Thursday, April 10, 2014

33. İstanbul Film Festivali günlükleri (bir)


Görünmeyen Kadın
Ralph Fiennes bir zamanlar en sevdiğim aktörlerden biriydi. En büyük sebebi de ergenlik yıllarındaki favori filmim “İngiliz Hasta”da oynamasıydı. Fiennes dönem dönem gözden kayboldu, bazen büyük bütçeli filmlerde de oynadı, ama 90’lar sonundaki gibi jön olmadı bir daha. 2011’de “Coriolanus”la yönetmenliğe başladı ve “Görünmeyen Kadın” onun bu alandaki ikinci işi. “İngiliz Hasta”daki partneri, gençlik aşkım Kristin Scott Thomas’a rol vermesi artı puan bir kere. Çok bilinen bir edebi figürün gerisindeki bulanık bir öyküye ustalıkla dalması, ufak gülümseten, arada iç dağlayan detayları filmine serpiştirişi, oyunculuk ve görsellik üzerindeki kontrolü gerçekten usta işi. Diyaloglar da, Charles Dickens’ın konu edildiği bir film için şaşırtıcı olmayacak biçimde, harika.
Çekme Kaset puanı: 7

Uberto Pasolini, Londra’da yaşayan bir İtalyan. Geçmişinde “The Full Monty” veya “Bel Ami” gibi filmlerin yapımcılığı var. Yönetmenliğini üstlendiği ikinci filmi “Still Life”ta ise diğerlerine çok benzemeyen bir iş. Film başlamadan önce “Çok güleceğiniz bir film değil, içinde seks de vaadetmiyorum. Uyumayanlarla filmden sonra konuşuruz” dedi. Biraz haksızlık etti kanımca. Belediyede kimsesiz insanların defnedilmesi üzerine bir departmanda tek başına çalışan John May’in hikayesi yer yer güldürdü ve bazen de bir iğne gibi battı. May sadece tek başına çalışmıyor, tek başına yaşıyor aynı zamanda. Ama yalnız değil belki de, o kimsesiz ölmüşleri hayatına dahil ediyor. Onların yakınlarını bulmaya çalışıyor, inançlarını, müzik zevklerini öğrenmeye çalışıyor. Onların ardından konuşma yazan ve cenazelerine katılan tek kişi o. Eddie Marsan’ın müthiş oyunculuğuyla baştan sona su gibi akan, insanın yüzüne hep buruk bir gülümseme konduran bir film “Durgun Hayat.” Festivallerde karşınıza çıkacak ve gerçekten iyi dostlarınıza tavsiye edeceğiniz o çok özel filmlerden.
Puanı: 8

Film festivalleri söz konusu ise bir Cannes, iki Berlin’dir. Cannes zaten tartışılmaz ama Berlin’in Altın Ayı kazanan filmlerine şöyle bir baktığınızda oradan boş filmin çıkmadığını net olarak görürsünüz. Bu yıl mahsul çok iyi değildi herhalde. “İnce Buz, Kara Kömür” gibi bir filmin Altın Ayı almasını başka türlü anlamlandıramıyorum. Ha, kötü film miydi? Hayır, “Cinayet Günlükleri”ni anımsatan konusu, karanlık atmosferi, çoğu zaman şiddeti grafikleştirmemesine karşın yarattığı tekinsiz hissi ve yönetmenin baştan sona kadar kontrolde tuttuğu orta temposuyla iyi çekilmiş bir filmdi. Ama vasat çizgisinin çok üzerinde sayılmazdı. İlk kareden itibaren anımsattığı “Cinayet Günlükleri” gibi bir başyapıt sözkonusuysa zaten, beklentiler yükseliyor ve onun altında kalmamak da pek mümkün olmuyor.
Puanı: 5

Terry Gilliam’ın “Brazil” ve “12 Maymun”dan sonra bir üçlemenin son halkası olarak gösterdiği “Sıfır Teorisi,” herhalde Wes Anderson imzalı “Büyük Budapeşte Oteli”nden sonra festivalin en çok ilgi çeken filmiydi. Gilliam’ın adı geçen iki filminin kariyerinin en iyileri arasında olduğunu düşünürsek heyecanlanmamız doğaldı. Filme yurtdışından gelen ilk eleştirilerin kötü olması da cesaretimizi kırmadı, zira Gilliam’ın filmlerinin ilk etapta yerilip daha sonra zaman içinde kült hale gelmesine alışıktık. Sadede geleyim: “Sıfır Teorisi” beni ziyadesiyle tatmin etti. Gilliam’ın taklit edilemez görsel yeteneği yetiyordu bir kere: Retro-fütürist set tasarımı, dengesiz kadrajları, dinamik kurgusu sayesinde filmi gözümü kocaman açarak izledim. Gilliam’ın sinizmi yine naif bir romantizme de yer bırakıyordu bölüm bölüm, bu da “Brazil”in karanlığın içinde bile yeşeren umuduna yakın duruyordu.
Puanı: 7.5

İlk !f İstanbul’lardan birinde gösterildiğinde izleyicileri bölmüştü. Sonra dijitalden 35 milimetreye transfer edilmesi 5-6 yılı bulmuş, tek kopyayla gösterime girebilmişti. Daha sonra !f İstanbul’un 10. yılında yeniden gösterim şansı verilen filmlerden biri olmuştu. “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi”ni izlemek için çok şansım olmamış, bu şansların da hepsini kaçırmıştım (Daha sonra filmin tamamının Vimeo’da mevcut olduğunu fark ettim gerçi). İstanbul Film Festivali’nde Yeşilçam’ın 100. yılı vesilesiyle hazırlanan “Bu İkiliye Dikkat” bölümünde “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”la eşleştirilen filmi, nihayet izledim. Aklıma ilk olarak 2002-2004 civarı geldi. Emre Akay ve Hasan Yalaz’ın filminin yanında Mehmet Bahadır Er’in kamera üçlemesi o yıllarda gelmişti. Ben de ilk kısa filmimde benzer bir kurmaca-belgesel-gerçek sınırlarını bulandırmaya çalışmıştım. Demek ki o dönemde memlekette gerçek-kurmaca ayrımı, film içinde film esprisi üzerine düşünen insanlar vardı diye düşündüm. Şimdi 12 yıl sonra “Bir Tuğra Kaftancıoğlu Filmi” iyi göründü gözüme. İyi bir fikir, belki muazzam değerlendirilmemiş ama bir ilk filmin heyecanını da taşıyan bir işti. Belki daha “temiz” bir film olabilirdi, filmi “öğrenci filmi” havasından çıkarabilirdi ama belki de o zaman bu ruhu olmazdı, bilemiyorum. Neticede yıllar sonra izlediğime mutlu oldum.
Puanı: 5.5  

Edebiyat tarihinin en enigmatik figürlerinden J.D. Salinger’ı konu eden bu belgesel, kabaca iki bölüme ayrılıyor. “Çavdar Tarlasında Çocuklar”ı yazana kadarki hayatı ve sonrası. O efsanevi kitabın öncesinde Salinger’ın özellikle orduya katılması ve savaşa gidişi, döndükten sonra yazdıklarını yayınlatma çabası filmin ilk bölümünü oluşturuyor diyebiliriz. Kitabın olağanüstü başarısından sonra gözden iyice uzaklaşması, röportajları reddetmesi, bir başka bölüm. Her iki kısımda da epeyi şey öğrendiğimi söyleyebilirim. Ama sanırım en çok ilgimi çeken, sanırım “Çavdar Tarlasında Çocuklar”la gelen şöhretin ardından sömürüldüğünü hissetmesi (bunu Joyce Maynard’dan öğreniyoruz) ve tüm o çılgınlığın bir parçası olmamak için kendisini geri çekmesi. Sanatından ve kişiliğinden taviz vermemek için münzevi hayatı seçmesi. Evet, kimileri bu oyunu oynamayı beceriyor, kimisi de bir parçası olmayı reddediyor. Salinger son nefesini verene kadar ikinci grupta oldu.
Puanı: 6

Errol Morris gibi bir adam yetiştirdiği için ABD ne kadar şanslı! Uzun kariyeri boyunca çok farklı belgeseller çekti ve tam anlamıyla “zamanın tanığı” oldu. Kendisinin orta metraj belgeselleri 2001’de gösterildiğinde Beyoğlu Sineması girişinde uzun kuyruklar oluştuğunu, filmi salonun içinde ayakta izleyen düzinelerce insan (ki biri de bendim) hala aklımda. Morris’in politik belgesellerinin son halkası, en çok George W. Bush yönetiminde Savunma Bakanı olarak bildiğimiz Donald Rumsfeld üzerine odaklanıyor. Rumsfeld, 60’ların sonunda politikaya atıldığı günden bu yana her şeyin arşivini tutan, her şeyi hatırlayan zehir gibi bir adam. Watergate döneminde de orada, Vietnam’da da, 11 Eylül’de de, Irak Savaşı’nda da. Kimi zaman gereğinden fazla açıksözlü, kimi zaman anlaşılır şekilde gerçeği saklıyor, top çeviriyor. Ama belgesel bittiğinde Amerikan siyasetinin son 40 yılına dair çok ilgi çekici detaylar bırakıyor insanın aklında. Konunun ilgilisi mutlaka izlemeli.
Puanı: 6.5

İtalyan sinemasıyla aramın her zaman çok iyi olmadığını itiraf etmeliyim. Elbette bazı klasikleri dışarıda tutuyorum. Ama yakın zamanda bir “uyanışın” Paolo Sorrentino harikası “Muhteşem Güzellik” ile gerçekleştiği de bir gerçek. Taviani kardeşlerin başyapıtlarından “Kaos”u büyük perdede izleme fırsatını tam da bu zamanda kaçırmamak gerektiğini düşünmem bundandı. Hala kapatılacak çok eksik var, evet, ama senede bir klasikleri karanlık salonda izlemek özel bir şey. Filmin ses kopyası sorunluydu, çok kısık sesle izlemek zorunda kaldık ama güzel bir kitle vardı: En ufak sesin bile yankılanacağı bir salonda çıt çıkmadı. Cumartesi gecesi üç saatlik bir filmi izlemek için sinemaya gelen bir kitleden de bu beklenir zaten. Filme gelince, beş kısa öyküden oluşan filmde gerçeküstü sayılabilecek detayları kimi zaman pastoral tatta, kimi zaman da dozunda mizahla anlatmış olmalarını sevdim. Ayrıca öykülerin aslında siyasal, sosyal veya psikolojik birer alegori olduğu ve birkaç düzeyde okumaya imkan vermesi, ama en üst katmanda da insana dokunması etkileyiciydi. 30 yıl olmuş, ama zamanın testinden rahat rahat geçmiş “Kaos.”
Puanı: 8

No comments:

Post a Comment