Monday, August 4, 2014

Lana Del Rey: Şiddetin Ne Hoş

(Bu yazı, Blue Jean'in Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır) 
Lana Del Rey, tartışmalı “Born To Die” ile bir süperstar olmuştu. 7 milyon satan bir albümün aynısını yapmaktansa “Ultraviolence” ile sizi karanlık tarafa davet ediyor. Sonuç müthiş.

İstediğiniz pop müzik ansiklopedisine bakın, göreceğiniz şey aynıdır: İkinci albüm, bir yıldızın en zor dönemecidir. Lana Del Rey bu sorunu acısız atlattı. İkinci albüm sendromu mu dediniz? Hangi ikinci albüm? Onu üne kavuşturan albüm “Born To Die” zaten teknik olarak onun ikinci albümüydü. Eğer yeni sahne kişiliğinin ilk albümünü “Born To Die” sayarsanız, arkasından mini kayıt “Paradise”ı yayınlayarak sıra savdı. Doğrusunu isterseniz 2012’den bu yana o kadar farklı iş çıkarttı ki, “Ultraviolence”ın kaçıncı albüm olduğunu tartışmaya başlasak bir 15 dakikayı yeriz. Bir gerçek var ki, Lana Del Rey, bu şekilde ikinci albüm sendromunun arkasından dolaşmış oldu. Pek çok şeyde yaptığı gibi.
Benim diyen müzik yazarı, sosyolog ya da psikolog çıkıp “Ben Lana Del Rey’i çözdüm” diyemez. Günümüzün en göz önündeki, ama en gizemli figürlerinden birisi o. Her yaptığıyla sizi yanıltabiliyor, her sözüyle sizi ters köşeye gönderebiliyor. Ondan bir şey yapmasını bekliyorsunuz ve o asla onu yapmıyor.
Kendisini Lizzy Grant olarak tanıyan birkaç kişiyi boşverelim, ‘Video Games’ ile karşımıza çıktığında sanki bir zaman kapsülünden yeryüzüne çıkmış gibiydi. Tutkuları içinde patlamış, kendisini anlayan kimseyi bulamayan, sevdiği adamı bilgisayar oyunlarına kaptıran yalnız bir kadın. Yükselip yükselip düşen, bir türlü patlamayan, günümüz dinleyicisinin kulağının aradığı nakarat zirvesini sunmayıp hevesi kursakta bırakarak tahrik eden, bu yüzden doyurmayan, bir kez daha dinleme isteği uyandıran arsız bir şarkıydı. İlk albümü “Born To Die”ın da bu kadar vurucu, bu kadar seksi, bu kadar zamansız olmasını bekliyorduk. Ters ayakta yakalandık. Albüm belli başlı birkaç şarkısı dışında tamamen güncel seslerle örülü, hip hop’tan bolca beslenen bir liste albümüydü. Lana, önce sadece kafasını çıkarttığı indie tünelinden tamamen ayrılmıştı.

PLASTİK BEBEK
Aslında ona ilk kucak açanların sırtını dönmesi, “Born To Die”dan önce gerçekleşmişti. Saturday Night Live’daki en iyimser tabirle feci performansı Lana’yı viral yapan blogger’ları ve müzik eleştirmenlerini ondan uzaklaştırmıştı. Ayrıca hikayesinde birtakım tutarsızlıklar ve tuhaflıklar dikkat çekmeye başlamıştı. Kendisi yıllarca sokaklarda kaldığını, alkol tedavisi gördüğünü söylerken tüm kariyerinin babası tarafından finanse edildiği iddia edilmekteydi. İddialara göre o plastik bir bebekti; üretilmiş, paketlenmiş, raflara dizilmiş ve sizin tarafınızdan alınıp eve götürülmeyi bekleyen bir bebek.
Lana’nın anlattıklarına göre ilerlersek, “Born To Die” yaratım süreci sefalet içinde geçmesine karşın mutlu bir albümdü. “Ultraviolence” ise onun global bir süperstar olmasının ardından yapılmasına karşın mutsuz bir albüm. Yalnızlık, mutsuzluk, depresyon var burada. Seks ve aşk var, ama en hastalıklı haliyle. “Bana vurdu, ama öpücük gibi geldi” diyebilecek kadar hastalıklı. Şiddet var, dibine kadar. Hem karşıdan gelen, hem de kendine uyguladığı şiddet bu.
Lana şiddet ve ölüm duygusundan korkmuyor. Kurt Cobain’den Amy Winehouse’a, Elvis Presley’ye kadar tüm kahramanları ölü. Geçtiğimiz günlerde bir röportajında “Keşke ölmüş olsaydım” dedi. Şu anda 28 yaşında, yani lanetli 27’ler kulübüne artık katılmayacağı için şanslı hissedebiliriz. Ama Lana öyle düşünmedi: “Bunu sürdürmek istemiyorum. Ama sürdürüyorum.” Birkaç gün sonra, aslında bu cevabı vermek istemediğini, buna yönlendirildiğini iddia ederek The Guardian’a kızdı. Aslında kendisini röportajın bir yerinde ele veriyordu. Muhabir, konserlerinin sonunda 20 dakika boyunca hayranlarıyla kucaklaştığı zamanları anımsatıp “O zamanlarda yaptığın işi çok seviyor olmalısın” dedi. “Hayır,” diye cevapladı. “Ne düşündüğümü bilmiyorum. Tek bildiğim şu anda, burada, bu balkonda oturduğum.”

ZITLIKLARIN KADINI
Lana Del Rey tam bu anın kadını. Bir gün kalktığında dünyanın en mutlu insanı gibi hisseden, ama bir anda neden hala nefes aldığını sorgulayan birisi. O yüzden bir röportajda söylediği bir başkasını tutmuyor. Dürüstlüğü, tutarsızlıklarında. Gücü, zayıflığında. Güzelliği, karanlık tarafında.
Aralık ayında bir akşam The Black Keys üyesi Dan Auerbach’la takıldı. Birlikte bir şeyler içip albümünü dinlediler. O gece, “Ultraviolence” çoktan bitmiş gibiydi. Pek çok şarkıyı sıfırdan yeniden düzenlediler. Bazı şarkıları yavaşlattılar, bazılarına dumanlı gitar soloları eklediler. Bazı şarkıları yeniden söyledi Lana, ucuz mikrofonlarla, tek seferde. “Born To Die”ın pürüzsüz prodüksiyonuna karşın, loş, gergin, karanlık bir kayıt yaptılar. Daha çok yakıştı.
“Born To Die”dan sonra bir daha albüm yapmayacağını söylüyordu. “Anlatabileceğim her şeyi anlattım” diyerek. O zaman 25 yaşındaydı ve her şeyi yaşadığını düşünüyordu. Önceki albümlerde her yaşadığını anlatmak niyetindeydi, şimdi yaşadıklarından parçaları çekip çıkarmaya başladı. Onun peşine “Born To Die”la takılan genç dinleyicileri için “Ultraviolence”ın sert ruh haline, düşük temposuna alışması zor olabilir. Ama ‘Young and Beautiful’da sorduğu bu değil miydi zaten? “Artık genç ve güzel olmadığımda da beni hala sevecek misin?” Cevabı kendisi veriyordu: “Biliyorum ki seveceksin.” Yanında kimin olacağını bilmiyorum, ama bir bildiğim var, “Ultraviolence” Lana’nın kirli ve karanlık tarafına bir davetse, ben sonuna kadar varım.  

No comments:

Post a Comment