Friday, March 29, 2013

Stoker

Bir filmi coğrafyasına göre değerlendirmenin tuhaf olduğu zamanlardayız. Avrupa filmi, Amerikan filmi, Uzakdoğu filmi gibi kavramlar bulanıklaşıyor. Michael Haneke Amerika'ya gidip "Funny Games"ini Hollywood'un A-listesi oyuncularıyla birlikte çekti. Martin Scorsese ilk Oscar'ını bir Hong Kong filminin yeniden çevrimiyle aldı. Spike Lee "Oldboy"u yeniden üretti. Ve "Oldboy"u dünyaya armağan eden Güney Koreli Park Chan-wook ilk İngilizce filmini yaptı.

Park'ın ilk Hollywood filminden ne bekleyeceksiniz peki? Bir Hollywood filmi mi, Kore filmi mi? Cevap, spoiler sayılmaz: İkisinden de biraz.

"Başkalarının göremediği şeyleri gören" gotik ergen India'nın, babası ölünce çıkagelen amcası Charlie'nin ve anne Evelyn'in arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Evet, bu bir gerilim, ama heyecanla bir sonraki hamleyi beklediğiniz türden değil, üçlü arasındaki git-gelleri takip ettiğiniz psikolojik bir gerilim. Elektra kompleksine de dalabilirsiniz, ergenlik okumaları da yapabilirsiniz, ortam müsait. Ben en çok Mia Wasikowska ve Nicole Kidman'ın karakterleri arasındaki anne-kız gerilimiyle ilgilendim. Neden bilmiyorum, her zaman merak ettiğim bir husustur ve özellikle Pedro Almodovar'ın "Yüksek Topuklar"ında epey ilgi çekici şekilde deşilmiştir konu.

Ancak "Stoker" sadece psikolojik gerilim değil. Alfred Hitchcock ve klasik Amerikan gerilim filmleriyle bağını görmeniz mümkün. Bir de, kasıtlı yüzeysel oyunculuklar ve deneysel kamera açılarıyla B-filmi ruhunu taşıdığını da unutmamak lazım. "Stoker"ın Park'ın senaryosunu yazmadığı ilk filmi olduğunu düşünürsek üstadın imzası için stiline odaklanmak daha doğru olur. "Oldboy" başta olmak üzere tüm filmlerinde asıl gücün öykü değil de stilize yönetmenliği olduğundan bu da sorun değil. Kendisinin imzası olan grafik şiddete gelince, bu belki de "Ben Bir Robotum Ama Sorun Değil" dışında en "zararsız" Park filmi. Hollywood darbesi denebilir ama kendisi Kore'de yapılan filmlere göre çok daha fazla konuşma (film diyalogu anlamında değil, kamera arkasındaki müzakereler anlamında) olduğunu ama nihayetinde stüdyonun istediği ve kendisinin istemediği bir şeyin filmde olmadığını söylüyor.

Toparlarsak: Park'ın Hollywood'a gelmesi onun köşelerini biraz törpülemiş olabilir ama ruhunu satmadığı kesin. Park'lıklarına Amerika'da devam edip etmeyeceğini görmek içinse kendisinin yazdığı bir filmi izlememiz gerekecek. "Stoker" kusursuz değil ama huşu içinde izlenen ve kimi anlamları deşmek için ikinci bir izlemeyi de hak edecek bir film. İntikam üçlemesinin ilk ikisinin ayrı bir klasmanda olduğunu kabul edersek diğer filmleriyle aynı seviyede olduğunu düşünüyorum.

Not: "Stoker"ı ay başında Londra'da ev havasındaki bir salonda, koca koltuklarda bira içip yayılarak film izleyebildiğin bir yerde izledim. İstanbul Film Festivali başlarken bu festival günlüklerine ısınma turu olsun, "Stoker"ı da anmadan geçmiş olmayayım diye şimdi yazdım.

Tuesday, March 26, 2013

Girls, 2. sezon

Hannah kulak çubuğuyla kulak zarını yırttı, bir tren istasyonunda çömelip yere işerken yaşlı bir çifte yakalandı, kokainle uçarken bir club’da dans ederken gay bir adamla tişörtünü değiştirdi ve onun transparan atletiyle markete gitti. Booth Jonathan Marnie ile seks yaparken ondan ölü bir oyuncak bebeğe bakmasını istedi. Adam, Natalia’dan yatak odasına kadar emeklemesini istedi ve yatağa vardığında göğsüne boşalmasıyla bitecek bir anal seks yaptı. "Girls"ün ikinci sezonu televizyonda ilk defa gördüğünüz şeylerle doluydu. Peki buna ihtiyacımız var mıydı?

“Girls”ün ilk bölümleri yayınlandığıandan itibaren Lena Dunham’ın tartışma yaratmaya teşne bir sanatçı olduğu belli olmuştu. İlk bölümün en büyük tartışması “Bu dizide neden siyahlar yok?” iken Dunham ikinci sezonu Donald Glover’la bir sevişme sahnesiyle başlattı. Sanırım bu tavır, “Girls”ün ikinci sezonunun tonunu belli eden bir göstergeydi. Dunham dokununca yanan yaralara basmaktan keyif aldığını fark etti. Bunları ahlakçılıkla yazmıyorum. Televizyonlarımızı temiz tutmalı falan değiliz, ya da “Amerika’da RTÜK yok mu?” çağrısı yapmıyorum. Ama Dunham’ın “yapıyorum çünkü yapabilirim” tavrı, sanki enerjisini karakterlerine veya olay örgüsüne değil de “bu bölümde daha ne kadar zorlayıcı olabilirim”e harcamaya başladığını hissettirdi.

Elbette “Girls”ün ikinci sezonunda belirginleştirdiği bir tavrı, kişilerin karakterlerini cinsel ilişkiler üzerinden okuması Amerikan televizyonu için yaratıcı, adeta Fransız sinemasına, Catherine Breillat’ya öykünen, farklı bir tavır. Hannah’nın, Adam’ın, Marnie’nin, Shoshanna’nın kendilerini nasıl ifade ettiklerini seks üzerinden okumak önemli, en çarpıcı, en doğrudan ifade biçimi olarak koyuyor bunu Dunham. Öte yandan Dunham’ın tek güçlü yanı bu değil. Diyaloglarda kimi bölümlerde tutturduğu düzey müthiş. Örneğin bu sezon iki kişi kavga ederken tutturulan düzey mükemmeldi. İlk bölümden son bölüme kadar seyircinin “haklı-haksız” algılarıyla nefis oynadı. Örneğin tartışmada ilk büyük salvoyu yapan önce izleyiciyi yanına çekiyor, kısa süre sonra da karşıdan daha güçlü bir salvo geliyor ve izleyiciyi tam anlamıyla “tarafsız” bırakıyor. Ray ve Shoshanna’nın, Thomas’la Jessa’nın ayrılık sahnelerindeki dramatik gel-gitler nefisti, Youtube’dan hatırlamak için tekrar izlenecek cinsten. Marnie ve Adam’ın bazı konuşmaları da bunlar arasına girebilir.

Kavgalar dışında da Dunham’ın diyaloglarıyla vardığı zirve dördüncü bölüm olan “It’s A Shame About Ray” oldu. Neredeyse tamamı bir yemek masası etrafında geçen bir bölümü nasıl kontrol altında tuttuğu, Dunham’ın yeteneğinin bu sezondaki en büyük göstergelerinden birisiydi. Gerçek şu: “Girls”ün en formda hali Woody Allen veya Whit Stillman benzeri New York komedi/dramlarıyla minimal meseleleri merkeze alan Amerikan bağımsızlarına yakın durduğu anlar. İşler ciddileşmeye başladığında ise Dunham kontrolü kaybediyor. Diyaloglara eyvallah, ama iş dramatürjiye geldiğinde Dunham’ın biraz daha pişmesi gerekiyor. Dizinin ikinci sezonunun sonuna doğru aniden gelen dramatik değişimler sanki diziyi kurtarmak için dan diye tepeden inmiş hamleler gibi durdular. Bir dizinin 19. bölümünde ana karakterin obsesif kompülsif bozukluğunu (OCD) öğrenmek, daha önce bir barda spoken-word müzik yapmasından başka bir çabasını görmediğimiz bir karakterin birden bir app üretip köşeyi dönmesi Dunham’ın büyük resmi planlamadığını hissettiren hamleler oldu.

“Girls”ün ikinci sezonu ilkinin gerisinde kaldı ama yine de televizyondaki en keyifli, en sinir bozucu, en tartışmalı birkaç işten bir tanesi olduğu kesin. İkinci sezonda da pek çok şey ilkinin daha büyüğü gibiydi. Soundtrack'te daha büyük gruplar yer aldı, daha fazla ünlü oyuncu yan rollerde göründü, Lena Dunham daha çok ekran süresini çıplak geçirdi. Sorun, belki Lena Dunham’ın dizisini iyi yapan şeyin ne olduğu konusunda yanlış bir fikre sahip olması. Ya da belki de Lena Dunham’a Altın Küreleri biraz erken verdiler.

Thursday, March 21, 2013

Barış zamanı..

Bugün 30 yıllık hayatımın en önemli günü olabilir.. Ülkemi kendimi bildim bileli aşağıya çeken, gerçek potansiyelini ortaya koymasını engelleyen, içeride dışarıda birçok güç odağının oyuncağı haline gelmesine neden olan ve son tahlilde kimseye acıdan başka bir şey getirmeyen bu kanlı kavganın bitmesini sağlayacak sürecin ilk aşaması olabilir bugün. Gerçekten öyle mi olacak, huzur ve barış içinde birlikte yaşamayı yeniden öğrenebilecek mi bu halk, yoksa barış umutları yerini yine ümitsizliğe, kedere ve acıya mı bırakacak, zaman gösterecek.. Ama yaşım şunu iddia etmeme yetiyor: barış için hiç bu kadar umutlanmamıştık, hiç bu kadar geleceğe güvenle bakmamıştık. Tabi ki çok sorunumuz var, her alanda.. Ama bu en büyük sorunumuz adil biçimde çözülmediği sürece, diğer alanlarda ne kadar başarılı olursak olalım ülkemiz topal, halkımız gözü yaşlı olmaya devam edecektir.. Öyle olmayacağını ümit ediyorum; Türkiye'nin, insanımın bunu başarabilecek güce sahip olduğunu biliyorum.. Bugünün 30 yıllık hayatımın en önemli günü olacağına inanıyorum!

Friday, March 8, 2013

Foals - Holy Fire

                                

Foals son zamanların en iyi müziğini yapıyor olabilir mi? Olabilir.. Her albümde daha iyi oluyor bu adamlar. Geçen ay yayınlanan Holy Fire muhteşem.. Bu aralar radyolarda en çok dönen "My Number"a takılmayın; gayet eğlenceli olsa da albümün en vasatı. İlk single "Inhaler" çok daha iyi bir giriş albüme. Beni en çok heyecanlandıran nokta ise, grubun sanki sınırsızmış gibi görünen melodi bulma becerisi.. Barutları sonraki albümlerde tükenir mi bilmiyorum ama bu kadar iyi melodiyi nereden buluyorlar çok merak ediyorum.

Son zamanlarda bende bu kadar tekrar tekrar dinleme isteği uyandıran başka bir albüm olmadı, evet.. Bazı albümlerden şarkılar oldu tabi ki, Wild Beasts'in "Reach a Bit Further"ı ya da Twin Shadow'un "Castles in the Snow"u gibi.. Ama bir bütün olarak Arcade Fire'ın The Suburbs'ünden bu yana böyle bir albümle karşılaşmadım desem çok iddialı olur mu bilmiyorum. Ama demek istiyorum.

Şarkılara gelince.. "Inhaler", "Bad Habit", "Everytime", "Late Night", "Providence", "Out of the Woods" bir adım öne çıkanlar.. Yarısından çoğunu saymışım parçaların.. Ama dediğim gibi, albüm bir bütün olarak en iyi halini gösteriyor. "Providence" ve "Prelude"da bir nebze ilk dönem Moby ve Fatboy Slim tadı aldığımı da söylemeden geçmeyeyim..

Her albümde kendini yeniden yaratan gruplardan değil Foals, ama istedikleri ve sevdikleri müziği şu anda dünyada en iyi yapan grup bana kalırsa.. Hala genç olduğunuzu düşünüp kendinizi avuturken sizden dört yaş küçük birilerinin 3 yılda gerçekten müthiş ve son derece olgun iki albüme imza atmış olmaları birazcık sarsıcı olabiliyor. 1960'lar ve 70'lerde insanların çok daha genç yaşlarda en üretken zamanlarını yaşadıklarını biliyoruz tabi ki. Ama belki de 1986 doğumlular bana hala küçük çocuklarmış gibi geldiği için olsa gerek, bu genç adamların yaptığı şey oldukça etkileyici geliyor. Bize de daha uzun yıllar Foals'un müziğini dinleyebilecek olmanın tadı kalıyor..