Wednesday, August 21, 2013

Pukkelpop 13!


Sarp'la Pukkelpop'taydık Cumartesi günü. 15-16-17 Ağustos tarihlerinde Belçika'nın Hasselt şehrinde düzenlenen festivalin son gününe teşrif edebildik ancak. Malum, çalışan insanlarız. Ama ne son gündü..

İkimiz de uzun zamandır böyle büyük bir festivale gitmemiştik, o yüzden daha festivale gidişte yaşadığımız ufak tefek aksilikler (ağırkanlılıktan Regina Spektor ve I am Kloot konserlerini kaçırma, festival alanının girişini bulamama! vb.) çok da şaşırtmadı bizi. Nihayet alana girdiğimizde ise Mart ayından beri beklediğimiz ana kavuşmanın keyfi, I am Kloot'u kaçırmış olmamızın hüznünü unutturdu.

Bilmem yaş ortalamasının 17 olduğunu söylememe gerek var mı! Gerçekten çok genç bir kitle vardı festivalde. Herkes halinden memnun görünüyordu. Ben birkaç saniyeliğine "dünyada bu kadar acı varken (Mısır'da iki gün öncesinde yaşananlar vs.) bizim burada böylesine hazcı bir ortamda eğleniyor olmamız ne kadar ahlaki" tribine girsem de atik meşrulaştırıcı manevralarla kurtardım kendimi.

Gelelim konserlere.. Festivalde gruplar 8 sahneye dağıtılmıştı. İzlemek üzere belirlediğimiz gruplar ana sahnede Regina Spektor, Foals, Franz Ferdinand ve The xx; Marquee'de I am Kloot, Club'da Frightened Rabbit ve Midlake, Dance Hall'de Crystal Castles ve enerjimiz kaldığı takdirde The Shelter'da Opeth idi. İlk ikisini geç kaldığımız için kaçırdık, Crystal Castles malesef Foals ve Franz arasında kaynadı, Opeth ise yorgunluk kurbanı oldu.

Ana sahnede Alabama Shakes, Marquee'de Kodaline, sonra yine ana sahnede Triggerfinger'a ufak ufak takıldıktan sonra Frightened Rabbit'i izlemek için Club'a gittik. Çok tatlıydı İskoç grup, 45 dakika süreleri vardı ve gayet eğlenceli bir performansı ortaya koydular. Son albümden "December's Traditions"ı çalmamaları üzdü ama olsun..

Sonra hemen Foals için ana sahneye koştuk, neyse ki sol cepheden önlere sızma çabalarımız sonuç verdi ve biraz yanda da olsa en önde yer bulabildik kendimize. Şaşırtıcı biçimde (en azından benim için) herkesin unuttuğu ilk albümlerinden 3 şarkı çalarken çok beğenilen ikinci albüm Total Life Forever'dan sadece Spanish Sahara'yı çaldılar. Ama eğlendirdiler, hem de çok! Yannis Philippakis'te rock star kumaşı var, kesin. Hem de burnu havalarda olmayan, sempatik rock star. Bir ara seyircilerin arasına atladı, insanların üzerinde biraz dalgalandıktan sonra sahneye döndü. Yannis ve Foals sadece müzikleriyle değil, sahne performanslarıyla da zamanın steril pop hareketlerinden farklı bir şeyler vaat ettiklerini gösterdiler.

Ve Franz Ferdinand! Şüpheciler kenara çekilsin, 2004'ten beri bizi zıplatan adamlar hala zıpkın gibi.. İlk çıktıkları zamanlardan bir röportajlarında "tek istediğimiz güzel kızları dans ettirmek" dediklerini hatırlıyorum; Pukkelpop'ta tam da bunu yaptılar! "This Fire", "Take Me Out", "Matinee", "Do You Want To", "Ulysses" gibi hitleri sıraladılar, seyirciyi coşturdular, bu aralar çıkacak olan yeni albümden de üç şarkı çaldılar. Yine izlemek lazım, hep izlemek lazım.  

Franz veda eder etmez arkadan dev bir kitlenin en ön sıradaki bizlere doğru aniden yüklenmesi karşısında şaşkınlığımızı gizleyemedik. Evet, bunlar genelde ergen genç kızlardan müteşekkil The xx hayranlarıydı.. Yanımızda duran (daha olgun görünümlü) iki kıza sorduk nedir bu grubun alameti farikası diye, "çok farklı, başka herhangi bir grubun veremediği samimi hisleri The xx'te bulduklarını" söylediler. (Muhabbetin devamında kızların sevgili olduklarını ve iki hafta sonra evleneceklerini öğrendik, batı dünyasını bir kez daha takdir ettik). Konser nasıldı peki? Eh, güzeldi tabi, ama hayran grubu The xx, konserin tadını çıkarabilmek için gerçekten sevmek gerek anladığım kadarıyla. Bildiğim ve hatırladığım tüm şarkılarını çaldılar..

Gecenin anlamlı bitişi tabi ki Midlake ile geldi.. Vokalist ve şarkı yazarı Tim Smith'in geçen sene ayrılmasının ardından grup kendini toparlamış ve Eric Pulido vokalleri de üstlenmesiyle yoluna devam etme kararı almıştı. Yeni albümü yakın zamanda tamamladılar ve Kasım ayında piyasaya sürmeyi planlıyorlar. Konser çok içten bir ortamda geçti, grup sanki ilk kez seyirci karşısına çıkıyormuşçasına heyecanlı, hatta bir nebze tedirgin gibiydi. "My Young Bride" ile açılışı yaptılar, "Rulers, Ruling All Things" ile devam ettiler, Bamnan'a "Kingfish Pies" ile selam çaktılar, yeni çıkacak "Antiphon"dan albüme adını veren single dahil üç şarkı çaldılar ve kapanışı iki efsane, "Roscoe" ve "Head Home" ile yaptılar, ikisinin de hakkını verdiler.. (Yani, Head Home'un sonundaki gitar solosu tabi ki albümdeki gibi olmadı ama yürektendi ve tutkuluydu). Eric'in vokaline alışmak biraz zaman alacak evet, ama güzel bir sesi var adamın, açık fikirli olmak lazım. Aynı şey yeni albüm için de geçerli galiba, farklı bir sound belli ki. "Antiphon"u çok tutmadım ama diğer iki şarkı ümit vadetti. ("Antiphon"u Midlake'in resmi sitesinden indirebilirsiniz

Güzeldi Pukkelpop, eğlenceliydi! Konser arası aktivitelerden şarkı bilme yarışmasını bile kazandık Sarp'la! Günü epey yorgun ama mutlu, huzurlu ve tatmin olmuş biçimde bitirdik. Seneye bu sefer Rock Werchter'e gitme konusunda prensip anlaşmasına vardık.. 

Müziksiz kalmayın!

 Ana Sahne

 DJ cenneti Boiler Room

Frightened Rabbit 

Foals 

Yannis 

Foals setlistini kapmayı başaran (yani, güzel olduğu için setlist kendisine takdim edilen) kızımız 

Franz Ferdinand 











 Alex Kapranos



 Güvenlikçiler de iyi insanlar, fotoğrafımızı çektiler..





 Franz Ferdinand setlisti

The xx 




Midlake

Festival alanını ateşe verdiler! 




 Dürüm rules!

Tuesday, August 6, 2013

Duvara karşı omuz omuza

Roger Waters’ın ilk İstanbul konserinden, aklımdan hiç çıkmayan bir detaydır: “Mother” sırasında “Anne devlete güvenmeli miyim?” dizesine binlerce insan, sanki sözleşmiş gibi “No!” diye cevap vermişti. 2013’te bu cevabı Waters’ın duvarına İngilizce (“No fucking way!”) ve Türkçe (“Kesinlikle hayır”) yansıttığı bir gerçekti, ama bu sufle olmasa da cevap, 2006’dakinden çok daha güçlü, çok daha hissederek, çok daha isabetle haykırılacaktı. 2013’ün İstanbul’u, 2006’dakinden çok farklıydı.

Hayattaki temel dürtülerimden birisi "O anda bulunmadığım bir yerde harika bir şeyin olduğu" fikri. Bu yüzden mümkün olduğunca çok yere yetişmeye çalışıyorum sanırım. Tuhaf biliyorum ama çoğu zaman bir şeyi televizyondan ya da internetten izlerken "Şu anda dünyada olunacak yer orası işte" diye iç geçiriyorum. Bu yaz İstanbul hiç olmadığı kadar o yerdi. Waters'ın Gezi Parkı eylemcilerine gönderdiği harika mesajdaki laf boşuna değildi. "Şu anda siz dünyadaki en önemli şeyi yapmaktasınız" demişti direnişçiler için.

Biz bu yazı doğru yerde geçirdiğimiz gibi, pazar akşamı da olunması gereken yerdeydik. Roger Waters da öyleydi. Doğru yerde, doğru zamanda, doğru ruh halinde, doğru müzikleri dinledik. Bu yüzden 33 yıllık bir başyapıt her zamankinden daha anlamlı, daha gerçek, daha etkileyici geldi kulağa. Bir yaz boyunca sokakta gördüklerimizin televizyonda yayınlanmadığını, gerçekte olanların nasıl binbir yalanla değiştirildiğini, kirli oynamayı nasıl da iyi bildiklerini ilk defa bu kadar yakından öğrendik. Olay ağaç meselesi değildi elbette, yıllarca örülen duvarlar artık nefes almayı zorlaştırır hale gelmişti, duvarlar üstümüze üstümüze gelince de ilk defa biz duvarın üstüne yürüdük. Performansın finalinde olduğu gibi duvarın yerle bir olmasına çok var daha, ama duvarda ilk çatlak oluştu, Cohen üstadın dediği gibi "ışık da oradan girer içeri."

Konserin sonuna zıplayalım: Roger Waters, "The Wall" performansının sonunda "Bugüne kadar 190, ya da 191 konser verdik. Bugüne kadarki konserler arasında sahnede olanlarla en yakın bağ kuran sizdiniz. Bu fark ediliyor. Teşekkür ederim." dedi, boşuna değildi. Biz Roger Waters'ın İstanbul konserini bu yaz Türkiye'de yaşadığımız her şeyin sonrasında (ya da tam ortasında) izleyebildiğimiz için şanslıydık. "Birlikte ayaktayız, bölünürsek yıkılırız" dizelerini ilk defa gerçek anlamıyla bu yaz yaşadık çünkü. Biliyorduk ki, o duvardan bize gülümseyen Abdocan'ın, Ali İsmail'in yerinde biz olabilirdik. Mehmet'in, Ethem'in hüzün dolu son bakışının yerine bizim bir fotoğrafımız olabilirdi herkesin kafasına kazınan. (Medeni Yıldırım'ın yokluğu bir eksiklikti, keşke olsaydı. Mustafa Sarı'nın fotoğrafının olmasını da bir devlet anlayışını, bir yönetemeyiş krizini, muktedirin hiddetinin en yakınında görünenleri bile nasıl zehirlediğini hatırlatması açısından çok anlamlı buldum.) Waters muazzam şekilde kaleme alınmış ve pek başarılı şekilde telaffuz edilememiş metninde isabetle söyledi zaten: O beşliyi "Devlet teröründen ölenler" diye anarak.

"The Wall" zaten yıllarca devlete, sisteme, geniş anlamıyla muktedire, kapitalizme, açgözlülüğe, tüketime, iletişimsizliğe dair tüm nefretimizi tercüme eden, bazen umutsuzluğumuzu, bazen de direnme kuvvetimizi borçlu olduğumuz bir albümdü. 33 yıl aradan sonra hala çok taze, çok güncel gelmesi Waters'ın şapka çıkartılacak vizyonu. Bu albümün sahnedeki hali ise müziğin çok ötesinde. "The Wall Live"ı izleyenler sadece bir konser izlemedi. Sinema, müzikal, video art, performans sanatı da vardı onun içinde, bir tarih dersi, haber bülteni, siyasal bilgiler konferansı da. Bu yaz hepimizin ekstra politize olması ve "duvar"a karşı aşırı öfkeli olmamız dolayısıyla "Faşizme karşı omuz omuza," "Her yer Taksim, her yer direniş" sloganlarıyla bir mitinge döndü. Gece bittiğinde yorgunluktan uyuyamama hissi, heyecandan, birlik olma duygusundan, olağanüstü bir tecrübe yaşamış olmanın doygunluğundan dolayı uyuyamamaya dönüştü. Saatler sonra sızdığımda, rüyamda Abdocan'la Ali İsmail'i gördüm. Ne bu yaz yaşadıklarımızın, ne de o olağanüstü performansın imgeleminin bizi uzun süre terk etmeyeceğinin belgesi gibiydi.