Friday, April 19, 2013

32. İstanbul Film Festivali günlüğü (üç)

Son iki günde 7 filmi birden yakmama sebep olacak bir "iş gezisi" durumu ortaya çıktığı için film festivali benim için biraz buruk bitti. Özellikle de bu yıl bir başyapıta denk gelmemek de sanırım bu duyguyu perçinledi. Yine çok güzel bir iki haftaydı, keşke daha çok büyük film, daha çok klasik izleyebilseydik dedim. Şimdiden 2014'ün hayallerini kurmaya başladım.

Festival Günlüğü 1. Bölüm
Festival Günlüğü 2. Bölüm

Kayıp Umutlar
Belki tembelliktir ancak film festivalleri içinde Amerikan bağımsızlarına denk geldiğimde biraz daha fazla nefes aldığımı hissederim. Özellikle bu seneki festival gibi, ilk günlerinde vasatın az üstünde dolaşan filmlerle geçen günlerden sonra Gus Van Sant'ın sinemasında kendimi bildik bir kucağa oturmuş buldum. Van Sant'ı zaten çok severim, üzerine çok sevdiğim üç oyuncu Matt Damon, Frances McDormand ve John Krasinski (büyük hayranlık alarmı!) de olunca "Kayıp Umutlar" için çok çaba sarfetmedim. ABD'de son yıllarda doğalgaza karşı yükselen bir ses var (Meraklısını "Gasland" belgeseline yönlendirelim). Fakat petrole bağımlı ekonominin falsolarını gördüğümüz yıllardan sonra doğalgaz da pek çok ekonomi için önemli bir çıkış yolu. Gus Van Sant, orta halli Amerikan kasabalısının topraklarını parselleyip gaz arayan büyük şirketlerle buna karşı çıkan çevreci direncin öyküsünü anlatıyor. Eminim politik açıdan eleştirmek mümkün, filmin vaadettiği çıkış yoluna karşı çıkmak da. Ama bence Van Sant akıllı ve vicdanlı bir politik film çekerek vaadini yerine getiriyor.
Çekme Kaset notu: 7


Japon 
Carlos Reygadas 2000'ler sinemasında en dikkate değer bulduğum birkaç yönetmen arasında. "Cennette Savaş"la tanıyıp çarpıldım, sonra "Sessiz Işık"la yoruldum ama yıllar sonra etkisini hep derinimde hissettim. Son filmi "Post Tenebras Lux"u bir yıldır bekliyordum ama biletimi satmak zorunda kaldım, kendisinin masterclass'ı ise Galatasaray-Real Madrid maçına kurban gitti. İlk filmi "Japon"u ise atlamadım. Sevdiğiniz bir yönetmenin erken dönemini izlemek hep iyi bir deneyimdir. İlerleyen dönemlerinde kusursuzlaştırdığı görsel dilinin ilk işaretlerini bulmak, daha sonra etrafında dönüp duracağı temaların varlığını bir köpek gibi koklaya koklaya bulmak vardır işin içinde. Gençliğin verdiği arayışları ve bulamayışları da belirgin bir hoşgörüyle karşılarsınız. Ağırkanlı anlatımı içinde çok gündelik meseleleri anlatırken aslında insanı aşan dertlere dokunan fikirlerin yönetmeni Reygadas. İnsana karşı acımasızlığı mizantropiden değil, insanın ne denli kusurlu ve küçük bir yaratık olduğunu büyük bir olgunlukla kabullenmişliğinden.
Çekme Kaset notu: 7.5


Oyuncu Seçimi 
Martin Scorsese'den Woody Allen'a kadar tüm büyük yönetmenler onlara müteşekkir. Robert Redford'dan Dustin Hoffman'a onlarca efsane oyuncu ise onlara bir kariyer borçlu. Ancak kasting direktörleri hala Hollywood'da üvey evlat muamelesi görüyor. Bu HBO belgeseli, kastingin filmin ana etmenlerinden birisi olduğunu kabul ettiren öncü Marion Dougherty'yi merkeze koyarak oyuncu seçiminin büyüsünü inceliyor. Göz alıcı bir katılımcı ekibiyle yola çıkan filmin derdi ise kasting sorumlularının sektörde nasıl hakkının yendiğini hem eğlenceli, hem de çarpıcı şekilde anlatıyor. Jeneriklerde tek spot adı yazıp da Oscar'larda ödül alamayan tek görevli onlar. Aynı zamanda kasting direktörü diye de adları geçmiyor ve "casting by" diye ifade ediliyorlar çünkü Yönetmenler Birliği "yönetmenlik" sıfatını başka kimseyle paylaşmak istemiyor. İzlerken Dougherty'nin vizyonerliğine şapka çıkarıyor, birlik başkanı Taylor Hackford'a küfrediyorsunuz. "Şeytanın Avukatı"nı da hiç sevmemiştim zaten.

Çekme Kaset notu: 7

Arada Kalan

Her festivalin bir tane "highlight"ı olur. Benim için bu festivalin "o filmi" işte buydu. Julianne Moore hayranlığım yüzünden önceden adını duyduğum bir filmdi "What Maisie Knew," ama kendi başına da çok etkileyici bir işti. Bir boşanmanın ve "arada kalma" öyküsünü anlatıyor film, ama asıl başarısı, olayları Maisie'nin tarafından anlatması. Anne veya baba, ya da ona bakan diğer insanlar, sadece Maisie'nin perdede var olduğu anlarda varlar. Bizim anladığımız ama Maisie'nin anlamayacağı detayları görüyoruz, bazen de onun kadar büyük gönüllü olamadığımız için çabalayarak kendimizi onun yerine koyuyoruz. Filmin iki yönetmeni Scott McGehee ve David Siegel çok dramatik bir öyküde kimseyi şeytanlaştırmadan, ancak duyguları da yitirmeden harikulade bir filme imza atmışlar. İşte Amerikan bağımsız sinemasını bunu yapabildiği, insan hayatının gerçeğine dokunabildiği anlarda çok seviyorum.
Çekme Kaset notu: 8

Starlet
Pek çoğumuzun hayatında, en alakasız iki film janrını bir araya getirip komiklik üretmeye çalıştığı anlar olmuştur. "Erotik karate"nin üzerine çıkabilen de olmamıştır. SXSW'te gösterilen ve Independent Spirit'te Robert Altman Ödülü'nü alan "Starlet" genç ve yaşlı iki kadın arasındaki tuhaf ve sıcak dostluk öyküsünün içine hardcore porn öğelerini katarak bu iki benzemez janrı pelikülde buluşturuyor. Model Dree Hemingway ilk ciddi başrolünde başarılı, tüm set için aynı şeyleri söylemek de mümkün. Ne var ki, aradaki hardcore beş dakikayı bir kenara koyarsanız filmin pek ayırıcı bir noktası olduğunu söylemek mümkün değil, o beş dakikanın lüzumlu olduğu da epeyi tartışılır. Sadece, yönetmen Sean Baker'ın izleyiciye bir pornocuyu pornocu olarak değil de insani boyutuyla anlatışıyla dikkate değer bir film olduğunu düşünüyorum. Kötü veya zaman kaybı değil, ama tarih de yazmıyor.
Çekme Kaset notu: 5

Bir Hurdacının Hayatı
Danis Tanovic bir gün gazetede bir haber okur. Hurdacı adam ve hasta karısının sağlık güvencesi olmadığı için hastane hizmeti almaması Tanovic'i kızdırır. Önce bunun belgeselini yapmak ister. Kamerayı açar ve "Size yapılanları anlatın" der. Sonra çekimler içine sinmez ve karı, koca ve  iki tane kızlarının hayatının filmini çeker. Yaşadıklarını oynamasını ister. Bu esnada ev hallerini, kadının börek yapışını, adamın araba parçalayışını da birebir olarak kameraya alır. İster hiper-realizm deyin, ister cinema verite, ister belgesel: "Bir Hurdacının Hayatı"nda gördüğünüz şey, gerçek. Kameraya kaydedildiği haliyle gerçeğin simülasyonu gibi görünebilir ama bıraktığı his olarak bir tanıklık. Nazif Mujic bu filmdeki performansıyla En İyi Aktör ödülü aldı Berlinale'de. Film sonrası Tanovic'in anlattıklarıyla değeri daha da artan bir film oldu gözümde. Tamamen bir iki tekrarda aldıkları, çocukların kameraya bakıp güldüğü, hatta bir sahnede elektrik görevlisinin merdiveninin kameraya çarpışını ve çıkan tak sesini bile esirgemediği bir film. Hayatın ta kendisi, ya da sinemanın. Üzerine siyasi söylemini de ekleyin. Neticede müthiş bir film.
Çekme Kaset notu: 8

Karnaval 

Baştan sona tüm yolculuğuna şahit olduğunuz bir sanat eserini "eleştirmek" kolay iş değil. Can Kılcıoğlu'nun bana "Alis"i ilk anlattığı günü hatırlıyorum. Benim evime gelmişti, çünkü rastalarımı keserken o anları kameraya almasını istiyordum. Kesim bittikten sonra Alis'ten konuşmuştuk. Yıllar geçti, Can senaryosunu her yazışında, bütçe, kasting veya benzer sorunlarla boğuşurken tam dibinde değil ama yakınlarındaydım. Türkiye'de genç bir sinemacı olmanın nasıl bir mücadele gerektirdiğini de bu sayede gördüm. 2008'in sonlarındaki o günden 2013 Nisan'ına gelindiğinde, Atlas Sineması'nda Can'ı sahnede filmini sunarken gördüğümde ister istemez sadece filmi değil, onun yolculuğunu da gördüm. Eğer benim görüşüme güveniyorsanız, "Karnaval", bağıra çağıra konuşmayan, ne çok karamsar, ne çok sulu, dozunda bir rahatlıkla anlatışıyla çok sevdiğim bir film oldu. Memleket sinemasının çoğunluğundan ayrılan, kendine has bir dil bulan filmi, gösterildiği salonda sıcaklığını seyirciye geçirdi diye gözlemledim. Aslında ikna etmesi çok zor bir karakter olan Alis'in Serdar Orçin'in harika oyunculuğu sayesinde yere basması filmin en büyük kozlarından, ama eğer Alis ve Demet'in arasındaki ilişkinin saflığına inanıyorsanız bunda yönetimin samimiyeti ve detaylara dikkat etmesi çok mühim. Şimdi bu kadar olsun, film vizyona girdiğinde belki bir daha konuşuruz.
Çekme Kaset notu: 7


Roket 

Roket, Avustralya'dan çıkma bir ilk film. Ancak Kim Mordaunt kamerasını belki de perdede hiç izlemediğiniz bir ülkeye, Laos'a çeviriyor. Merkezine iki çocuğu koyan film, anlatım dilinde de çocuksu bir stili tutturuşuyla "Beasts of Southern Wild"ın daha "realist" bir hali gibi duruyor. Öyküsünde Laos'un kültürüne yer verişi belki zaman zaman masalsı bir hava yaratıyor, ama sert bir doğum sahnesiyle açılan film, her köşe başında patlamamış bombalara vurgu yapınca, 1969'daki Amerikan operasyonunun ülkede bıraktığı yaraların simgesini de yapmış oluyor. İkinci yarısında masalsılık biraz fazla Disney'ye de ulaşsa, görmeye değer bir film "Roket," festival bunun gibi filmler için.
Çekme Kaset notu: 6.5

Can Ateşi 
Laurent Cantet (tıpkı Reygadas gibi) festivalde tanıyıp sevdiğim ve artık Nisan aylarının kaçmazlarından olan bir yönetmen. "L'Emploi du Temps" veya "Sınıf" kişisel öykülerden sağlam politik mesajlar çıkartabilen, etkileyici işlerdi. "Foxfire" bir Joyce Carol Oates romanı uyarlaması. Belki Cantet bu yüzden yeterince rahat değil ve anlatımında geleneksel bir roman uyarlaması/dönem filmi çizgisinde ilerliyor. Genç kızların arasındaki birlikten, erkeklerden gördükleri tacizden intikam duygusundan, birlikte oluşturdukları komünden şüphesiz verimli okumalara yer açan bir film, ancak Cantet filmografisinin en güçlüsü olmadığı muhakkak.
Çekme Kaset notu: 6

No comments:

Post a Comment