karşın koruduğu metaneti, kaybetmediği değiştirme inancı, şöhretine karşın tevazusu ve kısıtlamalarla daha da çok artan yaratıcılığı sayesinde daha da çok saygı duyacaksınız.

4. 5 Broken Cameras 
Filistinli bir köylü, Emad Burnat, bir gün bir kamera alır. O günlerde dördüncü oğlu Cibril doğar ve İsrail askerleri köylerinden bir araziyi tellerle ayırmaya başlar. Emad köyün pasifist direnişini ve oğlu Cibril’in büyüyüşünü kamerasıyla kaydeder. Kamerası bir eylemde kırılır, ikincisini alır, sonra o da kırılır… “5 Broken Cameras” kameraların kırılıncaya kadar kaydettikleri üzerinden bir köyün direniş öyküsünü kişisel detaylarla iç içe anlatan, mucize bir belgesel. Tarihin en güçlü Oscar beşlilerinin birisi içerisinde zor rakipleri var ama 24 Şubat gecesi Cibril’in babasının bir Oscar kazanması ne güzel bir hikaye olur!
(Filmde Gökhan Tümkaya’nın da müzikleri kullanılıyor)

3. How To Survive A Plague 
1980’lerin ortasında AIDS “Çağımızın vebası” olarak ortaya çıkar, binlerce kişi çaresizce ölüme terk edilirken bir grup aktivist Act Up’ı kurar. “How To Survive A Plague” gay komünitesinin başını çektiği hareketin giriştiği “hayatta kalma” mücadelesini politik ve tıbbi kanalları eşit şekilde zorlayarak nasıl büyük kazanımlar elde ettiğinin çarpıcı bir belgesi. Video devrimi sayesinde neredeyse her hareketlerini kaydetmiş olmaları ve tarihe birinci elden tanıklık etme şansı önemli.

2. Searching For Sugar Man 
Sıkı bir müzik dinleyicisiyseniz mutlaka olması gerektiği kadar ünlü olmadığı için üzüldüğünüz sanatçılarınız vardır. Sixto Rodriguez’in hikayesi ise “underrated”lık durumunu çok üst seviyelere taşıyor. 1970’ler başında Detroit’te “yeni Bob Dylan” olarak çıkan, ama üne kavuşmayıp kaybolan bir müzisyen. Ne ki, Amerika’nın bilemediği kıymeti dünyanın bambaşka bir köşesindeki bir ülke, Güney Afrika gösteriyor. Tek sorun, Rodriguez bundan hiç haberdar değil. Malik Bendjelloul tüm hikayeyi merak duygunuzu sürekli ayakta tutacak şekilde anlatıyor. Tarihin en iyi müzik filmlerinden birisi.

1. The Queen of Versailles 
“Normalde belgeseller sıfırdan zirveye anlatırlar. Bu belgesel sıfırdan zirveye, oradan sıfıra hikayesi oldu.” 
İyi belgeselcilik biraz da şanstır. Lauren Greenfield doğru zamanda doğru yerde bulunarak 2012’nin en iyi belgeseline imza atmış. Amerikalı devre mülk kralı David Siegel ve eski Miss Florida eşi Jackie’nin Fransa’da görüp bayıldıkları Versay Sarayı’nı inşa etmeye karar vermeleriyle başlıyor film. Saray yavrusunu değil, sarayın aynısını. Ne var ki, 75 milyon dolarlık inşaat başladıktan kısa süre sonra 2008’de ekonomik kriz ortaya çıkıyor ve Siegel’lar ellerinde atsan atılmaz, satsan satılmaz bir beton yığınıyla baş başa kalıyorlar. Greenfield, Siegel’ların yaşadıkları “Varlık içinde yokluk” durumunun groteskliğine güldürmek ve onların yaşantılarının da rüya olmadığını göstermenin çok iyi bir dengesini kuruyor.
(Not: Film çıktıktan sonra David Siegel, Greenfield’a “itibarsızlaştırma” iddiasıyla tazminat davası açtı. Bu adamlara güven olmaz.)

No comments:

Post a Comment