Tuesday, February 18, 2014

Michel Gondry ile bir saat



Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı. Salt Beyoğlu’na sığmayan bir kalabalık, kendi tespitiyle çoğunlukla kadınlar, !f İstanbul kapsamındaki söyleşi için oradaydı. Konu “Bilinçaltı ile Gökyüzü Arasında” idi, moderatör Yeşim Tabak’tı ve saat 19.30 olduğunda üstat sahneye teşrif etti. 

Öncelikli konuları Gondry’nin festivalde bulunma sebebi olan “Uzun Boylu Adam Mutlu mu?” belgeseliydi. Noam Chomsky’ye olan saygısını “zamanımızın en büyük beyinlerinden, en büyük düşünürlerinden biri” diye anlattı, “onunla tanışmak bile hayalimdi” dedi. Birkaç tane kitabını okumuştu (“Tabii ki hepsini değil, birkaç tanesini. Yüzden tane kitabı var”) ve kitapta cevabı olmayan şeyleri sormak istiyordu. Yanlış anlaşılma olmaması adına filmdeki Chomsky’ye sorduğu soruları kısa ve basit tutmaya çalıştığını söyledi.

“Hafıza” konusu kaçınılmaz olarak açıldı elbette. Gondry, hafızasının çok iyi olmadığını, her şeyi karıştırdığını söyledi. Yeşim Tabak, Gondry’ye hatırladığı en eski anısını sordu, Gondry üç yaşında okulda olduğu bir gününü hatırladığını söyledi. Chomsky ise 1,5 yaşını hatırlayabiliyormuş. Film çekerken de küçükken nasıl hissettiğini hatırlamaya çalıştığını söyledi, anlaşılabilir. Bir dönem fotoğraf çektiğini, fakat fotoğraf çekerken anı yaşamayı ihmal ettiği için bıraktığını söyledi. Söyleşinin sonunda konuya tekrar döndü. Bir sevgilisi varmış, onu çok özlediğinde onun olduğu fotoğraflara, videolara bakarmış. Ama o kadın onu terk etmiş, sonra da bütün kayıtları çöpe atmış. O yüzden bu işleri bıraktığını söyledi gülerek.

Filmlerindeki “rüya” yoğunluğu üzerine bir soru sordu Tabak: “Rüya var, rüya var. Bir, sizinkiler gibi düşsel film çekenler var, bir de David Lynch’inki gibi ‘rüya gibi’ çekenler var” diye. David Lynch’in en sevdiği yönetmenlerden biri olduğunu söyledi. “Ben de kabus görüyorum herkes gibi, ama onları çekmek istemiyorum” dedi.

Yönetmenliğin insanlarla iletişim kurma metodları konusunda eğitici olduğunu anlattı. Pek çok klibini çektiği Björk’ü bir filminde oynatmayı istediğini anlattı, ama ilk denemesi Lars Von Trier ile olduğu için sinemadan soğumuş ve bir daha oyunculuğa tövbe etmiş. Kendisinin çok yumuşak ve tatlı bir mizacı olmasına karşın “Sete gelseniz böyle düşünmezdiniz. Ben de çok takıntılı olabiliyorum. Normalde iyiyimdir ama bazen teknik bir mesele yanlış gidiyorsa çok sinirlenebiliyorum” dedi.
Sinema eğitimi almadığı için üzgün olduğunu söyledi. “Ama sinema eğitimi almamış yönetmenlerin çok iyi filmleri var. Sinema eğitimi alıp kötü film çekenler de var” dedi. Ayrıca “Okuldan çıkıp berbat teknisyen olanlar da var” dedi, teknisyen konusunda gerçekten dertli, belli (Önceki sene benzer bir söyleşide Nuri Bilge Ceylan da bu konudan dert yanmıştı). Çalışması en iyi olan insanları “Keşfetmeye hazır olanlar ve fikirlerimi kavramaya açık olanlar” diye özetledi.
Film yapımı konusunda “Şu anda DVD’ler pek moda değil ama ben DVD’lerden çok faydalandım” dedi, DVD’lerin ekstralarında film yapımına dair görüntüleri çok izlediğini söyledi. Ayrıca, filmlerindeki el yordamıyla üretilmiş “efektler” konusunda “İlk filmlerimi kendi başıma yaptığım için ne nasıl yapılır biliyorum” dedi. Bir şehir kurması gerektiğinde minyatür şehri kendi başına yapabildiğini anlattı mesela. “Dijital efektlerle bir sorunum yok ama çok sık değişiyor” dedi. iTunes’u bile indirdiğinde sürekli güncelleme istediğini, arayüzünü çok sık değiştirdiğini, dijitalle haşır neşir olan arkadaşlarının da programların yenilenmesine adapte olmakta güçlük çektiğini anlattı. Nostaljik bir insan olduğunu kabul etse bile, bunları nostalji olsun diye yapmadığını söyledi. “Eğer klasik teknolojiyle de yapabileceğin bir şey varsa bence dijitale gerek yok” dedi.
Sette çok sık storyboard kullanmadığını, ama video çekiyorsa storyboard kullandığını, çünkü başlamadan önce sanatçılara bir şey vaad ettiğini ve ona sadık kalması gerektiğini hissettiğini söyledi. İlk filmi “Human Nature”da storyboard ile çalıştığını, ama daha sonra filmdeki değerli anların storyboard’da bulunmayan küçük anlar olduğunu anladığı için sonraki filmlerinde bundan vazgeçtiğini söyledi. 

Oyuncularla çalışma kısmı ise söyleşinin en ilginç bölümüydü şüphesiz. Aktörlere ilk seferinde oyunu dikte etmediğini, onları etkilemek istemediğini, “onların kendisini şaşırtmasına izin verdiğini” söyledi. “Anın gerçekleşmesine izin veriyorum” dedi. “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”da Jim Carrey ile yaşadığı bir sorunu da anlattı. Mutfak lavabosunda yüzdükleri sahneyi çekerken Jim Carrey suya tekrar girmek istememiş. Herkes teker teker kaybolduğu için onun tek başına kaldığını çekmesi gerektiği halde Carrey tekrar girmek istememiş. “Sette yönetmen emirleri verir zannedersiniz ama her zaman böyle değildir. Bazen oyuncu çok ünlüyse, emirleri o verir” dedi gülerek. Sonunda girersin, girmem diye uzun uzun tartışmışlar, olay gerçekten gergin bir hal almış. En sonunda Carrey suya girmiş, ama girerken de kasti olarak suyu Gondry’nin üzerine sıçratmış.
“Sonra anladım ki, Kate Winslet ve Jim Carrey sette problemler yaşıyorlardı. Ve Kate sinirlenip suyun içindeyken işemiş. Jim Carrey de bu yüzden girmek istemiyormuş. Ama girdi ve Kate’in çişini de üzerime sıçratmış oldu.” 

Son soruyla söyleşi böyle keyifli bir havada bitmiş oldu. Bence Yeşim Tabak söyleşinin ilk bölümlerini aşırı kavramsal sorularla sürdürmeseydi ve seyirci soruları da “demeç” değil, gerçekten “soru” olsaydı iyi olurdu. Gondry üzerine master tezi yazan bir kız, mesela, oldukça geniş bir soru sordu Gondry’ye, adam anlamadı, soru tekrar soruldu, yine anlamadı, başkası tercüme etti, yine anlamadı. En sonunda Gondry’den 10 dakikalık bir görüşme istedi. Ama bunları yapana kadar tüm salonun 10 dakikasını gasp etti. Halbuki çıkışta ayaküstü yakalayıp o 10 dakikayı kopartmak isteyebilirlerdi. Neyse, umarım istedikleri olmuştur diyelim. 

Güzel bir Pazartesi akşamıydı çünkü Michel Gondry İstanbul’daydı.

No comments:

Post a Comment