Wednesday, September 17, 2014

Edinburgh: En sevdiğim

Londra benim favori şehrimdi, Edinburgh'yı görene kadar. Hepi topu iki defa gittim, o iki gidişin toplamı bir hafta bile etmez. Ama gördüğüm kadarı yetti. İskoçya'nın başkenti kadar güzel, tarihi, keyifli, insanı güzel, ortamı tatlı, yeşil, kasmayan şehir görmedim. Yani belki görmüşümdür, ama Edinburgh'nın bana verdiği tatmini, rahatlık hissini başka bir yerde görmedim.

İstedim ki Edinburgh'yı yazayım, İskoçlar "Tamam mı, devam mı?" diye sandığa giderken bu şehirden bir parça Çekme Kaset'te olsun. Ama sonra yazı yerine fotoğraflarımı koyayım, onlar üzerinden gideyim dedim. Nasıl olsa yazıları kimse okumuyor.

Bu, muhteşem Edinburgh Kalesi. Eski Şehir'in tam ortasında duruyor. Ona doğru yürüyerek çıkarken adım adım şehrin manzarası güzelleşecek, en sonunda buraya ulaştığınızda tüm şehre hakim olacaksınız. Sonra buradaki işiniz bittiğinde yavaş yavaş Royal Mile'dan yürüyeceksiniz. Royal Mile, gerçekten de Kraliçe'nin kullandığı yol olduğu için bu isme sahip. Barları, pub'ları, hediyelik eşya dükkanlarıyla tam bir turist merkezi. 


Bunun arkasında güzel bir hikaye var. 24 Mayıs 2013 günü bu parka oturdum ve bir tweet attım: Medeniyet dediğin, hava güzelse insanların şöyle parka gidebilmesi aslında, atla deve değil. Olaydan bir hafta sonra hepimiz Gezi Parkı'ndaydık. İçime doğmuş herhalde. Ya da hepimiz medeniyete öyle susamışız. (Tweet bu)
Edinburgh, Britanya'da bulacağınız en eski binaların bir kısmını içeriyor. Hikaye şu, eski Londra'nın merkezinin neredeyse tamamı 1666'daki büyük yangında gitmiş, dolayısıyla oralarda gördüğünüz, birkaç yüzyıllık "yeni" binalar. Ama Edinburgh'da çok daha geriye gidebiliyorsunuz. Sokaklarında çok daha fazla hikaye var bu yüzden. 

 Royal Mile 

National Museum of Scotland çok keyifli bir yer. İskoçların kökenlerini görüyorsunuz ama popüler kültüre dair ögeler de var. Örneğin "Ünlü İskoçlar" bölümüne geldiğinizde Jackie Stewart'ı ya da Amy MacDonald'ı görüyorsunuz, keyifli oluyor. 
Gecelere akacaksanız yine Old Town civarındaki pub'lar keyifli. Hemen hepsinde canlı müzik var, ya da o gün rugby veya futbol varsa onları da izliyorsunuz. Ama önce Old Town'daki Bread Street üzerinde bulunan Pulp Fiction'a uğrayacaksınız. Dünyadaki en tatlı kitabevi olabilir. Güzel rock müzik çalınıyor, kitaplar güzel, kahve güzel. Girip otursanız ve saatlerce kalkmasanız size kimse bir şey demez. Mutlaka görün. Oradan çıkınca yüksek müzik isterseniz Cabaret Voltaire'de canlı müzik, Electric Circus ve The Liquid Room'da partiler oluyor. Takılabilirsiniz. Cowgate Street'te daha ziyade öğrenci mekanları, Grassmarket'ta daha ziyade hip ortamları bulabilirsiniz (ki Grassmarket'a hiçbir yere oturmasanız bile gitmelisiniz, yukarı doğru çıkan, renkli ve olağanüstü güzel bir sokak bu). 

Bu da en sevdiğim plakçı. Hem çok güzel plaklar var, hem çok ucuz. Londra'da alabileceğinizden birkaç paund ucuza alabiliyorsunuz. 

Bir ay önce Galler'deydim, Green Man festivali için. İskoçya'nın kullandığı paralar, İngiltere'den farklı, belki biliyorsunuzdur. Değeri aynı, hepsi de geçiyor, ama işte, arka yüzü, rengi falan farklı. Bir 5 paund yanımda kalmıştı o seyahatten, bu gidişte harcarım dedim. Festivalde "Bu geçiyor mu?" diye sordum, çocuk soruyu garipsedi, "Tabii ki" dedi. Bu seçimin sonrasında o para artık İngiltere'de geçmeyebilir. İskoçya'nın güzel insanları ne yaparlarsa yapsınlar, hayırlı olsun. Ben gerekirse Birleşik Krallık, gerekirse Schengen, gerekirse de İskoçya vizesi alır yine giderim oralara. Yine yanıma bir İskoç gelir ve muhabbeti açar. Hibernian'dan, İngiltere'den, Türkiye'nin güneyinden konuşuruz. "İskoççayla aran nasıl?" diye sorar birisi. "Çünkü bizim konuştuğumuz İngilizce değil, İskoçça." Yine bir etek (kilt) almaya niyetlenirim, yine çok pahalı gelir, almam. Çünkü orada gerçekten gençler bara giderken de etek giyebiliyorlar ve nasıl oluyorsa hiç üşümüyorlar. Neyse, bana o kadar yakışmaz zaten. 

Thursday, September 11, 2014

En Dostane Festival: Green Man

Hatırlayan vardır, 2011'de Glastonbury'ye gittiğimde mini bir proje yapmıştım. İzlediğim her performanstan 20-30 saniyeyi arka arkaya ekleyecek ve kendi Glasto tecrübemi paylaşacaktım. Festival bitti, anılar kaldı ve o videonun da en azından kişisel tarihe not düşme olarak bir faydası oldu.

Benzer bir şeyi geçen ay Galler'deki Green Man festivaline giderken de planladım, ama bu sefer aklımda daha kısa bir klip vardı. Angel Olsen'ın "Forgiven/Forgotten"ı, neden bilmiyorum, gitmeden çok önce benim için festivali düşündükçe kafamda çalan müzikti. Daha Galler'e gitmeden fon müziğimi bulmuştum yani. Sonra oturdum, süre güzel bir kısıtlayıcı etki yarattı ve bence daha keyifli, daha kolay izlenecek ve tüketilecek bir toplam oldu.

Festival yazımda belirttiğim gibi, Green Man gezegendeki en yeşil, en dostane festival olabilir. Oradaki keyfi, mutluluğu yansıtabildiğimi umuyorum. Keyifli izlemeler.