Friday, May 27, 2016

2016 Yaz Konserleri Takvimi




















Bu takvimleri dört yıldır yapıyorum. Her yıl bir öncekinden daha da kısa bir liste oluyor (2013, 2014, 2015 takvimleri böyleydi). Ekonomik durum, Ramazan, bayramlar, güvenlik problemler vb derken konser yapmak da, konsere gitmek de yapmadan önce birkaç kez düşünülecek şeyler halini aldı. O yüzden bu sene İstanbul dışındaki bazı önemli konser ve festivalleri de ekledim. Buradan buyurun. 

MAYIS
27 Mayıs Cuma, Tindersticks, Zorlu PSM
28 Mayıs Cumartesi, Beirut, KüçükÇiftlik Park
28-29 Mayıs Cumartesi-Pazar, Chill-Out Festival, Life Park

HAZİRAN
3 Haziran Cuma, James Walsh, The Ritz-Carlton
4 Haziran Cumartesi, Babylon Soundgarden: Oscar & The Wolf, Milky Chance, Jamie Woon, Babylon Kilyos
5 Haziran Pazar, Dropout Festival: Die Antwoord, KüçükÇiftlik Park
6 Haziran Pazartesi, Simply Red, Expo 2016, Antalya
8 Haziran Çarşamba, PJ Harvey, Zorlu PSM
9 Haziran Perşembe, Maroon 5, Expo 2016, Antalya
11 Haziran Cumartesi, Sigur Ros, Zorlu PSM
23 Haziran Perşembe, Patti Smith, Zorlu PSM
27 Haziran Pazartesi, Damon Albarn & The Orchestra of Syrian Musicians, Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi
28 Haziran Salı, Chic feat. Nile Rodgers, Unknown Mortal Orchestra, KüçükÇiftlik Park 

TEMMUZ
5 Temmuz Salı, Deep Purple, Expo 2016, Antalya
10 Temmuz Pazar, Rock Off 2016: Megadeth, Sabaton, Dragonforce, Parkorman
12 Temmuz Salı, Scorpions, KüçükÇiftlik Park
14 Temmuz Perşembe, Kamasi Washington, Ibeyi, Beykoz Kundura Fabrikası 
17 Temmuz Pazar, One Love Festival 15, Parkorman
18 Temmuz Pazartesi, Branford Marsalis Quartet, Zorlu PSM
19 Temmuz Salı, Antonio Sanchez, Zorlu PSM 
19 Temmuz Salı, Scofield Mehldau Guiliana, Zorlu PSM 
21 Temmuz Perşembe, Skunk Anansie, Zorlu PSM
22 Temmuz Cuma, Laura Mvula, Jacob Collier, Almanya Sefareti Tarabya Yazlık Rezidansı
23 Temmuz Cumartesi, Joss Stone, KüçükÇiftlik Park 
26 Temmuz Salı, Muse, KüçükÇiftlik Park
29 Temmuz Cuma, Damien Rice, Zorlu PSM

AĞUSTOS
8 Ağustos Pazartesi, Masstival: Sia, Selah Sue, Oh Land, KüçükÇiftlik Park
25-26 Ağustos Perşembe-Cuma, Zeytinli Rock Festivali
27-28 Ağustos Cumartesi-Pazar, Headbangers’ Weekend: Blind Guardian, Insomnium, Eluveitie, KüçükÇiftlik Park



Monday, May 16, 2016

Radiohead - A Moon Shaped Pool

Geçen hafta bugün, yeni Radiohead kaydı "A Moon Shaped Pool"u ilk defa dinlemiş, ilk ve erken fikirlerimi de bir canlı tweet seansıyla sunmuştum. Bir hafta sonrasında o tweet'leri, birazcık elden geçirip toparlayayım istedim, burada bulunsun dedim. İşbu yazı, odur.
  • Mesai bitti; 48 saattir aralıksız dinlediğim Nur Yoldaş'a da ara verip Radiohead'e geçiyorum. Birazdan metrobüsten live-tweeting başlıyor.
  • İlk izlenim: Şarkılar alfabetik dizilmiş? Telefonun azizliği sandım ama değil, ilginç.
  • Radiohead tarihin en iyi açılış yapan gruplarındandır (Airbag, Packt Like Sardines in a Crushd Tin Box, 2+2=5, 15 Step ve tabii ki Everything In Its Right Place). Burn The Witch de cidden insanı tavşan deliğinden yuvarlıyor.Klibiyle politik bir manifesto halini alıyor şarkı, tam da içinden geçtiğimiz günlerin mülteci krizine dokunuyor sanki. Sözlerde ise aklımda bir soru var: Acaba "low flying panic attack" her günkü hayatımızı çok güzel özetlediği için mi, yoksa tek anladığımız dize o olduğu için mi çok etkiledi?
  • Daydreaming çok acayip şarkı. Sanki huzurun eşiğinde bir şarkı ama ters köşelerle sinirleri oynatıyor. Jonny Greenwood'un işleri hep. Zaten ilk iki single, bu albümün Greenwood’un film müziklerinin izlerini taşıyacağının sinyallerini veriyordu. Ama şarkıda albümün gerisine dair bir başka veri var. Şarkının sonunda Thom Yorke’un ne dediği, internet tarafından kısa sürede çözülmüştü: “Hayatımın yarısı gitti.” Bu cümleyi, hayat arkadaşıyla 23 yıllık ilişkisi geçen yıl sonlanan Thom Yorke’tan duymak anlamlı. Albümün birçok noktasında acıyı duymamız boşuna olmasa gerek.
  • Decks Dark belki Yorke'un kariyerinin en yalın vokallerine, en dolambaçsız vokal melodilerine sahip. No Surprises'ın pürüzlü b-side'ı gibi.
  • Desert Island Disk'te sağ kulakta döngüsel bir Brit folk ezgisi, solda yükselip alçalan bir eko. Nihayet Colin Greenwood'u duymaya başladım. Bu iki şarkı arka arkaya, uzun zamandır dinlediğimiz en yalın, batılıların tabiriyle “stripped-down” Radiohead albümüyle karşı karşıya olduğumuzu haberliyor. Ama kaosu sevenler sabretsin çünkü…
  • Oh, Colin kalmaya gelmiş. Ful Stop, The National Anthem ve Bodysnatchers'ın yanına geçti. Yeri ayakların altından kaydıran Radiohead'i özlemişim. Ancak bahsi geçen iki şarkıya göre bilinçli olarak daha az prodüksiyondan geçmiş, Peyote orta kat dağınıklığında bırakılmış.
  • Albümün altıncı şarkısı Glass Eyes, ilk etapta adıyla İstanbullu indie elektronika projesi (ve Radiohead’i çok sevdiğini bildiğim) Glasxs’i sevindirmiş olmalı. Şarkı genel olarak, Daydreaming’de ifade ettiğim gibi dinlemeden önce albümden beklediğim yere düşüyor büyük ölçüde: Jonny Greenwood etkili, yaylı, sinematik.
  • Identikit klostrofobik başlıyor, yarıdan sonraki vokaller vertigo yaratıyor, son düzlükte gitarlar insanın ağzını açık bırakıyor. Acayip iyi, albümün kafası geldi şimdi.
  • Albüm boyunca prodüksiyon, daha doğrusu sade dokuların arasına titizlikle çalışılmış ses katmanları etkileyiciydi ama The Numbers'la başka boyuta geçildi. Onlarca acayip detay var.
  • Present Tense'te Latin ritmlerinin üzerinde Thom'un 20 yıldır söylemediği müzikal cümleler var. Çok dokunaklı şarkı çaktırmadan.
  • Tinker Tailor Soldier Sailor Rich Man Poor Man Beggar Man Thief kolay özetlenecek şarkı değil. Beni yere yıktı. Grubun her bir üyesinin tek tek apayrı ustalık gösterisi. Olağanüstü.
  • Her Radiohead hayranının, en azından 2001’in I Might Be Wrong’dan bildiği True Love Waits'i görmek sürpriz oldu. Düzenleme çok farklı tabii: atonalle flört eden piyano özellikle.Zira bildik versiyon akustik gitarlıdır, bazı hallerde finalde Let Down gibi synth’ler de devreye girer. Onda hüzün ama umut vardı. Burada ise sükunet var, olgunluk, tuhaf bir kabulleniş var sanki. Bu şarkıyı ilk dinlediğimde 18 yaşındaydım ve gördüğüm en büyük Radiohead fanıyla bi çeşit long-distance relationship yaşıyordum. İki True Love Waits arasındaki fark adeta 2001 Kadıköy'deki ben ile 2016'daki ben arasındaki gibi. Ağır final oldu.
Sonuç: Ses örgüsü olarak A Moon Shaped Pool, belki de Radiohead’in en sade albümü. Büyük ölçüde bas ve ritim ağırlıklı The King Of Limbs’in doğal devamı olmadığı ortada. Bahsettiğim gibi Thom Yorke’un yaşadıklarından olacak, çok daha yalnız, kimsesiz bir psikolojiye sahip. İlla mutsuz ve depresif değil, ama tek başına ve içe dönük işte. Belki de bu yüzden, aslında müzikal olarak değil ama ruh haliyle OK Computer ve Kid A arasına yakıştırdım en çok. OK Computer’da gönül işlerinden değil belki ama, albümün beklediklerinden öte bir ilgiyle karşılanması, bir anda grubun “yeni Pink Floyd,” “rock’ın kurtarıcıları” ilan edilmesinin şoku ve sonucunda kabuğa çekilme söz konusuydu. Bunu Meeting People Is Easy DVD’sinde de açık açık görürsünüz zaten. İşte A Moon Shaped Pool öyle kabuğuna çekilmiş bir albüm. 1999’da çıksaydı şaşırmazdım. İlk bir hafta sonunda hislerim böyle. Peki internetin iddia ettiği gibi bu Radiohead'in son albümü mü? Bence değil. Umarım da öyle değildir zira zamanımızda insanı duygusal ve düşünsel olarak bu kadar zorlayan, meşgul eden çok fazla grup yok. 25 yıl sonra hala bu kadar formda olan gruplar konusunda da çok zengin sayılmayız. 

Monday, May 9, 2016

Limits Off: Elektronik Müzik Kültürü İçin Yeni Bir Platform

Hemen aşağıda minik bir belgesel görmektesiniz: Cem Kaya’nın elinden çıkan iki dakikalık video, Türkiye’nin elektronik müzik sahnesinin neden Avrupa’daki benzerlerinden ve Türkiye’deki diğer müzik türlerinden farklı olduğunun çok kısa, tempolu ve eğlenceli bir belgesi. Sadece 120 saniye içinde İstanbul’un gece hayatındaki hareketliliği Kaan Düzarat, Mutlu San, Maxi Storrs gibi önemli DJ’ler ve müzikseverlerin katılımıyla anlatıyor. Storrs’un deyimiyle “insanların cana yakınlığıyla,” Düzarat’ın tabiriyle yurtdışından gelen DJ’lerin getirdiği ve dışarıya gidip çalan müzisyenlerimizin kattığı “kültür alışverişi” sayesinde canlılığını koruyor İstanbul elektronik müzik sahnesi.

Storrs’un dediği gibi: “Camia büyüdükçe, dijital bir platform üzerinden müzik ve etkinlikler hakkında bilgilere erişim talebi de artıyor.” Bugüne kadar bu hareketliliğe dijital ortamda ayak uyduran bir platform var mıydı derseniz, orası biraz tartışılır. Limits Off, buradaki boşluğu dolduracak bir platform vaadediyor. 

“A platform for electronic music culture” olarak tanımlanan Limits Off, elektronik müzik kültürüne dair haberler veren, röportajlar sunan, şehirde nerede hangi DJ nerede çalıyor diye karşınıza çıkartan bir platform. Dahası, önemli DJ ve prodüktörlerden özel mix’ler ve video serileri ile zenginleşecek; sosyal medya ile paslaşarak bu kültürün her an karşılıklı etkileşim yaşayacak; “We Are Where You Are” sloganındaki vaadini yerine getirmiş olacak. 

Limits Off, kullanıcılarını bir websitesine çağırmak yerine, gençlerin hayatı takip ettiği yerlerde, yani sosyal medyada nefes almayı seçen bir platform, "We are where you are" sloganının da işaret ettiği üzere. @limitsofftr hesabını Facebook, Twitter, Instagram, Youtube, Pinterest, Soundcloud, Periscope, Tumblr, Snapchat ve Line’da takip edebilirsiniz, #limitsofftr hashtag’iyle de üretime, paylaşıma katılabilirsiniz. 

Sunday, May 1, 2016

Beyoncé: Lemonade - Bir pop başyapıtı

Maya Angelou, 1970 yılında Nina Simone’la yaptığı mülakatta efsanevi sanatçıyı şöyle anlatmıştı: “Nina Simone sahnede gölgede durup, tüm ışığı alıp o aydınlığı seyircisine gösterişli ve çarpıcı ışınlar olarak döndürebiliyor. Bazen de, hiç isteksiz görünmediği halde seyircisini reddediyor: Onların fiziksel olarak orada bulundukları gerçeğini, onların sadakatini, bağlılığını reddediyor. Bu bilmecenin sebebi ne?” Simone’un cevabı net oluyor: “Amerika!”

Nina Simone’un politik görüşleri yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalmasının üzerinden yaklaşık 40 yıl geçti. Ama Beyoncé “Lemonade”de hala Malcolm X’in şu sözlerine başvurabiliyor: “Amerika’da en az saygı gören kişi, siyah kadındır. Amerika’da en korunmasız kişi siyah kadındır. Amerika’da en ihmal edilen kişi siyah kadındır.”

X’in sözleri hala geçerli, ama “Lemonade,” bir sanatçının Amerika’ya “Orada dur bakalım!” deyişi adeta. Beyoncé’nin “görsel albümü” geçen hafta yayınlandı, hemen ardından en saygıdeğer yayın organları bu yapıtı didiklemeye, üzerine ciddi makaleler yazmaya başladı. Beyoncé tartışmayı değiştirmeyi, gündeme yön vermeyi başardı.

“Lemonade” birkaç düzeyde işleyen bir albüm: Müzikal, görsel ve ideolojik olarak. Her birini diğerinden ayırmak ne kadar doğru tartışılır, ama ben tek tek ilerleyeceğim. Sadece müzikal olarak ele alındığında bile son yılların en dikkat çekici pop müzik kaydı bu. Daha ilk şarkıdan (“Pray You Catch Me”) görkemli orkestrasyon ve bıraktığı geniş boşluklarla bunun geleneksel bir pop albümü olmadığını anlıyorsunuz. Sözlere gelince “Nefesinden bile anlaşılıyor yalancılığın” dizeleriyle açılan albüm, baştan sona bir aşkın geçirdiği sarsıntıyı, bir evliliğin ihanet testine tabi tutulmasını anlatıyor. İlk şarkıdaki acı "Hold Up"ta kendini inkara bırakıyor: “Dur bakalım, onlar seni benim gibi sevemezler.” Yeah Yeah Yeahs’ten ödünç sözler ve Vampire Weekend’den emanet tropik ritimleriyle farklı bir ruha ilerliyor albüm. O kadarla kalmayacak. “Sorry”de trap, “Daddy Lessons”da country, muhtemelen 2016’nın görüp görebileceği en iyi şarkı olan “Freedom”da da psychedelic rock klavyeleri duyacaksınız. “Don’t Hurt Yourself”i de yabana atmayın. Jack White katkılı garage funk’ının üzerinde Tina Turner vokalleriyle “Her şeyin farkındayım” diyor Beyoncé ve direksiyonu eline alıyor: “Sen kendini kim sanıyorsun be! Bana yalan söylediğinde aslında kendine yalan söylüyorsun.”

Gerçekten Jay Z, Beyoncé’yi aldattı mı? Amerika’nın ve pop kültürün rüya çifti bunları mı yaşıyor? Beyoncé gerçekten “O yüzüğü taktığıma pişmanım” dedi mi, “Bu sana son uyarım, bir kez daha yaparsan karını kaybedeceksin” derken anlattığı kendi hayatı mı? “Lemonade”e kulak verirsek evet, olanlar olmuş. Ama ortaya çıkan işe baktığımızda Beyoncé’nin yaptığı, günlüğünü hayranlarıyla paylaşmaktan çok, Amerika’nın “first couple”ı hakkındaki beklentiler ve algılarla oynamak. Bir adım ileri gidersek, aldatılan kadın anlatısını sonuna kadar götürmek: Burada kırılmış, aldatılmış görülmekten korkmayan, erkeğini de pislik herifin teki olarak göstermekten çekinmeyen, gerçeklerle yüzleşen cesur bir kadın var. Acısını da, öfkesini de, kabullenişini de sonuna kadar, hakkıyla yaşayan bir kadın. Bu bile dünyanın her köşesindeki kadınlara fazlasıyla önemli bir mesaj veriyor. Beyoncé “bile” sadakatsizlikle böyle baş ediyorsa, siz de baş edebilirsiniz. Geçen ay Elle’e verdiği röportajda söyledikleri de bu noktada perspektife oturuyor: “Umarım insanları iyileştiren bir sanat yapabilirim. İnsanların mücadelelerinden gurur duymalarını sağlayan sanat. Herkes acıyı tecrübe eder, ama bazen dönüştürmek için biraz da rahatsız hissetmelisin.”

Zaten “Lemonade”i “izlediğinizde,” bu hikayenin kişiselliği geri plana düşüyor, önemsizleşiyor. İzlediğiniz, Beyoncé-Jay Z çifti ötesinde bir evrenselliğe sahip. Beyoncé değil, herhangi bir kadının öyküsü bu. Evet, özellikle siyah bir kadın, ama yine de herhangi bir kadın, her kadın. Kübler-Ross’un yas evrelerini model alan (ve üzerine birkaç ekleme yapan) bir yapı var burada: İnkar eden, acı çeken, kabullenmeye çalışan, tepki gösteren, affetmeye çabalayan bir kadın. Duygusal boyutunun gücü görselliğin etkisinden de geliyor elbette: Beyoncé’nin de aralarında olduğu farklı yönetmenler tarafından çekilmiş ama bir şekilde ortak bir görsel dil yakalanmış. Şarkılar arası geçişlerde Warsan Shire’ın şiirleriyle etki artırılmış. Toplamda video klip estetiğinin ötesinde, müthiş etkileyici bir imgelem var burada. Yaklaşık bir saatlik bir arthouse filmi deseniz, festivallerde bile gösterilir (HBO’nun Emmy ödülleri için aday göstereceği de söyleniyor zaten). 

Beyoncé’nin klipteki halleri, geleneksel Afrikalı ve Afrikalı Amerikalı kostümleri, yanında yöresinde güçlü siyah kadınların da yer alması, bunu kişisel bir öykü olmaktan da çıkarıyor. Sokakta beyzbol sopasıyla sağı solu dağıtan bir siyah kadını izlemek, “Beyoncé delirmiş” halinin ötesinde, o güçlü kadın imajını kazıyor kafanıza. Beyoncé tahtında otururken önünde Serena Williams’ın seksi bir şekilde dans edişi ya da daha önceden bildiğimiz “Formation”da kadınların “pozisyon alışı” burada bambaşka anlamlara geliyor. Burada kadınlar birbirlerinin kademesine giriyor, birbirlerini ayakta tutuyor. Çünkü erkeklere, babalara, eşlere, hatta bir ülkeye güvenerek gelinen nokta ortada; artık kız kardeşlik zamanı.

Senin adını unutturdu mu? Kendisinin tanrı olduğuna seni inandırdı mı? Her gün sana diz çöktürdü mü? 
Kocandan mı bahsediyorum, babandan mı?

Nina Simone, 1970’lerde siyahların özgürlük mücadelesine giderek daha angaje oldu. Kara Panterler’e hep yakın durdu, siyahların ayrı devlet kurana kadar özgürleşemeyeceğini iddia etti ve gerekirse şiddet kullanmak gerektiğini de savundu. Bu çizgisinden taviz vermedi ve sistem onu dışarı attı. Hayatının geri kalanını Avrupa’da geçirmek zorunda kaldı. 


“Formation” klibi sonrasında bazı gruplar, Beyoncé’nin “polis düşmanlığı” yaptığını iddia etti ve konserlerini boykot etmeye çağırdı. Beyoncé bunun üzerine “Boycott Beyoncé” tişörtlerini kendi turnesinde satmaya başlayacak kadar gücünün farkında. Güvenli pop/R&B sound’unu tamamen bir kenara bırakmaktan, geleneksel albüm formatını sarsmaktan ve müziğini “görsel albüm” adı altında bir arthouse filmi ile sunmaktan, keskin feminist ve polis şiddeti karşıtı mesajlar vermekten çekinmiyor. Zaten günümüzün en büyük pop yıldızıydı ve bir süre öyle kalacaktı; ama o bununla kalmayı reddetti. “Lemonade” sadece işitsel tarafıyla bile son yılların en iyi pop albümü. Ancak her boyutuyla, 21. yüzyıl pop müziğindeki en ilgi çekici proje.