
yayinimiza kisa bir ara veriyoruz. "gel teskere" dinleyip esmeray kritigi yazmadigim surece buralar bir sure bos kalabilir. kalmayabilir de... simdilik saglicakla kalin.
Televizyonda izleyicinin bir kanunsuzun tarafinda yer almasi ilk defa gorulen bir sey degil. 1960larin efsane dizisi “The Fugitive”de kanun kacagi Doktor Kimble’i hatirlamak yeterli. Ama “Dexter”in farki masumiyetine inanilan Kimble’in aksine Dexter Morgan’in kan dokmekten hoslandiginin seyirci tarafindan pilot bolumun ilk dakikalarindan itibaren bilinmesi. Dexter’in anti-kahraman kavraminin cok cok otesine gecen karakteri, her bolumu ayri bir kan banyosuna ceviren olay orgusu, durmak bilmeyen ve kara mizah sinirlarini zorlayan ic sesi Miami’nin sicak ve aydinlik havasiyla yakalanan kontrast “Dexter”i TV tarihinde cok ozel bir noktaya getiriyor. Michael C. Hall’un oyunculugu ise her turlu ovgunun uzerinde. 




yıl bitmeden en iyileri toparlamayı pek sevmem ama 2009 bahsini bir an once kapatıp 2000'ler dosyalarına geçmek en iyisi olacak. bazı nefis albümlere rağmen 2009'un çok da dikkate değer bir yıl olduğunu düşünmüyorum zaten.

24 ekim 2008 akşamı otto'da panda bear ve geologist'le biralarımızı içme şansına eriştiğimizde (ki grup üyeleri türk kahvesi içmekteydiler aslında) "merriweather post pavilion" çıkmamıştı henüz. şarkıları aylardır konserlerinde çalmaktaydı animal collective, ilerleyen saatlerde babylon'da da bunu yapacaklardı. yine de "albüm neye benzeyecek?" diye klişe gazeteci sorusu sorduğumda dişe dokunur bir yanıt verecek inceliği göstermişti panda bear: "bence bir önceki albümü sevenler bunu sevmeyecek!"
bir roland emmerich filmi izlerken genelgeçer film beğenme kriterlerini bir kenara bırakmak gerekiyor. eğer klişelere boğulmayan bir olay örgüsü, sağlam altmetin, politik olarak düzeyli ve amerikan aşkı sunmayan bir film izlemek istiyorsanız adresiniz bu adamın filmleri değil. "2012"yi böyle izlemek gerekiyor. zira emmerich parlak bir yönetmen olsa 2012'nin felaketlerini çevresel-politik altmetinlere dayandırabilir (danny boyle!), bireysel öykülerden içe dokunacak detaylar çıkartabilir (spielberg!). emmerich'in ise asla böyle bir derdi yok. koltuğunuza yaslanın ve dünyanın yok oluşunu izleyin.
zaman bizim zamanımız. lise yıllarımızı küçük şehirlerde, bizi anlayacak birisini bulamadan geçirdik. hüzünlü ingiliz pop müziği dinledik, derdimizi anlayan kişiler o şarkıları yazanlardı. yalnızdık ama şarkılarımız vardı. çok okumuştuk, kelimelerimiz vardı. kimsenin bilmediklerine kafa yorduk, herkesin gülüp geçtiği, daha kötüsü fark etmediği detaylarla hüzünlendik. ve filmlerimiz vardı. oradaki gibi aşkı bulacağımıza inandık, peliküle yansıtılmayı hak edecek kadar sevilecektik bir gün.
"(500) days of summer" içerdiği onlarca detay sayesinde hayranı olabileceğiniz, sıcak bir film. ama bir şey var ki, sanki ilk paragrafta anlattığımız detaylar yüzünden bu film hollywood'un fabrikasyon bir işi mi diye düşünüyor insan. en azından filmin "bu yılın garden state'i" gibi pazarlanmış olduğunu görünce bir kurt düşüyor. acaba bu filmin anlattığı insanlar, o sevimsiz deyimle "hedef kitlesi" yani biz, "(500) days of summer"ın detaylarına, karakterlerine ayılıp bayılırken aslında avlanıyor muyuz? cevabı zor bir soru, ama en azından filmin izleyiciye geçirdiği "samimiyet" duygusu, "hayır" dememize yardımcı oluyor.
biliyorum, pek çok kişi müzik yazılarında alengirli cümlelerden tiksiniyor. ama müzik yazan kişiler olarak da öyle alengirli cümleler kullanmayı seviyoruz ne yapalım! durumu daha da karmaşıklaştıran ise, müzik yazanların o alengirli cümleleri kullandıracak gruplara karşı ayrı bir sevgi beslediği gerçeği.
birçokları samimiyetlerini sorguluyor, ama bence san francisco'lu ikiliyi dinlerken en son düşünülmesi gereken şey bu. 2009 yılının sonunda 1964'te çıkmış gibi duran ama poz yapmayan, içinde gerçekten iyi melodiler barındıran bir rock'n'roll albümü bulunca sorgulamak pek yakışıklı bir hareket değil çünkü. dans etmek varken...
"ben demiştim" pek hoş bir cümle olmasa da müzik yazan çizen ya da sadece biraz fazla kafa yoran kişi için biraz da elzem bir ukalalık. bir şeyi ilk keşfeden olmak güzel bir duygu yahu! hele internet sayesinde her şeyin çok daha hızlı keşfedildiği zamanlarda. patrick wolf'la da böyle bir ilişkim var. 2004 yılında kendisini çok sıcak bir öğleden sonra benicassim'de izlediğimde "bu çocuk büyük adam olacak" dediğimi hatırlıyorum. bu tecrübeyi blue jean'e şöyle not düşmüşüm o zamanlar:
sinema-futbol analojisi kurarsak bir b filmi izlemek de halı sahada maç seyretmeye denk düşüyor kanımca. sahadakiler en pahalı oyuncular değil, ortadaki yapı çok büyük bir stratejiden ziyade kaotik, gerilla-vari bir dağılıma işaret ediyor. ama her şey daha serbest ve dolayısıyla "seyir zevki"nin önünde hiçbir sınır yok.
...
bir macera defteriniz var, içinde yaşadıklarınıza dair detaylar var. fotoğraflar, notlar, biletler... yarısından sonraki kısmı da "yapacağım şeyler" olarak belirlemişsiniz. o boş sayfaları doldurmak, doldurdukça ikinci kısmı birinci bölüme eklemek, ama ikinci bölümü de boşlamamak... yeni sayfalar açmak. bu, 2009 yılında izlediğim en iyi filmlerden biri olan "up"ın özeti. ama bir anlamda hayatın da özeti.
bu hayaller sizin hayalleriniz de olmayabilir üstelik. ruh ikiziniz ya da diğer yarınız olabilir, ya da bu hayatta sizi en iyi anlayan kişi. her mutluluğu ancak onun yanındayken tam yaşayabildiğiniz, sadece onunla tam olabildiğiniz kişi. eğer o kişiyi bulmuşsanız, onun hayalleri sizinkilerdir, sizinkiler de onunki. iki kişi bir ortak hayat yaşar sonra, bir diğeri günü gelip de gittiğinde de o ortak hayat bitmez. yaşar. bu her zaman aşk da olmayabilir. çocuğun babasında, köpeğin sahibinde, kuşun yavrusunda, maceraperestin aradığında da olabilir. carl fredricksen örneğinde ise bu tamlık, ellie ile gerçekleşiyor.
carl ile ellie o kadar güzel bir çift ki! herkesin yaşayabileceği kadar gerçek, ama bir yandan da çoğu insanın sadece hayallerinde görebileceği kadar nadir bir aşk onların yaşadığı. "up"ın sıradışı ilk dakikaları anlamanıza yetiyor bunu. yaklaşık dört dakika süren o sekans, sinema tarihine geçecek kadar güçlü. aşk hikayelerine duyarlı bünyelerde gözleri mutlaka dolduracak, hassas kalpleri de kıracak güçte o dakikalar. ileri gidelim, o sekanstan bir kısa film çıkar, o kısa film de antolojilere girer. "up"ı izlememişler için daha fazla anlatmak niyetinde değilim, ama filmi izledikten saatler sonra dahi bu satırları yazarken o dakikaları anımsayıp etkisine girdiğimi söylemeliyim.
bundan sonrasını izleyenlere bırakayım. "up," aşk, macera, hayaller, insanı hayatta tutan şeyler üzerine bir başyapıt.
en önemlisi ise şu. u2 360° tour'da bir iki istisna dışında sold-out olmayan konser yoktu. bizden vize istemediği için hırvatistan ilk tercihimdi bu yaz. bir sabahımı onların biletix'inin sayfasını refresh ederek geçirmiştim, üç saat sonra siteye girebildiğimde gördüğüm şey sold-out ibaresiydi. buradan bir girin bakalım, şimdiden avrupa turnesinde bileti kalmış olan kaç konser var? bir de avrupa'nın diğer merkezlerindeki konserlerin ikinci el bilet fiyatlarına bakın. düşünün, bundan bir ay sonra u2 konseri bileti almak isteyecek bir hayran danimarkalı bir karaborsacıdan 1000'lerce kron'a mı alır, yoksa buradaki pırıl pırıl fiyatlardan mı?
müzik konusunda ise bundan bile mükemmeliyetçi. şarkıları stüdyoda yarattığı gibi (kendi deyişiyle de "insanların duyduğu haliyle") duyulması için inanılmaz gayret sarfediyor. davulcusuna, klavyecisine (şovun müzikal direktörü michael bearden), vokalistlerine müziğini anlatmak için dakikalarca uğraşıyor. ama bunu yaparken de sevimliliği ve kırılgan kibarlığı üzerinde. nadiren onlara kızdığını hissediyorsunuz, ama michael'ın siniri gerçekten normal insanların dünyasında şevkate denk düşecek kadar yumuşak. kulaklığındaki sesin çok yüksek ve rahatsız olduğunu söylerken "kulağım yumruklanıyormuş gibi hissediyorum," diyor mesela. "sevgiyle yapalım. sevgi. S-E-V-G-İ." michael jackson'ın tüm bu çalışmalar sırasında ne kadar formda ve sağlıklı olduğunu görmek de şaşırtıcı, dahası kahredici. 

cennette beş dakika / five minutes of heaven (oliver hirschbiegel)
9 (shane acker)