Friday, April 22, 2016

Prince (1958-2016)

1980'lerin sonu olmalı, ya da 1990'ların hemen başı. Mersin'de küçük bir dünyada yaşayan küçük bir çocuğum. Küçük hayatımdaki en ilginç renklerden biri teyzemlerin Pozcu'daki evine gitmek, orada kuzenimin odasını gezmek. Kuzenim çoktan İstanbul'a okumaya gitmiş ama bıraktığı odası benim için cool olan her şeyi temsil ediyor. Dergiler, duvar yazıları, bilgisayar oyunları, çizgi romanlar ve duvardaki posterler. Özellikle de bir tanesi: Prince'in objektife değil, doğrudan gözlerimin içine baktığı o poster. Pek çok acayip detay var o karede, bugün bile baktığımda: Çiçek, saç, kıyafet, duruş... Bir de bunun 7 yaşında bir çocukta bırakacağı izi düşünün. Onu tuhaf bulmak yerine çekici bulduğum için bugün olduğum kişi oldum desem abartılı gelir mi bilmiyorum, ama bugün yaptığım şeylerin pek çoğunun temelinin o yaşlarda o odada görüp "cool" bulduğum şeylerle ilgili olduğunu düşünüyorum. 

Prince'i dinlemeye başlamam biraz daha sonrasına gidiyor. 1991'de (9 yaşındayken) "Diamonds and Pearls," "Money Don't Matter 2 Night" ve "Cream"i Ömer Karacan'ın 1 Numara programında izleyişim, "Batman" müziklerine denk gelişim... Ama gerçek anlamda müziğine "uyanmam" için birkaç sene daha geçmesi gerekti. MTV'de bir gündüz vakti "When Doves Cry"ın klibine denk gelişim: O acayip gitar melodisi eşliğinde Prince'in küvetten sürünerek çıkışı, herhalde ilk defa izleyen herkesi çarpan bir tecrübedir. Sonrasında Prince kataloğunu sırayla dinlemeye başlamadım, itiraf etmek gerekirse bunu hiç yapmadım da. Ama aradan geçen 15-20 yılda karışık olarak elim Prince albümlerine gitti, her seferinde ayrı bir şeyine hayran kaldım. Şarkı yazarlığı, sesi, enstrümancılığı, prodüktörlüğü, dansçılığı, karakteri... Her albümüne ruhunun tamamını vermesine karşın her kayıtta başka bir parçanın yerine oturduğu bir puzzle gibiydi adam. Örneğin 1990'larda plak şirketiyle kavgaları, yüzüne "SLAVE" yazıp konserlere çıkması, adını sembole çevirmesi, ilerleyen senelerde müziğinin internette dolaşması konusunda verdiği mücadele ve ortaya attığı projeler; Prince'in sadece bir sahne personası olmadığı, sanatı konusunda uzlaşmaz bir dahi olduğunun emareleriydi. 

Müziğe gelince, yaptığı etkiyi, ortaya koyduğu mirası hakkıyla anlatabilmek zor. Her şeyi kendisinin çaldığı, yazdığı ve tasarladığı kayıtlardaki funk, soul, pop, rock kırması müziğin bir benzeri yok. Gitarlarının, davullarının tonunu, müziğinin sound'unu başka hiçbir müzisyen yakalayamadı. Ancak onun da ötesinde, verdiği duygu, yaydığı seksüel enerjiydi onu özel yapan. Siyah ve heteroseksüeldi, ama androjen imajı da üzerine yakıştırırdı, "If I Was Your Boyfriend" gibi bir şarkı yapmayı da. Irk, cinsiyet, statü - hiçbirinin bir önemi yoktu Prince'in dünyasında. Duygular, şehvet, aşk, seks vardı. 

Frank Ocean'ın onun ardından yazdığı gibi: "Sadece kendi özgürlüğü ve cinsiyet, normlara uyma gibi arkaik fikirlere saygısızlığını ortaya koyuşuyla bile benim kendimi cinsel olarak nasıl tanımladığım konusunda daha rahat hissetmemi sağladı. Beni çalışmalarımda daha cesur ve sezgisel olmaya yönlendirdi."  

Jim James'in sözlerini de eklemek isterim: "Bir düşünün, Prince ve David Bowie gibi sanatçılar kim olduğumuzu tüm güzel tuhaflığımızla kabul etmeyi öğrettiler - ve AŞKIN AŞK olduğunu, aşkın her halde güzel olduğunu, ve hepimizin kadın ve erkeğin güzel bir karışımı olduğunu... Karanlığın ve ışığın... Siyahın ve beyazın ve gökkuşağının her bir renginin. Hepsinin orada, her birimizin içinde olduğunu - ve her gün bunu kutlamamız gerektiğini. Hepimiz aynıyız ve Prince'i gördüğünüzde ve duyduğunuzda bunu hissedebilirsiniz: Hayatta olmanın ve sevgi dolu olmanın ne kadar eğlenceli olduğunu." 

Michael kraldı, o Prince. Prince oldu, Prince kaldı. Yüzlerce büyük şarkı yazdı, çok daha fazlasını yazacaktı ama inanılmaz bir diskografi ve her haliyle ilham verici o yıldız kaldı. O gitmez, o hep bizimle. Tıpkı Pozcu'daki o duvardan bana hep bakmayı, elindeki çiçekle beni kandırmayı hep sürdüreceği gibi. 

Thursday, April 21, 2016

35. İstanbul Film Festivali günlükleri (dört)

Festival bitti, notlar bitmedi (bitmek üzere!). Burada, festivalde izlediğim "yeni" filmlere dair son yorumlarım olacak. Son planım, "Gömülü Hazineler" bölümündeki filmleri yazmak. 

Festival günlükleri (1. bölüm) (2. bölüm) (3. bölüm)

Toz Bezi (Ahu Öztürk)
Ulusal Yarışmada en iyi film ödülünü kazanan “Toz Bezi,” İstanbul’da tutunmaya çalışan iki tane temizlikçi kadının hikayesini anlatıyor. Birbirine zıt karakterdeki iki karakteriyle dramın içine mizahı da ekleyen ve karasını birazcık hafifleten film, süresi ilerledikçe gittikçe çıkışsız bir noktaya gidiyor. Temelde maddi problemler gördüğümüz, ama sosyal ve politik bir çıkmazın içinde olduğumuz da aşikar. “Toz Bezi” duygu sömürüsü yapmayan ve kolay çözümler sunmayan iyi bir dram. Diğer yerli filmleri izlemediğim için yorum yapamayacağım ama aldığı ödül içime sindi diyebilirim. 

Gökdelen (High-Rise, Ben Wheatley)
Son yılların formda Britanyalı yönetmenlerinden Ben Wheatley, muhteşem bir kadroyla, JG Ballard uyarlaması çekiyor. Jackpot! O kadar da değil. Devasa gökdelenlerde yaşanan absürd bir distopyayı anlatışıyla aslında şu ana çok da uzak bir yere gitmiyor Wheatley. Ama Ballard’ın dünyasında fren yok: Çatışmanın, şiddetin, seksin ve depresyonun dozu sürekli artıyor. Filmin dünyasına girerseniz çok eğlenmeniz  ve Ballard’ın sınıf ayrımına dair alegorisinden keyif almanız mümkün. Ancak Wheatley, filmin ikinci yarısında size o dünyadan atmak için fazlasıyla çaba sarf ediyor. Yarattığı karmaşada kaybolmanız işten değil. Ben de ilk yarıda keyifle “başyapıt geliyor” diye koltuğumda yayılırken ikinci yarıdaki o karmaşada başı dönen ve bu filmi kaçmış bir fırsat olarak görenlerdenim.

Yılanın Kucağında (El Abrazo de la Serpiente, Ciro Guerra)
Daha iki ay önce Kolombiya adına En İyi Yabancı Film Oscar’ı için yarışan “Yılanın Kucağında,” iki akademisyeni Amazonlar’a gönderiyor ve bir şamanın eline teslim ediyor. Sonrasında bu karşılaşma, “Karanlığın Yüreği”ni anımsatan bir çatışma sunuyor “Yılanın Kucağında.” “Medeni” olan ve olmayan, “ilkel” olan ve olmayan, “doğal” olan ve olmayan… Temposuyla taviz vermeyen, görsel olarak insanın zihnine kazınan, sıradışı bir film. Çok yoğun ve zorlayıcı da olsa, katılmanızda fayda olan bir yolculuk, bir tecrübe.

Ağabeylerimin Bana Öğrettiği Şarkılar (Songs My Brothers Taught Me, Chloe Zhao)
Alkolün yasak olduğu, tek katlı evlerin ve geniş boş alanların bulunduğu ve erkeklerin birden fazla kadınla evlendiği bir kasaba. Başka bir Amerika bu filmde gördüğümüz. Amerikan yerlilerinin özerk bölgesi Pine Ridge’de geçiyor film. Kameranın odağında bir abi ve kız kardeşi var. Abinin hayali, sevdiği kızla birlikte Los Angeles’a gitmek. Kızın derdi ise abisinden kopacak olmak. Küçük ama sıcak ve gerçekçi bir öykü izlediğimiz. Evet, Amerikan bağımsız sineması bu tip hikayelerde uzmanlaştı, ama bu filmde, daha önce görmediğimiz bir dünyada olmanın etkisi de var. Çok iddialı, yeri yerinden oynatan bir film değil belki ama izlediğinize mutlu olacağınız bir film.

Seni Seviyorum Hedi (Inhebek Hedi, Mohamed Ben Attia)
Hayatımda kaç Tunus filmi bilmiyorum ama aynı 12 saat içinde “Hedi” ve “Tam Gözlerimi Açarken”i izlemek ilginç oldu. Berlin’den En İyi İlk Film ve En İyi Erkek Oyuncu ödülleriyle dönen film, içine kapanık, hiçbir zaman ailesinin sözünden çıkmamış, ama ne yaptıysa da başarılı abi kadar göze girememiş Hedi’yi anlatıyor. Düğününe birkaç gün var ve Hedi belki de hayatında ilk defa içinden geleni yapmaya karar veriyor. Aldığı ödülleri hak ettiğini düşündüm. İyi film. Biraz da birkaç yıl önce izlediğimiz, dostum Can Kılcıoğlu’nun filmi “Karnaval”ın Alis’i ile Hedi’nin aynı kişi olduğunu da düşünmedim değil!

Vahşi (Wild, Nicolette Krebitz)
Mayınlı Bölge, her sene hevesle daldığım bir bölüm. Kimi zaman yorucu veya zorlayıcı da olsa, insanın kendini test etmesi, sınırlarını zorlaması açısından önemli buluyorum. “Vahşi” de bu senenin en ilgi çeken filmlerindendi. Bir kadının karşılaştığı kurtla ilişki kurmaya başlaması, nereden baksanız ilginç bir film. Hikayenin ilerleyişinin sürprizlerini bozacak değilim, ama yer yer korkarak, yer yer anlamaya çalışarak izlediğiniz, bir garip zooseksüel (!) filmi bu. İyi mi? Kesinlikle. Her zevke göre mi? Asla. Sanatın biraz rahatsız edici, yorucu olmasını istiyorsanız o zaman tamam.

Yeraltı Kokusu (Underground Fragrance, Pengfei)
Biraz Tsai Ming Liang havası taşıyan bir Çin filmi. Elbette onun daha tempolusu. Görme yetisini kaybeden bir oğlan ile erotik danslar yaptığı gece kulübünden kurtulup normal bir hayata geçmeye çalışan kızın sıradışı ilişkisini anlatıyor film. Ancak yaşadıkları yer, yerin altında bir apartman. Yaşam ve çalışma koşullarıyla belirgin bir politik ton da içeren, hafif melankolik bir film. Yan öykülerden horozlu teyzeye dikkat! 

Yolculuk (Viaje, Paz Fabrega)
Hayatımda hiç Kosta Rika filmi izledim mi, bilmiyorum. Bu küçük, kısa aşk filmi (belki de aşk yerine romans demek gerekiyor), şehirde bir partide başlayıp kırsalda biten bir Latin “Before Sunrise”ı sayılabilir. Doğal ve keyifli diyaloglar, en eğlencelisinden en mahremine kadar yeni tanışan iki gencin romansına dair gerçekçi detaylar ve şık siyah-beyaz sinematografisiyle tatlı bir film. 

Monday, April 18, 2016

35. İstanbul Film Festivali günlükleri (üç) - Musikişinas filmleri

Son yıllarda festivallerde müzik filmlerinin ağırlığı gittikçe büyüyor. Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde de Musikişinas bölümüyle temsil edildi bu ağırlık. Gösterilen sekiz filmin yedisini (Lecuona Çalmak haricinde) gördüm, ruhumu gıdayla doyurdum.

Miles Ahead (Don Cheadle)
Henüz ABD’de prömiyerini yeni yapmış, taptaze bir film. Hani belki bu bölümde diye ıskalayanlar olmuştur, gala filmlerinin pek çoğundan daha “gala filmi”ydi bu. Alışıldık biopic tarzından uzakta, Miles Davis’in 1970’ler sonundaki “kayıp” dönemine odaklanıyor Cheadle. Ve bunu da daha da alışılmadık şekilde yapıyor. Hareketli, kavgalı, kovalamacalı, tempolu bir şekilde. Macerası da var, komedisi de, elbette cazı da. Cheadle kameranın iki tarafında da çok iyi: Bu projeye tam anlamıyla tutkuyla yaklaştığı kesin. Gelecek yıl Cheadle bu rolle Oscar kovalıyor olabilir, hakkıdır da.

Doğuştan Kederli (Born To Be Blue, Robert Budreau)
Bir başka caz efsanesinin filmi. Ve yine, o efsanenin “düşüş” yıllarına bakıyor. Ethan Hawke’un Chet Baker’a hayat verdiği “Doğuştan Kederli”yi, “Miles Ahead”in aksine biraz daha tutkusuz, biraz daha klişe buldum. Baker’ın hem uyuşturucu, hem de sağlık problemleri nedeniyle müzikten kopması, dibe vurması ve yeniden yükselmesinin öyküsü bu. Daha geleneksel bir “biopic” olduğu için fazlaca etkilendiğimi söyleyemem. Ama müzik filmlerinin sıkı bir takipçisi olarak kaçırmak istemezdim. Benim gibi bir takipçiyseniz siz de atlamayacaksınızdır zaten.

İçinde Biraz Kırmızı Olan Mavi Yağmur (Akounak Tedalat Taha Tazoughai, Christopher Kirkley)

Seçkinin en ilginç filmlerinden birisi, Tuareg dilinde “mor” kelimesi olmadığı için böyle isimlendirilmiş. Prince’in unutulmaz filmi “Purple Rain”in serbest bir uyarlaması olan film, Nijerli müzisyen Mdou Moctar’ın hayatından biyografik ögeler de taşıyor. Müziğin cep telefonlarıyla dolaşıma sokulduğu bambaşka bir alemde sanat, aşk, rekabet üzerine tatlı ve küçük bir film. 

Yabancıların Müziği (The Music of Strangers, Morgan Neville) 
Yo-Yo Ma’nın başını çektiği ve dünyanın dört bir yanından müzisyenlerin kaynaştığı Silk Road Project’in (İpek Yolu Projesi) öyküsü bu. Ekip bir araya ilk geldiğinde 11 Eylül’ü yaşıyor, sonra üzerinden savaşlar, isyanlar geçiyor. Ekibin pek çoğu için ülkesinde hala savaş, baskı var. Suriyeli klarinetçi Kinan Azmeh’in dediği bir şey bende kaldı: “Ayaklanma ilk başladığında, düşüncelerim müziği aşmıştı. Müzikle ifade edemeyeceğim kadar yoğun şeyler hissediyordum. Müziğin nefesi yetmemişti adeta.” Açıkçası buna benzer bir ifadeyi 2015 için “Müziğin Öldüğü Yıl” dediğimde kullanmıştım. Pek çok farklı öykü, etkileyici müzikler ve karakterler var. Sinemasal değeri yüksek mi derseniz, yok ama dünyanın müziğine ilgi duyuyorsanız (özellikle “dünya müziği” dememeye çalıştım) izlemelisiniz. Projede Aynur'un da olduğunu ama kendisinin filmde görüşlerinin olmadığını ekleyeyim. 

Michael Jackson’ın Yolculuğu (Michael Jackson's Journey from Motown to Off the Wall, Spike Lee)
Spike Lee ve Michael Jackson isimleri bir araya gelince heyecanlanmanız doğal. Ama bu belgesel için beklentilerinizi kısmakta fayda var. Zira adından da anlaşılacağı gibi sadece “Off The Wall”a kadar gelen ve süresinin yarısını bu albümün şarkı şarkı incelemesine ayıran bir belgesel bu. Elbette bizim zamanımızın gördüğü en unutulmaz pop figürüne dair güzel doneler var, ama Jackson’ın ne kadar yetenekli olduğunu kabul etmek için bölge bir belgesele de ihtiyaç yok. Jackson’ı veya özellikle “Off The Wall”u sevenler için iyi bir belgesel, ama önemli bir müzik belgeseli olmadığı kesin.

Tam Gözlerimi Açarken (À peine j’ouvre les yeux, Leyla Bouzid)
Tunus’ta Yasemin Devrimi’nden hemen önce protest müzik yapan bir grubun kadın vokalisti olan Farah’ın hikayesine odaklanıyor “Tam Gözlerimi Açarken.” Polis, toplum, erkekler darken sıkışan, ayağa kalkmaya çalışan bir kadının hikayesini anlatıyor ve maalesef pek çok şey oldukça tanıdık da geliyor. Sinemasal ve hikayesel anlamda pek sıradışı değil belki, ama politik olarak bu sesi duymanızda fayda var kanımca.

Şehrin Müziği (Urban Hymn, Michael Caton-Jones)
Michael Caton-Jones, ticari ve eleştirel anlamda çöken “Temel İçgüdü 2”den 10 yıl sonra geri dönüyor. Hatırlarsınız, kendisi “Çakal,” “Bu Çocuğun Hayatı,” “Skandal” gibi farklı filmlerin hakkından gelen, iyi bir tür sineması yönetmeniydi. “Şehrin Müziği” de bir yetimhanede büyüyen bir kızla oradaki görevli arasındaki farklı bir tür anne-kız ilişkisine bakıyor. En çok müziğin “kurtarıcı” “sağaltıcı” etkisine eğilmesi güzel, Shirley Henderson ve Letitia Wright’ın arasındaki kimya başarılı ama filmin drama yanı da klişe kokuyor.

Friday, April 15, 2016

35. İstanbul Film Festivali günlükleri (iki)


Festival notlarına bir başka filmle devam edelim (Kendi adıma kronolojik gitmiyorum. Musikişinas ve Gömülü Hazineler bölümlerini ayrıca ele almayı düşünüyorum).

Denizdeki Ateş (Fuocoammare, Gianfranco Rosi)
Gianfranco Rosi belgesel kökenli bir yönetmen, ama filmlerini izlediğinizde kurmaca mı yoksa gerçek mi izlediğinizi bilemiyorsunuz. İki janr arasındaki ayrımı bulandıran, çoğu zaman “hikaye”yi günlük hayatın monoton, ufak ayrıntılarında arayan bir yönetmen. Kendisini ilk olarak “Sacro GRA” ile tanımıştım; 2013’te Venedik’te Altın Aslan’ı kazandığında, festival tarihinde bunu başaran ilk belgesel olmuştu. Roma’nın tam ortasından geçen bir otoyolun hikayesiydi anlattığı. O yola temas eden hayatlara tanıklık ederek anlatıyordu hikayeyi. Burada da Lampedusa’ya aynı muameleyi yapıyor. Göçmenlerin Avrupa’ya açılan kapı olarak gördüğü bu umut adasının hikayesini anlatıyor. Büyük trajedileri de, içinde yaşayan teyzenin temizlediği balığı da, yerel radyonun DJ’ini de, adadaki ufak çocuğun göz bozukluğunu da aynı özen ve mesafeyle anlatıyor. Belki soğuk, böyle bir konu özelinde “kalpsiz” hatta sıkıcı gelebilir, ama o monotonluğun, “insan” ile koruduğu mesafenin içinde yakaladığı “hayat şiiri” son derece değerli.  

24 Hafta (24 Wochen, Anne Zohra Berrached)
Berlin’de Altın Ayı için “Denizdeki Ateş”le yarışan filmlerden birisi olan “24 Hafta,” son derece çarpıcı bir çıkış noktasına sahip: Karnınızdaki çocuğunuzun engelli ve sağlık sorunlarıyla doğacağını biliyorsanız ne yaparsınız? Kürtajın politik ve dini tartışmasına ucundan da girse, yönetmen Berrached’in asıl derdi işin insani boyutuyla. Oldukça duygusal, seyirciyi de film boyunca farklı köşelere gönderip duran bu filmi beğendim. Alman sinemasının parlak oyuncularından Julia Jentsch’in filmin duygusal ağırlığını da hakkıyla taşıdığını belirtmek lazım.

Ansızın (Auf Einmal, Aslı Özge)
Son yılların yükselen yerli yönetmenlerinden Aslı Özge, bu sefer Almanya’da çektiği “Ansızın” ile festivalin Uluslararası Yarışma bölümünde. Gösterimin ardından soru cevap kısmının moderatörünün sorusu aslında oldukça özetleyiciydi: İlk iki filminde İstanbul gibi hareketli bir yerde hareketsiz ve durağan yaşamları anlatıyordu, burada ise çok sakin bir yerde gerçekleşen kaotik olayları resmediyor. Özge, filmini Almanya’da çekme sebebini, konuyu daha “nötr” bir ortamda anlatmak olduğunu söylüyor: “Evli bir kadının orada ne işi vardı?” sorusunun sorulmayacağı bir yerde. Ortaya çıkan, “kurban” ve “suçlu” rollerinin sürekli değiştiği, seyirciye sürekli ahlaki sorgulamalar yaptıran bir film. Görsellik ve anlatım olarak zaten çok sağlam bir işçilik var ortada. İzlemeye değer.  

Saraybosna’da Ölüm (Smrt u Sarajevu, Danis Tanovic)
Danis Tanovic, 2000’ler Avrupa sinemasının özel yönetmenlerinden birisi. Herkes onu Oscar’lı “Tarafsız Bölge” ile bilse de son yıllardaki “Cirkus Columbia” ve “Bir Hurdacının Hayatı” ile çok formda bir dönemini yaşıyor. Son filmi “Saraybosna’da Ölüm” sadece bir gün içinde ve sadece bir otelin içinde farklı olayları birleştiriyor ve bir Avrupa fotoğrafı çekiyor. Yukarıdakiler, aşağıdakiler; Boşnaklar, Sırplar; savaş isteyenler, barış isteyenler… Daha çarpıcı bir finali hak ediyor hiç şüphesiz, ama yine de filmin ritmi, sunduğu insanlık halleri ve bitmek bilmeyen tartışması sayesinde ilgi çekici hale geliyor. Yine de Tanovic’in en iyilerinden sayılmaz.

Küçük Adamlar (Little Men, Ira Sachs)

Son yıllarda Amerikan bağımsız sinemasının ergenlik öykülerine doydupunu düşünebilirsiniz ama buraya da bir şans verin. Son yıllarda iyi bir seri yakalayan Ira Sachs (Keep The Lights On, Love Is Strange), New York’lu (biri göçmen, biri beyaz) iki ailenin erkek çocukları üzerinden iyi bir damar yakalıyor. Biri içine kapanık, diğeri dışa dönük iki oğlanın dostluğu, iki aileyi kesiştiren bir ölümle başlıyor, ailelerin iş durumlarıyla etkileniyor. Özellikle Tony rolündeki Michael Barbieri’nin performansı dikkat çekici. 

Wednesday, April 13, 2016

35. İstanbul Film Festivali günlükleri (bir)

Geçtiğimiz günlerde, Taksim’de plak dükkanı işleten bir arkadaşımla konuşuyorduk. Son dönemde dükkana gelen gidenin çok azaldığını söylüyordu. Pek çok kişinin Taksim’e çıkmaktan çekindiği bir zamandayız. İstanbul Film Festivali’nin de bundan etkilenmediğini söylemek güç. Dün gece “Ansızın” gösteriminde salonda önemli boşluklar vardı örneğin. Aslı Özge gibi, Türkiye’nin yeni kuşağının en parlak yönetmenlerinden birisinin yeni filminden bahsediyoruz. Bilirsiniz, genelde festival gösterimleri böyle Türk filmleri için (gerçi “Ansızın” tam olarak bir “Türk filmi” değil) bir prömiyer anlamını taşır ve gösterimler hınca hınç dolu olur.
Ne var ki, Nisan ayı hala İstanbul’un en güzel zamanı ve festival de bunun en önemli parçası. Haklı korkular bunu değiştirmiyor. En azından ben fırsat buldukça salonlara kaçmaya ve bu 11 günün tadını çıkarmaya çalışıyorum. İzlediklerimden bazılarını birkaç cümleyle anlatayım. (Boğmamak için dörder-beşerlik paketlerle yazacağım) 

Truman (Cesc Gay) 
Cesc Gay daha önceden bildiğim bir yönetmen değil. “Truman”la İspanya’nın en önemli ödülü Goya’ları silip süpürdüğünü biliyoruz. Ricardo Darin ve Javier Camara gibi iki büyük oyuncuya sırtını dayayan, içinde ölüm, aşk, dostluk, aile, babalık meseleleri olan, biraz komik, biraz ağlatan bir drama bu. İzleyen çoğu kimsenin beğeneceğini tahmin ediyorum: Sıkmıyor, zorlamıyor, duygulandırıyor işte. Son not olarak söylemeli: Ricardo Darin, burada kendisini çok zorlamayan bir performans sunsa da, dünya sinemasının en iyi oyuncularından birisi.

Bir Aile Filmi (Rodinny Film, Olmo Omerzu) 
Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Sloven yönetmen Olmo Omerzu’nun ilk uzun metrajı “Aile Filmi,” bir aileyi sarsan bir tatilin izini sürüyor. Soğukkanlı tarzı ilk başta Avrupa burjuvasının modern aile öykülerine yakın duruyor, örneğin bir “Force Majeure” geliyor diye keyifle yaslanıyorsunuz arkanıza. Ama film ilerledikçe olay örgüsü biraz inandırıcılığını yitirmeye başlıyor. Yönetmen biraz daha “az çoktur” mu deseymiş diye düşünüyorsunuz. Yine de ilerisi için ışık veren bir yönetmen olduğu söylenebilir.

Ezgiler Ezgisi (Song of Songs, Eva Neymann) 
Ukrayna’dan çıkma bu film, çocukluk aşkının saflığına, ve toplum içinde o saflığın yitimine bakıyor. Görsel açıdan muazzam olan film, metin ve mizansen düzeyinde teatralliğin, hatta giderek piyes seviyesinin ötesine geçemiyor ve etkisiz bir film olarak kalıyor.

Belgica (Felix van Groeningen)
Özellikle “Broken Circle Breakdown” ile dünya çapında bilinmeye başlayan Felix van Groeningen, “Belgica”da her gencin hayal ettiği şeyi gerçeğe döküyor: Bir bar açıyor. Bir küçük, bir de büyüyemeyen iki kardeşin açtığı mekan gittikçe popülerleşiyor ama hem mekanın, hem de karakterlerinin çıkardığı sorunlar boğuşa boğuşa bitmiyor. Dışarıda geçmiş bir gece gibi de kurguluyor filmini: Harika müzikler, güzel kafalar, seks, şiddet, eğlence. Keyifli vakit geçirmeniz garanti.

Midnight Special (Jeff Nichols) 
Jeff Nichols, “Shotgun Stories,” “Mud” ve özellikle “Take Shelter”la daha çok genç yaşta (şu an 37) üst üste istikrarlı olarak iyi filmler çekmeyi başaran bir yönetmen. “Midnight Special” onun daha büyük bütçelerle (ve daha fazla parlak oyuncuyla) çalışmaya başladığı dönemi sürdürüyor. Yine Amerika’nın  kırsalına “Take Shelter” gibi mistik/gerçeküstü bir boyut eklediği bir dünya oturtuyor. Anlattığı hikayenin gizemini açık ediş şekli, biraz “Donnie Darko”-vari atmosferi başarılı elbette, ama son kertede hikayenin vardığı nokta hiçbir şaşırtıcılık barındırmıyor; ya da öyküsünde okumalara imkan verecek katmanlar da sunmuyor. Daha önce izlediğimiz “özel çocuk” hikayelerine yeni bir şey eklemiyor. Bir Pazar günü evde izlenecek, sıkmayacak, üzmeyecek bir film ama Nichols’ın şu ana kadar koyduğu vaadin altında kaldığı kesin.

Sunday, April 3, 2016

İlk çeyrek: 2016'nın en iyi albümleri


David Bowie - Blackstar 
Bu yıl, şu ana kadar sanat dünyasından kahreden haberlerle geçiyor, ama hiçbiri, David Bowie'nin vedası kadar acıtmadı. Onun müzik (ve sanat, ve sinema, ve popüler kültür...) tarihi için önemi şöyle dursun, hala bu kadar üretken, yenilikçi ve yaratıcı olabildiği bir albümü yayınladıktan günler sonra gitmesini kabullenmek güç. Kendrick Lamar'dan, Scott Walker'dan, serbest cazdan ve atonal müzikten beslendiği "Blackstar," David Bowie kariyerinin en iyi 10 albümünde rahatlıkla yer bulur kendine. 2016'nın en iyisi olması çantada keklik zaten. Herhangi bir kaydın bu yoğunluğu aşabilmesi hiç de kolay olmayacak. 

Rihanna - Anti 
Single'larına diyecek yok ama Rihanna, hiçbir zaman iyi bir albüm sanatçısı sayılmazdı. "Anti," kanımca bütünlüğü ve atmosferiyle Rihanna'nın en "albüm gibi albümü." Herkes "Work"ü bilse de, albümün gücü, geride kalan düşük tempolu parçalarının ruhunda. Benim için yılın sürprizi, ama aynı zamanda yılın ilk çeyreğindeki en güzel albümlerden birisi. 

Savages - Adore Life 
Savages'ın ilk albümünü sevmedim diyemem, ama herkes kadar da sevdiğimi söyleyemem. "Adore Life," Londralı grubun ilk albümündeki vaadi karşılayan, sert, öfkeli, yakalayıcı bir kayıt. Daha önce de bir yerlerde söylemiş olmalıyım: Bugünün müziğinde beyaz genç erkeklerin hikayeleri git gide daha az ilgimi çekiyor. Kadınların söyleyecek çok daha fazla sözü var. Savages o sözü sakınmayanlardan. 

Porches - Pool 
New York'lu müzisyen Aaron Maine'i 2014'teki harika şarkısı "Forgive" ile tanımıştım, hatta o yılın en güzel şarkıları listeme de dahil etmiştim. "Pools," bir tarafıyla 1980'ler ritimlerini içeren bir "havuz başı" partisine yakışacak bir kayıt, ama daha karanlık, hüzünlü yerlere gitmekten de çekinmiyor. Öte yandan The War On Drugs, Merchandise gibi yeni dönem soft rock sound'unu sevenleri de tavlayacak bir hali var. 

Kendrick Lamar - untitled unmastered. 
Geçen yılın en iyi albümünü yaptıktan sonra biraz oturup soluklansa kimse bir şey diyemezdi. Ama Kendrick kıyıda köşedeki şarkılarını, albümlerine sığdıramadığı fikirlerini, b-side'larını topladı ve yayınladı. Ve bu kayıt bile, Kanye West'in yıllarca uğraşıp "tüm zamanların en iyi albümü olacak" diye gazladığı (ama haftanın albümü bile olamayan) "The Life of Pablo"su ile Macklemore & Ryan Lewis'in "This Unruly Mess I've Made"inden kat be kat daha iyi oldu. 

The Prettiots - Funs Cool 
New York'lu iki (bazen de üç) genç kadın, kısa ve yakalayıcı şarkılar söylüyor, üzerine bir de zekice sözler yazıyor. Bu kombinasyon yıllardır kazandırır, The Prettiots'ın ilk albümünde de sekmedi. Biraz Girlpool'un daha kulak kesmeyeni, Hinds'ın daha eğlencelisi denebilir The Prettiots için. "Güldürürken düşündürüyorlar" ve günümüzde bu da hiç az şey değil.