Sunday, April 28, 2013

Hakiki Guitar Hero: Mark Knopfler


Ömer Madra, yıllarca çocuklarına anlata anlata bitiremediği büyük idolü Metin Oktay'ı televizyonda görür. Heyecanla çocuklarını televizyon karşısına çağırır, "Bakın o anlattığım Metin bu" diye. Bir televizyon programı için yıllar sonra Ali Sami Yen çimlerindedir Metin Oktay. Madra büyük heyecanının yanında içten içe "ya yıllar sonra eskisi kadar iyi değilse, ya çocuklar ondan benim etkilendiğim gibi etkilenmezse?" korkusunu da yaşar. Neyseki "Büyük Metin" çıkıyor, müthiş bir vole yapıştırıyor, futbolu bırakmasından belki bir 15 yıl sonra bile zarafeti hala yerinde.

Bazen o kadar çok seversiniz ki kahramanlarınızı, kırılgan, yaşlı, zayıf görünmelerini istemezsiniz. Kahraman babanızı hasta yatağında görmek gibi. Mark Knopfler bana kırmızı gitar aldıran adam. Onun tek parmağının milyonda biri kadar bile bir gitarcı olamadım ama onun gibi çalmak istedim hep. Dün, ilk İstanbul konserinin 5 yıl sonrasında, omzuna beş yıl daha koymuş, saçını beş yıllık dökmüş, yüzüne beş yılın çizgilerini eklemiş haldeydi. Konserin ortasına yerleştirdiği Dire Straits klasikleri "Romeo & Juliet" ve "Sultans of Swing"in ikincisinin sonlarında, o efsanevi finale adım adım geldi. Önce meşhur solosunun temalarının etrafında dolaştı, belki de böyle çalmayacak diye düşündüm. Hak verdim kendimce. Bugün 3-4 yıl önce yaptığınız şeyleri yapamıyorsunuz. Bir müzisyenden de 35 yıl önce çaldığı şeyi bugün aynı kusursuzlukta çalmamasını da anlayabiliriz... Derken o mükemmel soloyu en mükemmel şekliyle bitirdi. O anda vücudumdaki tüm kan çekildi, omuzlarıma melekler asıldı, beni yerden birkaç santim yükseltti. Şarkı bitti, bir süre daha orada kaldım.

Mark Knopfler konserini özel yapan sadece Dire Straits geçmişi değil. Üstadın solo kariyerini de itiraf etmek gerekirse azalan bir merakla takip ettim, örneğin "Sailing To Philadelphia"ya bayıldım ama Kelt müziği ve Amerikan country'sinin etkileri müziğinde arttıkça ben uzaklaştım. Konserlerinde ise gitarlarının duruluğuyla ve sound'unun tertemizliğiyle keyifle dinleniyordu bu şarkılar. Dolayısıyla sonsuz bir nostalji akışı şeklinde geçmiyor Mark Knopfler konserleri. Bu yüzden eski grubu sayesinde ünlü olmuş ve şu anda o grubun şarkılarını söyleyerek ekmeğini kazanan rockstar eskileri konserlerine gitmediğim halde Knopfler'ı izlemeye gittim.

Konserin normal süresinin son şarkısı "Telegraph Road"du. 14 dakikalık, nakaratsız bir şarkı. Kendi içinde edebi ve sinemasal tatları olan bir başyapıt. Double bir albümün sonlarına gizlenmiş bir epik şarkı değil. Beş şarkılık bir albümün ilk şarkısı. Dire Straits bunu yaptığında avant-garde bir grup değildi, milyonlarca satan bir gruptu. Bugün 40 dakikalık ve beş şarkılık bir albüm yayınlayan majör bir rock grubu düşünebiliyor musunuz? 2008'de geldiğinde Knopfler bir basın toplantısında karşımızdaydı. Ona bunu sormuştum: "Biz bunu yayınladığımızda da bir riskti, ama artık şirketler formüllere daha bağlı kalıyorlar. Single'lar da her zaman promosyonel bir formattır. Biz ise asla single yapmadık, albüm yaptık." Hatta o zaman söylemişti, BBC ilk çıktığı zaman "Sultans of Swing"i çalmak istememiş, içinde çok fazla söz olduğu için. Ne zaman şarkı Amerika'da hit olmuş, ondan sonra yayınlamak zorunda kalmışlar.

Yakın zamanda pikap aldığımdan beri daha çok "uncool" müzik dinler oldum. 1970'ler ve 80'lerde sevdiğim albümlerin plaklarını bulduğumda alıyorum, ya da birkaç şarkısını sevdiğim gruplarla ilk defa gerçek manada tanışıyorum. 90'lar ve 2000'lerin "uncool" diye yaftaladığı müzik aslında analog kaydedildiği için o şekilde dinlemesi daha zevkli olan müzik. Yanlış anlaşılmasın, her zaman tuttuğum "en iyi ne varsa bugünde" savımdan geçiyor değilim. Sadece eski şeyler dinleyen bir dinozor da olmadım. Sadece artık "uncool" denip geçilen müziklerin bugün üretilen çok müzikten daha heyecan verici olabildiğini ve ezbersiz düşünmek gerektiğini hatırlatmak istedim. Nefis Mark Knopfler konseri de bu hatırlatışa vesile olsun.

Setlist: 
        What It Is
        Corned Beef City
        Cleaning My Gun
        Privateering
        Father and Son
        Hill Farmer's Blues
        I Used to Could
        Romeo and Juliet
        Sultans of Swing
        Song for Sonny Liston
        Postcards from Paraguay
        Marbletown
        Speedway at Nazareth
        Telegraph Road
   Bis:  
        Brothers in Arms
        So Far Away     

Friday, April 19, 2013

32. İstanbul Film Festivali günlüğü (üç)

Son iki günde 7 filmi birden yakmama sebep olacak bir "iş gezisi" durumu ortaya çıktığı için film festivali benim için biraz buruk bitti. Özellikle de bu yıl bir başyapıta denk gelmemek de sanırım bu duyguyu perçinledi. Yine çok güzel bir iki haftaydı, keşke daha çok büyük film, daha çok klasik izleyebilseydik dedim. Şimdiden 2014'ün hayallerini kurmaya başladım.

Festival Günlüğü 1. Bölüm
Festival Günlüğü 2. Bölüm

Kayıp Umutlar
Belki tembelliktir ancak film festivalleri içinde Amerikan bağımsızlarına denk geldiğimde biraz daha fazla nefes aldığımı hissederim. Özellikle bu seneki festival gibi, ilk günlerinde vasatın az üstünde dolaşan filmlerle geçen günlerden sonra Gus Van Sant'ın sinemasında kendimi bildik bir kucağa oturmuş buldum. Van Sant'ı zaten çok severim, üzerine çok sevdiğim üç oyuncu Matt Damon, Frances McDormand ve John Krasinski (büyük hayranlık alarmı!) de olunca "Kayıp Umutlar" için çok çaba sarfetmedim. ABD'de son yıllarda doğalgaza karşı yükselen bir ses var (Meraklısını "Gasland" belgeseline yönlendirelim). Fakat petrole bağımlı ekonominin falsolarını gördüğümüz yıllardan sonra doğalgaz da pek çok ekonomi için önemli bir çıkış yolu. Gus Van Sant, orta halli Amerikan kasabalısının topraklarını parselleyip gaz arayan büyük şirketlerle buna karşı çıkan çevreci direncin öyküsünü anlatıyor. Eminim politik açıdan eleştirmek mümkün, filmin vaadettiği çıkış yoluna karşı çıkmak da. Ama bence Van Sant akıllı ve vicdanlı bir politik film çekerek vaadini yerine getiriyor.
Çekme Kaset notu: 7


Japon 
Carlos Reygadas 2000'ler sinemasında en dikkate değer bulduğum birkaç yönetmen arasında. "Cennette Savaş"la tanıyıp çarpıldım, sonra "Sessiz Işık"la yoruldum ama yıllar sonra etkisini hep derinimde hissettim. Son filmi "Post Tenebras Lux"u bir yıldır bekliyordum ama biletimi satmak zorunda kaldım, kendisinin masterclass'ı ise Galatasaray-Real Madrid maçına kurban gitti. İlk filmi "Japon"u ise atlamadım. Sevdiğiniz bir yönetmenin erken dönemini izlemek hep iyi bir deneyimdir. İlerleyen dönemlerinde kusursuzlaştırdığı görsel dilinin ilk işaretlerini bulmak, daha sonra etrafında dönüp duracağı temaların varlığını bir köpek gibi koklaya koklaya bulmak vardır işin içinde. Gençliğin verdiği arayışları ve bulamayışları da belirgin bir hoşgörüyle karşılarsınız. Ağırkanlı anlatımı içinde çok gündelik meseleleri anlatırken aslında insanı aşan dertlere dokunan fikirlerin yönetmeni Reygadas. İnsana karşı acımasızlığı mizantropiden değil, insanın ne denli kusurlu ve küçük bir yaratık olduğunu büyük bir olgunlukla kabullenmişliğinden.
Çekme Kaset notu: 7.5


Oyuncu Seçimi 
Martin Scorsese'den Woody Allen'a kadar tüm büyük yönetmenler onlara müteşekkir. Robert Redford'dan Dustin Hoffman'a onlarca efsane oyuncu ise onlara bir kariyer borçlu. Ancak kasting direktörleri hala Hollywood'da üvey evlat muamelesi görüyor. Bu HBO belgeseli, kastingin filmin ana etmenlerinden birisi olduğunu kabul ettiren öncü Marion Dougherty'yi merkeze koyarak oyuncu seçiminin büyüsünü inceliyor. Göz alıcı bir katılımcı ekibiyle yola çıkan filmin derdi ise kasting sorumlularının sektörde nasıl hakkının yendiğini hem eğlenceli, hem de çarpıcı şekilde anlatıyor. Jeneriklerde tek spot adı yazıp da Oscar'larda ödül alamayan tek görevli onlar. Aynı zamanda kasting direktörü diye de adları geçmiyor ve "casting by" diye ifade ediliyorlar çünkü Yönetmenler Birliği "yönetmenlik" sıfatını başka kimseyle paylaşmak istemiyor. İzlerken Dougherty'nin vizyonerliğine şapka çıkarıyor, birlik başkanı Taylor Hackford'a küfrediyorsunuz. "Şeytanın Avukatı"nı da hiç sevmemiştim zaten.

Çekme Kaset notu: 7

Arada Kalan

Her festivalin bir tane "highlight"ı olur. Benim için bu festivalin "o filmi" işte buydu. Julianne Moore hayranlığım yüzünden önceden adını duyduğum bir filmdi "What Maisie Knew," ama kendi başına da çok etkileyici bir işti. Bir boşanmanın ve "arada kalma" öyküsünü anlatıyor film, ama asıl başarısı, olayları Maisie'nin tarafından anlatması. Anne veya baba, ya da ona bakan diğer insanlar, sadece Maisie'nin perdede var olduğu anlarda varlar. Bizim anladığımız ama Maisie'nin anlamayacağı detayları görüyoruz, bazen de onun kadar büyük gönüllü olamadığımız için çabalayarak kendimizi onun yerine koyuyoruz. Filmin iki yönetmeni Scott McGehee ve David Siegel çok dramatik bir öyküde kimseyi şeytanlaştırmadan, ancak duyguları da yitirmeden harikulade bir filme imza atmışlar. İşte Amerikan bağımsız sinemasını bunu yapabildiği, insan hayatının gerçeğine dokunabildiği anlarda çok seviyorum.
Çekme Kaset notu: 8

Starlet
Pek çoğumuzun hayatında, en alakasız iki film janrını bir araya getirip komiklik üretmeye çalıştığı anlar olmuştur. "Erotik karate"nin üzerine çıkabilen de olmamıştır. SXSW'te gösterilen ve Independent Spirit'te Robert Altman Ödülü'nü alan "Starlet" genç ve yaşlı iki kadın arasındaki tuhaf ve sıcak dostluk öyküsünün içine hardcore porn öğelerini katarak bu iki benzemez janrı pelikülde buluşturuyor. Model Dree Hemingway ilk ciddi başrolünde başarılı, tüm set için aynı şeyleri söylemek de mümkün. Ne var ki, aradaki hardcore beş dakikayı bir kenara koyarsanız filmin pek ayırıcı bir noktası olduğunu söylemek mümkün değil, o beş dakikanın lüzumlu olduğu da epeyi tartışılır. Sadece, yönetmen Sean Baker'ın izleyiciye bir pornocuyu pornocu olarak değil de insani boyutuyla anlatışıyla dikkate değer bir film olduğunu düşünüyorum. Kötü veya zaman kaybı değil, ama tarih de yazmıyor.
Çekme Kaset notu: 5

Bir Hurdacının Hayatı
Danis Tanovic bir gün gazetede bir haber okur. Hurdacı adam ve hasta karısının sağlık güvencesi olmadığı için hastane hizmeti almaması Tanovic'i kızdırır. Önce bunun belgeselini yapmak ister. Kamerayı açar ve "Size yapılanları anlatın" der. Sonra çekimler içine sinmez ve karı, koca ve  iki tane kızlarının hayatının filmini çeker. Yaşadıklarını oynamasını ister. Bu esnada ev hallerini, kadının börek yapışını, adamın araba parçalayışını da birebir olarak kameraya alır. İster hiper-realizm deyin, ister cinema verite, ister belgesel: "Bir Hurdacının Hayatı"nda gördüğünüz şey, gerçek. Kameraya kaydedildiği haliyle gerçeğin simülasyonu gibi görünebilir ama bıraktığı his olarak bir tanıklık. Nazif Mujic bu filmdeki performansıyla En İyi Aktör ödülü aldı Berlinale'de. Film sonrası Tanovic'in anlattıklarıyla değeri daha da artan bir film oldu gözümde. Tamamen bir iki tekrarda aldıkları, çocukların kameraya bakıp güldüğü, hatta bir sahnede elektrik görevlisinin merdiveninin kameraya çarpışını ve çıkan tak sesini bile esirgemediği bir film. Hayatın ta kendisi, ya da sinemanın. Üzerine siyasi söylemini de ekleyin. Neticede müthiş bir film.
Çekme Kaset notu: 8

Karnaval 

Baştan sona tüm yolculuğuna şahit olduğunuz bir sanat eserini "eleştirmek" kolay iş değil. Can Kılcıoğlu'nun bana "Alis"i ilk anlattığı günü hatırlıyorum. Benim evime gelmişti, çünkü rastalarımı keserken o anları kameraya almasını istiyordum. Kesim bittikten sonra Alis'ten konuşmuştuk. Yıllar geçti, Can senaryosunu her yazışında, bütçe, kasting veya benzer sorunlarla boğuşurken tam dibinde değil ama yakınlarındaydım. Türkiye'de genç bir sinemacı olmanın nasıl bir mücadele gerektirdiğini de bu sayede gördüm. 2008'in sonlarındaki o günden 2013 Nisan'ına gelindiğinde, Atlas Sineması'nda Can'ı sahnede filmini sunarken gördüğümde ister istemez sadece filmi değil, onun yolculuğunu da gördüm. Eğer benim görüşüme güveniyorsanız, "Karnaval", bağıra çağıra konuşmayan, ne çok karamsar, ne çok sulu, dozunda bir rahatlıkla anlatışıyla çok sevdiğim bir film oldu. Memleket sinemasının çoğunluğundan ayrılan, kendine has bir dil bulan filmi, gösterildiği salonda sıcaklığını seyirciye geçirdi diye gözlemledim. Aslında ikna etmesi çok zor bir karakter olan Alis'in Serdar Orçin'in harika oyunculuğu sayesinde yere basması filmin en büyük kozlarından, ama eğer Alis ve Demet'in arasındaki ilişkinin saflığına inanıyorsanız bunda yönetimin samimiyeti ve detaylara dikkat etmesi çok mühim. Şimdi bu kadar olsun, film vizyona girdiğinde belki bir daha konuşuruz.
Çekme Kaset notu: 7


Roket 

Roket, Avustralya'dan çıkma bir ilk film. Ancak Kim Mordaunt kamerasını belki de perdede hiç izlemediğiniz bir ülkeye, Laos'a çeviriyor. Merkezine iki çocuğu koyan film, anlatım dilinde de çocuksu bir stili tutturuşuyla "Beasts of Southern Wild"ın daha "realist" bir hali gibi duruyor. Öyküsünde Laos'un kültürüne yer verişi belki zaman zaman masalsı bir hava yaratıyor, ama sert bir doğum sahnesiyle açılan film, her köşe başında patlamamış bombalara vurgu yapınca, 1969'daki Amerikan operasyonunun ülkede bıraktığı yaraların simgesini de yapmış oluyor. İkinci yarısında masalsılık biraz fazla Disney'ye de ulaşsa, görmeye değer bir film "Roket," festival bunun gibi filmler için.
Çekme Kaset notu: 6.5

Can Ateşi 
Laurent Cantet (tıpkı Reygadas gibi) festivalde tanıyıp sevdiğim ve artık Nisan aylarının kaçmazlarından olan bir yönetmen. "L'Emploi du Temps" veya "Sınıf" kişisel öykülerden sağlam politik mesajlar çıkartabilen, etkileyici işlerdi. "Foxfire" bir Joyce Carol Oates romanı uyarlaması. Belki Cantet bu yüzden yeterince rahat değil ve anlatımında geleneksel bir roman uyarlaması/dönem filmi çizgisinde ilerliyor. Genç kızların arasındaki birlikten, erkeklerden gördükleri tacizden intikam duygusundan, birlikte oluşturdukları komünden şüphesiz verimli okumalara yer açan bir film, ancak Cantet filmografisinin en güçlüsü olmadığı muhakkak.
Çekme Kaset notu: 6

Wednesday, April 17, 2013

Margaret Thatcher'ın ölümü, BBC ve Jarvis Cocker..


BBC doğası gereği kimseye yaranamayan bir kurum. Ne TRT gibi tamamen devlet, ne herhangi bir özel TV kanalı gibi % 100 "özel". O yüzden de sık sık ya hükümete ya da sivil güçlere karşı savunma halinde buluyor kendini.

Son olarak, Margaret Thatcher'ın ölümünün ardından kopan şarkı kıyametiyle tepkilerin odağı oldu bu güzide kurum. Malum, "Demir Leydi"nin aramızdan ayrılmasına İngiltere'de (ve dünyada) bazı kesimler çok sevindi. Bu tepkinin insaniliğinin dışında ussallığı da çok tartışıldı, ancak anlaşılan bazıları için böyle bir insanla aynı havayı solumamak bile büyük bir mutluluk kaynağı. Bu arada sosyal medyada örgütlenen bir kesim, Oz Büyücüsü'nden "Ding-Dong! The Witch Is Dead" şarkısını listelerde 1 numara yapmak için kampanya başlattı ve şarkı 2 numaraya kadar yükseldi. Haliyle, parçanın BBC'ye ait Radio 1'de yayınlanan resmi liste programında çalınması sözkonusu olunca ortalık karıştı ve sonunda BBC, "ne şiş yansın ne kebap" mantığıyla, sadece kısa bir bölümünü çalmaya karar verdi. Bunun üzerine tabii ki sansür tartışmaları vs. patlak verdi ve BBC yeniden kendini savunma halinde buldu.

BBC kendini savunadursun, Pulp'ın esas adamı Jarvis Cocker'ın  o kadar yalın ve öz biçimde dile getirdiği şu ifadeleri, iki cümlede siyaset sosyolojisi dersi niyetine paylaşmakta yarar görüyorum: "This is a premier who seemed to thrive on conflict and stuff like that. You can't have somebody who's so divisive in the country pass away and there be no negative reaction to it." Muhafazakar milletvekili Rob Wilson'ın aynı haberde yer alan ifadeleri oldukça çarpıcı..

Not: BBC'yi eleştirmek çok kolay, ama BBC'nin başarısına ucundan kıyısından yaklaşabilen bir kuruma sahip olmak aynı derecede zor..

Thursday, April 11, 2013

32. İstanbul Film Festivali günlüğü (iki)


32. İstanbul Film Festivali'nde müzik filmleri ve belgeselleri yoğunluğu neredeyse başlı başına bir bölümü hak edecek kadar fazla. Günlüklerin ikincisini bunlara ayırdım. 
Festival Günlüğü 1. bölüm

Bir Şarkının Peşinde 
Geçen hafta festivalde bir "Searching For Sugar Man" rüzgarı esti. Eh, haksız da değil, Sixto Rodriguez'in öyküsü sadece tüm zamanların en iyi belgesellerinden biri değil, tüm zamanların en iyi müzik filmlerinden birisi. Çekme Kaset'in sadık okuyucuları zaten önceki ay bu satırlarda filme 2012'nin en iyi belgeselleri listesinde yer verdiğimi anımsarlar. Müziği sevip de bayılmamanın imkansız olduğu bir film yaptı Malik Bendjelloul ve hak ettiği bir Oscar da aldı. Festivalde, ya da daha önce "Sugar Man"in öyküsüne vurulanlardansanız, bir de "The Story of Anvil"e bakın derim. Türkiye'de metalciler dışında hak ettiği kitleye ulaşamayan, "Sugar Man"le aynı şeyi değilse de benzer bir "kayboluşun" diğer tarafını anlatan Anvil, izlenmesi gereken bir müzik filmi.
Çekme Kaset notu: 9

İnanmaktan Vazgeçme
Journey, olasılıkla Amerika'nın en "Amerikan" rock grubu. İhtişamıyla, istikrarıyla ve sözlerindeki Amerikan rüyası vurgularıyla tam Yeni Dünya'nın grubudur. Ancak Journey birkaç sene önce hiç de Amerikan olmayan bir şey yaptı ve yeni vokalistini Filipinler'den buldu. Grubun gitaristi Neal Schon'un YouTube'da denk geldiği Arnel Pineda'nın rüya gibi yolculuğunu anlatıyor film. Sinemasal olarak düşünüldüğünde belgesel sanatına bir şey katmadığı kesin. Anlatımı ve görsel dilinin de bir grup DVD'sinden fazlasını vaadetmediği de. Ancak Pineda'nın öyküsü ve karakteri o kadar güzel ki, izlerken duygulanmadan edemiyorsunuz. Belgesel severlerden ziyade rock müzik hayranlarına olduğunu yineleyeyim.
Çekme Kaset notu: 6

Sound City
Dave Grohl için artık rock müziğin muhtarı diyebiliriz. SXSW'te yaptığı konuşma tarihe geçti bile. Yine Austin'de prömiyerini yaptığı belgeseli "Sound City" de rock müziğin köşetaşlarından birisine odaklanıyor. Los Angeles'ta onlarca başyapıtın kaydedildiği ve önceki yıl kapanan bir stüdyonun (ve efsanevi kayıt masasının) hikayesini, all-star bir kadronun katılımıyla anlatıyor. Gerçekten, klasik rock dediğimiz, bu müziğin destanlarında yer etmiş albümlerin pek çoğu orada kaydedilmiş. Son on yıl içerisinde müzik endüstrisinin geçirdiği evrim sonucu analog yerini dijitale bırakırken Sound City de olduğu haliyle ayakta kalmayı başaramıyor. Ama Grohl bu tarihin yazılmasının gerektiğinin farkında. Önce hikayeyi anlatıyor, sonra o kayıt masasını satın alıp büyüyü Paul McCartney'den Stevie Nicks'e kadar onca isimle birlikte yeniden yaratıyor. Büyük bir rock tarihi hayranı olarak öykünün anlatıldığı ilk bölümü, sadece performanslara adanmış son bölüme göre çok daha fazla güçlü.
Çekme Kaset notu: 7

Tim Buckley'den Sevgilerle 
Tarihin en ilginç baba-oğul öykülerinden birisi şüphesiz. Birbirlerini hiç tanımamış ama farklı zamanlarda ürettikleri büyülü müziklerle yüzlerce farklı insanı etkilemiş bir baba-oğul. Film, iki kanaldan ilerliyor. Tim Buckley'nin baba olmak üzere olduğu geç 1960'lar ve Jeff Buckley'nin Tim'in parçalarının çalınacağı bir gecede şarkı söylemek için davet aldığı erken 1990'lar. Tim sanatının zirvesinde, Jeff ise henüz kendi sesini bulmaya başlayan bir genç. Jeff söyledikçe kariyerinin nasıl gideceğinin ipuçlarını vermeye başlıyor, öte yandan hiç tanımadığı babasıyla müzik üzerinden bir ilişki kurmaya çalışıyor. Ancak filmin sorunu, iki çok enigmatik karakterin çok güçlü hikayelerinde belki de en az ilgi çekecek yerlere odaklanması. Sanki müzik nedir bilmeyen birisi yazmış bu hikayeleri, ve bilmediği yerleri atlayarak geçmiş. Penn Badgley'nin sesiyle gösterdiği çaba takdire değer ancak oyunculuk konusunda o da bu senaryoda ne yapacağını bilememiş gibi. Müzik tarihinin en önemli figürlerinden ikisini anlatma çabasında yetersiz kalan ve kaçırılmış bir fırsat olmuş "Tim Buckley'den Sevgilerle."
Çekme Kaset notu: 4

The Perks of Being Wallflower 
Bir müzik filmi değil. Festivalde de izlemedim. Ancak 2012'nin en sevdiğim filmlerinden birisi olan "Saksı Olmanın Faydaları"ndan bahsetmek istedim. Baştan sona The Smiths göndermeleriyle dolu, David Bowie'nin "Heroes"unun öyküde çok büyük yer tuttuğu, arabalarda plakların dinlenebildiği, çekme kasetlerle ilan-ı aşk edilen bir dönemi anlatan Stephen Chbosky filmi sinema tarihinin en güzel lise filmlerinden birisi. İzlemediyseniz yakalayın.
Çekme Kaset notu: 8

Thursday, April 4, 2013

32. İstanbul Film Festivali günlüğü (bir)


Derin Sular
Baltasar Kormakur'un sineması birlikte yaşlandıklarımdan. İlk filmi "101 Reykjavik" benim izlediğim ilk İstanbul Film Festivali'ndeydi. İzlanda'daki "kendini iyi hisset" filmlerinden Hollywood aksiyonlarına kadar farklı perdelere gitti geldi. Geçen yıl ülkesi adına Oscar yarışına çıkan "Derin Sular" sanki ikisinin ortasında: İzlanda'da çekilmiş ama Hollywood'un çektiği hayatta kalma filmlerine yakın duruyor. İzlerken aklınıza "Life of Pi" gelecek şüphesiz, ama Ang Lee'nin renkli paletini düşünmeyin, burada neredeyse siyah-beyaz, hatta siyah-gri bir ton tutturuyor Kormakur. Kutup denizinin soğuğunu iliklerinize kadar hissedeceğiniz, ilerleyen hamlelerinde de hep şaşıracağınız, çok iyi işlenmiş bir film bu. Evet, konusu biraz Amerikan-vari olabilir ama tuttuğu yolun bildik Kormakur hümanizminden payını almadığını söylemek mümkün değil.
Çekme Kaset notu:


Aşk Kokusu
1970 Aralık'ında John Lennon solo kariyerinin en tartışmalı şarkılarından biri olan "God"ı yayınladı. "Rüya bitti" dedi Lennon. Bu, pek çoklarına göre 68'lilerin yenilgiyi kabulüydü. 1970'lerin başı pek çoklarına göre hayal kırıklığıyla eşdeğerdir, ama 1971'de, Paris'te, liselerde hala devrime inanan çocuklar var. Olivier Assayas "Aşk Kokusu"nda kamerasını onlara doğrultuyor. Fransızca adı "Mayıs'tan Sonra," İngilizce adı "Havada Bir Şey Var" gibi çevrilebilir, ki filmin ruhuna daha uygun. Mayıs 68'den sonrasındayız, havada bir ruh var. Ama bu özgürlük havasını kendi küçük komünitelerinde hisseden bir grup, bunu toplumsal özgürleşmeye çevirmeye çalışıyor. Ne kadar başarılı olduklarını filmde görebilirsiniz, ama Assayas'nın onlara tepeden bakmaması, onların özgür şiddet, seks, uyuşturucu ve sanat "deney(im)lerini" diyelim bir Larry Clark tavrıyla yargılamaması artı puan. Filmin yönetimindeki serbesti de belki de gençlik enerjisiyle bağdaşabilir. Her ne kadar filmin senaryosu da özellikle finale doğru iyice gevşese ve odağı kaçırsa da, nihayetinde izlemenin keyif verdiği bir film bu. Özellikle stili ve sanatıyla 1970'leri çok seven benim için.
Çekme Kaset notu: 6.5


'45 Ruhu
"The Angels' Share" veya "Looking For Eric" gibi pozitif filmlerden sonra yeniden "ciddi" siyasal filmlere dönüyor Ken Loach ve II. Dünya Savaşı sonrasında yıkılmış İngiltere'nin nasıl ayağa kalktığını bir belgeselle anlatıyor. Loach lafı evelemeden, İngiltere'nin ayağa kalkış reçetesi olarak İşçi Partisini ve sosyalizmi gösteriyor. Margaret Thatcher dönemine kadar sağlık, eğitim, ulaşım, konut gibi başlıklarda yapılan ilerlemeleri gösteriyor. Özellikle İngiliz sağlık sistemi NHS'in özelleştirilmesinin Ada basınında yoğun olarak tartışıldığı günlerde bu filmin çıkması Loach'un açık bir mesajı. Günümüzde "sosyalist" kelimesinin neredeyse çağdışı görüldüğü bir ülke ve siyasi iklimde, Loach'un böylesi bir film çekmesinin beni heyecanlandırdığını gizleyecek değilim. (Ki, sosyalist değilim) Üzerine, Britanya'daki sol çizgiye ve işçi sınıfı yaklaşımına sinemadan kaynaklı bir sempatim olduğu için filmi yorulsam da keyifle izledim. Ancak belgeselin son derece eski stil olduğu ve biraz eğitim filmi havasında olduğu da bir gerçek. Artı, hikayeyi fazlasıyla tek taraftan anlatması da "45 Ruhu"nu bir propaganda filmi haline getiriyor.
Çekme Kaset notu: 6.5 


Mekong Hotel
"Ya bir kamerayı oynat bir şey yap!" Atlas Sineması'ndan çıkan genç kızın Apichatpong Weerasethakul'a isyanı böyleydi. Bundan yıllar önce bir sabah seansında Emek'te Tsai Ming-Liang'ın "Elveda Sinema"sında uzadıkça uzayan sinema salonunu süpürme sahnesinde "Aaay ay!" diye iç geçiren kızdan beri en güzel festivalci dışavurumuydu herhalde. Böyle tepkiler hoşuma gidiyor açıkçası. Mekong Hotel de sonunda alkışlandı. Bittiği için alkışlandı yani. Ben çoğunluk kadar acımasız değilim. Ve aslında bir festival izleyicisinin (en azından hatırı sayılır bir bölümünün) ne izleyeceğine dair hazırlıklı olması gerektiğini düşünüyorum. Weerasethakul'un sineması artık sürpriz değil. 57 dakika olmasına üstelik yönetmenin sineması için alışılmadık biçimde müzikle örülü olmasına karşın hazmı kolay bir film değil. Perdede görülen pek çok olayı anlamlandırmak da izleyici için çok kolay değil, o da kabul. Ancak bu filmden keyif almak için biraz Weerasethakul'un sinemasına hakim olmak gerekiyor. İki filmi "Tropik Hastalık" ve "Amcam Eski Hayatlarını Hatırlıyor"daki gibi sıradan olanın içine doğaüstünü geçirişi, tuhaf bir mizah anlayışı ve yaptığı şeye derinden bağlanışı burada da var. Belli ki en fazla bir haftada çekilmiş, biraz "ara film" hissi var burada. Ama hazırlıklı olmayanlar için 57 dakikalık bir işkence olduğu kesin.
Çekme Kaset notu: Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor'u sevenler için 6. 
Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor'u sevmeyenler için 0. 

* Emek demişken... Ya da boşverin, artık Emek'ten bahsetmek içimi acıtıyor. Pazar günkü eylem çok güzeldi, ama belki de geç kaldık. Yine de Altyazı'da Senem Aytaç'ın "Bizim için halen bir mücadele alanı" demiş olmasından hareketle "Bitti demeden bitmez" dememiz gerekiyor belki de.


Gördüğüne İnan
Mike Figgis İngiliz sinemasının gerçek anlamda "auteur" sıfatını hak eden yönetmenlerinden. Onu Oscar yoluna sokan "Leaving Las Vegas" bile alışıldık kalıpları bozan anlatım numaralarına sahip bir filmdi. Deneysel filmi "Long Live Long"u izlemedim ama "Suspension of Disbelief" üstadın araştırmaktan bıkmadığının kanıtı. Atlas'taki gösteriminde düşük bütçeyle baş etmenin yollarını anlattı ama teknolojinin işleri kolaylaştırdığından, dijital çekmenin çekim ve kurgu maliyetlerini düşürdüğünden de bahsetti. "Gördüğüne İnan," bir yazar ve dramatürji hocasının, oyuncu kızının ve yönetmen sevgilisinin etrafında dönüp kurmaca-gerçek arasında geçişler yapan bir hikaye anlatıyor. Kurmaca içinde gerçek içinde kurmaca derken neyin gerçek, neyin kurmaca olduğunu sorgular buluyorsunuz kendinizi. Bu algı oyunlarının üstesinden hakkıyla geliyor Figgis, üzerine de bunu film noir'a bir saygı duruşunda bulunarak yapıyor.
Çekme Kaset notu: