Thursday, March 3, 2016

!f İstanbul günlükleri - 2



  • !f İstanbul günlüklerinin ilk bölümü için tıklayın 
  • "2015 yılının en sevdiğim 50 filmi" listesi için tıklayın  


Aslında !f İstanbul üzerine yazdığım ilk yazıda ağırlıklı olarak her şeyi yazmışım. Festivalin son hafta sonunda izlediğim iki film, ödüller ve festival dışında izlediğim filmlerden bahsedip bu bahsi kapatayım. 

Keş!f jürisi, ödülü "Veşartî/Gizli" ve "Kaili Blues"a paylaştırmayı uygun bulmuş. Böylece dokuz yıllık Keş!f tarihinde ilk defa Türkiye'den bir film ödül almış oldu. SİYAD da "Gizli"yi ödüllendirdi. Benim izlediklerim arasında dikkate değer bulduklarım mistisizmle gerçekçiliği çarpıştıran "Kara At Hatıraları" ve stilize "MA" olmuştu. Ödüllendirilenler, izlemediklerim arasından çıktı, ikisini de bir şekilde bulup izlemek lazım. Aşk ve Başka Bi' Dünya bölümünün de kazananı İtalyan Pietro Marcello filmi "Kayıp ve Güzel" oldu, Jüri Özel Ödülü de festivalin en çok konuşulan filmlerinden, Berke Baş ve Melis Birder imzalı "Bağlar"a gitti. Kısalar arasında da İzleyici Ödülü'nün Yakup Tekintangaç'ın "Azad"ına gittiğini ekleyelim. 

Festivalin kapanış hafta sonunda "Yaramaz Bebek" hayal kırıklığı yarattı maalesef. Sebastian Silva imzalı film, Pablo Larrain'in yapımcılığı, kadrosunda Kristen Wiig ve TV On The Radio vokalisti Tunde Adebimpe'nin varlığıyla büyük merak uyandırıyordu. Çocuk sahibi olmak isteyen bir gay çift ve müstakbel taşıyıcı anne üçlüsü, iyi bir film vaadetmek için yeterliydi, ama zaten sallantılı giden film, son 20-25 dakikasında öyle bir saçmaladı ki anlatılmaz yaşanır. Yani Türkiye gibi bir yerde olsa, gay karşıtı anti-propaganda için çekmişler diyebilirdim. Gerçekten üzücü derecede kötü bir sondu. 

Neyse, festivalin sonu iyi oldu benim açımdan. "Çocuk ve Canavar" "Studio Ghibli yoksa biz varız" diyen, eğlenceli ve yaratıcı bir animeydi. "Karate Kid" veya "Creed" gibi filmlerde defalarca izlediğimiz usta-toy dövüşçü izleğine dokunurken hayvanların varlığıyla eğlenceli hale gelen, senaryosu çok derin olmasa da bunu yaratıcı detaylar ve zengin yan öykülerle zenginleştiren bir filmdi. Anime sevenler mutlaka tatmin olacaktır. 


Bu festival benim için keşif odaklıydı, deneysel, ters köşe filmleri kovalamaya çalıştım özellikle. Pek çoğunda da fazlasıyla tatmin oldum. Ama festivalin dışında da yakalanabilen pek çok filmden de bahsetmek isterim, çünkü 2015'in en iyilerinden bir kısmı da toplamdaydı. Mesela benim 2015'in en iyi filmi saydığım "Tangerine." "iPhone 5'le çekilen film" olarak biliniyor olabilir, ya da "başrollerinde iki transın olduğu film" olarak. Ama "Tangerine" bunlardan çok daha fazlasını yaptı. Biraz "Trainspotting"i ilk izlediğim zamanı (20 sene öncesini) hatırlattı. Bağımsız sinema korkusuz, çiğ ve sertken. "Tangerine" beni en çok bununla etkiledi: Yenilikçi dili, korkusuz tavrı, bir saniye bile nefes alma ihtiyacı hissetmeyen enerjisiyle. 

"Bir Genç Kızın Gizli Defteri" de bana öyle "taze" geldi. "Coming of age" hikayelerini fazlasıyla izledik, ama genç bir kızın tarafına çok nadiren geçtik. Bu kadar renkli ve yaratıcı bir genç kızın dünyasına ise daha da az tanık olduk. Bel Powley'nin olağanüstü performansıyla Kristen Wiig ve Alexander Skarsgard karşısında ezilmemesi de az iş değildi. Lily Tomlin'in perdeye unutulmaz bir lezbiyen karakter armağan ettiği "Grandma" da beni aynı şekilde etkiledi. Her iki filmin de kadın yönetmenlerin elinden çıkması tesadüf değildir herhalde. Kadınlar, perdedeki etkilerini gittikçe daha da güçlü hissettiriyorlar, endüstrideki önyargılar da hızla kırılmaya başlıyor. 

Geçen yılın en iyi animasyonu "Inside Out"tu belki, ama "Anomalisa" da başka bir yılda Oscar için iddialı olabilirdi. Charlie Kaufman duyarlılığı içeren bu film, karakterleri, depresif havası, seslendirmesindeki ustalıkla yarına kalacak bir iş. Lisa'nın "Girls Just Wanna Have Fun"ı söylediği sahne ise, neden bilmem, geçen yıl en içime dokunan sahnelerdendi. 



"Listen To Me Marlon" ve "What Happened, Miss Simone?" sanatçıların normlara uymak konusunda bugünkü kadar hevesli olmadıkları bir dönemden iki ikonu anlatan, çok özel belgesellerdi. Hani "Amy"nin günahını almayalım ama, (geçen yılın en çok konuşulan belgeseli olduğu için onu örnek veriyorum) Winehouse'tan çok daha etkileyici karakterler oldukları kesin. Bir kurmaca film de olsa "The End of the Tour"un David Foster Wallace'ını da Marlon ve Nina'nın yanına ekleyebiliriz. Jason Segel ve Jesse Eisenberg'ün karşılıklı döktürdükleri film, "Infinite Jest"in çıkmasından hemen sonrasında geçiyor ve erkek rekabetinin sinemada pek deşilmemiş taraflarına odaklanıyordu. Bir başka ekzantrik erkek, Kurt Cobain de "Montage of Heck"te perdeye yansıdı. Hayatını çok iyi de bilsek, Kurt'ün "ev hali"ni görmek, en mahrem hallerini izlemek, en editsiz ses kayıtlarını dinlemek özel bir deneyimdi. 

Pek içine giremediklerimden de bahsetmeli: Hou Hsiao-Hsien sinemasını çok severim, ancak nefes kesici görselliğine karşın "Suikastçi"nin içine giremedim mesela. Gaspar Noé'nin "Aşk"ından da bahsedeyim biraz: Gündeme sadece seks sahneleriyle gelmesine karşın "Aşk" aslında bir aşk filmi, daha doğrusu bir "aşk acısı" filmi. Film en çok baş karakterin kendi başına (iç sesiyle) kaldığı anlarda gerçek hale geliyordu. Geri dönüşlerin bir kısmı yıkıcı etki yaratsa da, filmin süresi ve seks sahnelerinin odak dağıttığını düşündüm. Gaspar Noé'nin yönetmenlik gücüne hayran olan ve "Enter The Void"ı 2000'lerin en yaratıcı sinema deneyleri arasında sayan biri olarak elindeki materyale haksızlık ettiğini düşündüm. 

No comments:

Post a Comment