Sunday, October 27, 2013

Tabudeviren: Lou Reed

Lou Reed öldü. Ne kadar üzüldüğümü anlatabileceğim noktaya henüz gelemedim. 2011'de "Lulu" yayınlanırken Blue Jean'de bunları yazmıştım, onunla tanışmamış olması muhtemel, Metallica vesilesiyle üstadın peşine ilk defa takılacak olanlara yol göstermesi açısından. Şu anki duygularla bir yazı daha yazma hakkını kaydıyla saklı tutuyorum. Ama önce bu geceyi atlatmak gerek.
1960’lar sonunda New York… Cinsel devrimin gerçekleşmeye başladığı, genç insanların devletlerinden talep ettikleri özgürlüğü en başta kendi vücutlarında hissettiği günler... O vücutlarda kıpırtılara sebep olan iki şey sanat ve müzik. Her ikisi de o güne kadar görülmemiş bir yorumla temelinden sarsılıyor. Sanat Andy Warhol ve çağdaşlarının getirdiği pop-art anlayışıyla çalkalanıyor, müzik ise rock’n’roll denen bombayla titriyor.
O rock’n’roll ki, muhafazakarları sinir krizlerine sokuyor. The Beatles’ın el ele tutuşarak sevgi devrimi yapmaya çağırdığı kalabalıklar, The Rolling Stones’un geceyi birlikte geçirmekten bahseden sözleriyle kendilerinden geçiyor. Ama bu “edepsiz” İngilizlerin bile dudaklarını uçuklatacak kadar gerçek bazı hikayeler anlatan adamlar da var. “Adamımı bekliyorum, elimde 26 dolarım var,” diyor bir şarkısında o adamlar. New York sokaklarındaki bir travestinin hikayesini anlatırken. Sene 1967 ve The Velvet Underground’un tabu tahribatı başlamış durumda.
Warhol’un kanatlarının altına aldığı, imajlarını ve kapaklarını tasarladığı o grup, ilk albümü “The Velvet Underground & Nico” ile birlikte rock’ın tali yollarına sapılabileceğini gösterdi. Bir anlamda alternatif rock’ın mucidi oldu. Ve bunlar olurken güneş gözlüklerinin arkasına saklanmayı seven Lou Reed denen çocuk direksiyondaydı. ‘I’m Waiting For The Man’ dışında ‘The Black Angel’s Death Song’da ölümü anlattı, ‘Venus in Furs’ün sado-mazo detaylarıyla aşkın karanlık yanına daldı, adı üstünde ‘Heroin’de uyuşturucuya güzelleme yaptı. Bu sözleri kaleme aldığında 24 yaşındaydı.
O günden beridir kendine dayatılan hiçbir şeyi yapmadı. İlk albümden sadece üç yıl sonra The Velvet Underground’ı terk etti. Londra’ya gitti ve rock tarihine geçecek albümler yaptı: “Transformer” ona ömür boyu yetecek kadar hit sağladı ama o bu şarkıları konserlerinde bile gönülsüzce çaldı. Gürültüyü sevdi, blues’dan öğrendiklerini feedback’le birleştirdi ve sert bir sound’a yol aldı. Sükunetle, ağlak depresyonla işi olmadı. Karanlık tarafını hep sevdi. Yıllar içinde edebiyattan daha çok beslendi, başyapıtı “Berlin”i deneysel bir konser filmi olarak yönetmen Julian Schnabel’la birlikte yeniden anlamlandırdı veya “The Raven”da Edgar Allen Poe’nun öykülerini müziğe tercüme etmeye çalıştı. O yüzden ne “Lulu”nun çıkış noktasının sahneden gelmesi, ne de Reed’in Metallica ile birlikte çalışması şaşırtıcı. Genel beğeniye değecek şeylere ilgisi olmayan, çabuk algılanmayı sevmeyen bir adam Reed. Herhangi bir şarkıcı/şarkı yazarının Metallica ile ortaklığı şaşırtabilirdi, Reed’inki şaşırtmamalı.

Hem ne var biliyor musunuz? “Lulu” Reed’in ilk “metal” albümü değil. 1975 tarihli albümü “Metal Machine Music”te 64 dakika boyunca kesintisiz olarak gitar feedback’leriyle “gürültü” yapmıştı Reed. Kimine göre müzik endüstrisine bir meydan okuma, kimine göre entellektüel mastürbasyonu, kimine göre ise sadece plak şirketiyle anlaşmasını bitirmek için alelacele yaptığı bir işti (“Benim haftam sizin yılınızı yener” yazıyordu plakta). “Kariyer intiharı” dendi, “tüm zamanların en kötü albümü” diye etiketlendi ama Reed tınmadı. O, heavy metal müziği icat ettiğini ve bu albümle onu son noktaya getirdiğini iddia ediyordu!

Friday, October 4, 2013

Glastonbury: Bir festivalden daha fazlası



Bu yazı Ağustos 2011 tarihli Blue Jean'de yayınlanmıştır. 
 
Yıllarca az yazmadım Glastonbury’yi. 200,000’e yakın izleyici ve 60’tan fazla sahnesiyle dünyanın en büyük rock festivali olduğunu, o kadar biletin birkaç saatte bittiğini yazdım. O kadar insanın o biletleri alırken kimin çıkacağını bile bilmediğini anlattım, ama kimin çalacağını bilmedikleri bir festivale bilet alan binlerce insanın asla hayal kırıklığına uğramadığını da. Dünyanın en büyük gruplarının en iyi ve en sürprizli performanslarını oraya taşıdıklarını okudum hep. Bir gün elbet gidecektim, o gün 2011 Haziranında denk geldi. Ve vardığım an anladım, Glastonbury’nin önemi ne grup büyüklüğü, ne katılımcı çokluğu, ne de alanının devasalığıymış. Hepsi ve daha fazlasıymış. Gördüm, ama ne derece anlatabileceğim, onu deneyeceğiz. 

Eğer önce kayıt, sonra çok zor bilet alma aşamasını (refresh’e kuvvet!) atlatıp, biletleri ve yavaşlığıyla ünlü İngiliz vize servisinden de olumlu yanıt almayı başarırsanız, aklınızda olsun: Glastonbury’ye mümkün olduğunca erken gidin. Erken gidin ki mekanı tanıyın, mesafeleri kafanızda ayarlayın. Örneğin haritada birbirine yakın görünen sahnelerin en iyimser ihtimalle 10 dakika yürüme mesafesinde olduğunu, kalabalık ve dillere destan çamur sayesinde 15-20 dakikalara ulaşabileceğini hatırınızda tutun. Tabii bir de hava karardığında çadırınızı yaklaşık 100.000 çadır arasında nasıl bulacağınızı da belirlemeniz için çevreyi tanımanız lazım. İlk gün biz (ben ve eşim Selmin) güzelce bir kaybolduk ve çadırımızı bulmamız birbuçuk saat aldı mesela. 

Bizim ilk günümüz, aslında festivalin 0. günü. Büyük sahneler Cuma'dan Pazar'a üç gün boyunca açık, ancak Carşamba ve Perşembe de bazı alanlarda müzik var. Özellikle de 10'a yakın dans çadırının bulunduğu Dance Village'da. Bir tarafta da caz ve blues'cuların yeri Bourbon Street var, hiç fena değil. Biraz ona, biraz buna baktık ama tanışma gününü kısa kestik. Yarın işimiz çoktu. 

RADIOHEAD DİYE BİR GRUP
Gerçek festival Cuma başlıyordu. Sabahtan Dance Village’daki yaklaşık 10 sahneden biri olan West’te DRY THE RIVER'la yaptık açılışı. Londralı grup henüz albüm yayınlamadı ama epeyi bir beklenti doğurdular. İyi yazilmis folk melodileri var, dikkat edin! Oradan direksiyonu iki numaralı sahne olan Other Stage'e kırdık, karşımızda VIVA BROTHER vardı. Aslında Brother olarak isim yapmaya başlamışlardı ama adaş bir Avusturalyalı grup yüzünden bir eklenti yaptılar. Bu yüzden “Biz Viva Brother’ız” diye az bağırmadılar! Müzikleri ilk dönem Oasis tadında ama ellerinde bir Noel yok! TWO DOOR CINEMA CLUB, o meşhur Pyramid Stage'le tanıştığımız an oldu. Kuzey İrlandalı grubun üçüncü Glastonbury performansıymış, ama ilk defa Pyramid'de çalıyorlar ve bunun kendilerinde ekstra heyecan yarattığını gizlemiyorlar. Kolay degil, ana sahne demek BBC'de canlı yayınlanmak, tüm İngiltere'nin izledigi sahada oynamak demek. Biz onlardan önce ayrılıyoruz, zira Other Stage'de THE VACCINES var. Şu ana kadar İngiltere'de yılın en iyi yeni grubu. Performanslari da harika, seyirci desteği de. Sonra yine Pyramid'e koşu, efsane BB KING'e dikiz. Sonra yine Other Stage ve BRIGHT EYES. Normalde en cok beklediğim grup olabilecek kadar severim ama burada trafik o kadar yoğun ki, yarısını feda etmek zorundayım. İzlediğim yarısı çok iyi ama kalan yarıyı feda etmemin sebebi BIFFY CLYRO. Galli Foo Fighters artık çok çok büyük oralarda. Rahat ve enerjikler. O bitiyor, mekik dokumaya, çamurda debelenmeye devam! Other Stage'de Fleet Foxes. Şiir gibiler! Müzikleri açıkhavada nasıl gider tereddütlerimi yok ediyorlar, ama onların da süresi 5 şarkı. Sebep, The Park'ta çıkacak sürpriz grup. Programda “Özel Konuk” olarak geçen ismin RADIOHEAD olduğu fısıldanıyor her yerde. "Merkezden" The Park'a gidis, kalabalık ve yağmuru da ekleyince yarım saat. The Park'ın kendisi ise Glasto'nun festival içinde festival havasını özetler şekilde, herhangi bir rock festivali alanı büyüklüğünde, birkaç sahnesi var. Müthiş bir kalabalık doluşmuş durumda oraya. Herkes RADIOHEAD için orada! "The King of Limbs"ten giriyorlar. "Beleş girebilmek için burada çalıyoruz" diyor Thom. İnanılmaz bir yağmur altında, bu büyülü festivalin ilk günden bize yapabildiği tatlı sürprize gülümsüyoruz. 

U2 GEZEGENİNDEN DÜNYAYA
Other Stage’de MUMFORD AND SONS var. Ana sahne büyüklüğündeler artık. Nefis çalıyorlar, kitle de harika ama beş şarkılık kredi vermek zorundayız, zira olay Pyramid’de. Gezegenin en büyük grubu, gezegenin en büyük festivalinin sahnesinde! 20 yıl kadar sonra ilk defa festivalde çalıyorlar, birkaç özel olay dışında da neredeyse beş yıldır ilk defa "normal" bir sahnedeler. Bono Glasto ahalisini tavlamak icin çabaliyor. Belki de bundan "Achtung Baby"den beş şarkıyla giriyorlar, "Şimdi başka bir şey gibi görünsek de biz hala aynı rock grubuyuz" der gibi. Kusursuz bir şov ama nedense Glastonbury için fazla cilalı kaçıyor sanki. Herhangi bir grup için kariyer zirvesi olacak bir performans, U2 düzeyiyle kıyaslayınca sönükleşiyor. Sonunda yapmam dediğimi yapıyor ve Primal Scream'e koşuyorum. "Screamadelica"nın baştan sona çalınacağı konseri en azından ucundan yakalayayım. 'Higher Than The Sun'da ortama bakıyorum, kafası güzel olmayan tek kişi yok, herkes yavaştan sallanıyor. Bobby Gillespie 'Loaded' anonsunda beni bitiriyor: "Do you wanna get loaded? Are you loaded?" (Yüklenmek ister misiniz, yoksa zaten yüklü müsünüz? diyor, o “yükü” anladınız). 'Loaded' deliliği sonrası U2 finaline koşuyorum. Sürpriz son: 'Out Of Control.'
Gün bitiyor. U2 ile aynı anda çalan ve kaçırdığım gruplar: Crystal Castles, DJ Shadow, Cee Lo Green, Billy Bragg, Annie Mac… Gün boyunca izlemediklerimden bir festival çıkar: Kesha, Caribou, Big Audio Dynamite, Wu-Tang Clan, Jamie XX, The Coral, I Am Kloot ve Radiohead’le girdiği çakışmadan mağlup ayrılan Morrissey… Ama öyle seyler gördüm ki, festivalin ilk gününde anladım. Burası sadece grup izlemeye gelinecek yer degil. Burada bir tecrübe yaşamak için varız. Mutluluk bir yağmur olmuş üzerimize yağıyor da biz mümkün olduğu kadar çok ıslanmak istiyoruz sadece. Sırılsıklam halde tamamlıyoruz o ilk günü de. 

MUTLULUK FESTİVAL BOYU
Cumartesi sabahı, herkesin yüzünde bir gülümseme var. Bir günlük acımasız yağmurun ardından güneş doğduğu için mi? Sanmam, burada her daim mutlu insanlar! İnsan kahvaltısını Yuck’la yapacak olunca mutlu oluyor tabii. Britanya’nın Sonic Youth’u, bu yılın yıldızlarından. Çatır çatır çalıyorlar gitarlarını. Çaldıkları sahnenin adı John Peel Stage. 2005’ten önce New Bands Tent (Yeni Gruplar Çadırı) iken o tarihten sonra efsanevi BBC DJ’inin adı verilmiş. Ömrünü yeni ve iyi müziğin tanınmasına adamış Peel’in şanına yakışır bir sahne. O gün Yuck’tan sonra çıkacaklar Anna Calvi, Warpaint, The Horrors, Noah and the Whale, Battles ve Glasvegas. Ne yazık ki program yoğun ve bir daha oraya uğrayamayacağım. Pyramid’deki The Gaslight Anthem en çok izlemek istediğim gruplardan birisi. Bruce Springsteen’in müritlerinin bir iki albüm sonra Kings Of Leon-vari bir patlama yapacağına inanıyorum ama şimdiki halleri de hiç fena değil. Birkaç şarkıları, özellikle olağanüstü ‘Great Expectations,’ şimdiden hit olmuş Ada’da. 

PULP SÜRPRİZİ
Ardından aynı yolun yolcusu iki hanım kızımızın çakışması var Rumer ve Jessie J. Biz ikinciden yana kullanıyoruz oyumuzu. Jessie J konserden önceki hafta ayağını sakatlamış, sahneye bir tahtın üzerinde çıkıyor. Ama büyük fenomen olmuş İngiltere’de, bir saat boyunca tahttan kalkamayan kız için Other Stage’in en büyük kalabalığı toplanmış. Sonlara kadar kalmıyoruz ama ‘Price Tag’i de dinlemeden kaçmıyoruz. İstikamet The Park, çünkü bu akşamın sürpriz konuğu için rivayetler Pulp’ta kesişiyor. Öğleden sonradan itibaren oradayız. The Walkmen var, New York City’nin gururları. Ardından Avustralyalı saykodelik canavarları Tame Impala. İki tane bayıldığım gruptan sonra o sürprizden kim çıksa kızmam. Ama sahneye gerçekten de PULP çıkınca kalp atışlarım herhalde normalin beş katına çıkıyor! Jarvis, Candida, Steve, Mark... Hepsi orada işte! Pulp birleştiği ay dergiye şunu “Glastonbury garanti” yazmıştım, line-up açıklandığında isimlerini görememek hezimet olmuştu. O güne kadar hepimiz aynı şeyi hissetmişiz ki, Jarvis Cocker’ın ilk cümlesi “Sizi yüzüstü bırakacağımızı düşünmediniz değil mi?” oluyor. ‘Do You Remember the First Time?’dan girdiği anda The Park bir tımarhane oluyor, Jarvis de liderimiz, “Guguk Kuşu”nun McMurphy’si gibi. “Duyduğuma göre tuvaletleri test ediyorlarmış, insanların uyuşturucu kullanıp kullanmadığını görmek için” diyor Jarvis. “İki şey söyleyeceğim. Birincisi ‘Bu örnekleri kim toplayacak?’ İkincisi de ‘Bi s.ktirin gidin! İnsanlar iyi vakit geçirmek istiyorlar.’” ‘Disco 2000,’ ‘Razzmatazz’ ve diğerleri: Her biri müthiş korolarla seslendiriliyor. Son bomba ‘Common People’dan önce ise şunu söylüyor: “Teşekkürler Glastonbury. 95’te burada çaldığımızda çıkışa başladık, sonra dünyanın dışında bir yörüngeye yerleştik ama şimdi yuvamıza tek parça olarak geri döndük.” Dinleyicisine buyurmayan, siz-biz ayrımını yok eden bir frontman. Büyük adam, büyük grup. Her gününde onlarca dev grubun çıktığı bir festivalin yıldızı olmak için bu gerekiyor demek ki! 

VIVA COLDPLAY!
Pulp için Elbow’u kaçırıyoruz. Üzülmedim ama Elbow’un ‘One Day Like This’inde orada olmak isterdim, “Yılda böyle bir gün yaşamak beni toparlar” dizesi sayesinde Glasto marşı haline geldi çünkü. Elbow’un kaçtığını bilerek ağır ağır giderken yolda karşımıza çıkan White Lies’ı izliyoruz. İkinci albümleri büyük hayal kırıklığı olsa da sahne duruşları etkileyici ve ‘Death’ hala son yılların en güzel şarkılarından birisi. Yine de bir festivalde ölümü anlatan bir şarkının havasına girmek pek kolay değil. Biz hayatı ve aşkı kutsayan bir grubun yanına gidiyoruz.
Coldplay’e hep U2 olmak istiyorlar dedik, ama kalabalığa bakılırsa onlar çoktan olmuşlar bile. Chris Martin sahneye iyice alışmış, rockstarlık oyunundan keyif alıyor. Glastonbury’de defalarca çalmanın rahatlığı da eklenince muazzam bir performans koyuyorlar ortaya. Chris geleneksel şekilde yine Glastonbury’ye bir şarkı uyarlıyor, bu sefer ‘What A Wonderful World’e uyarladığı sözlerle. Işık şovları, havai fişekler, ekranlar gibi stadyum rock’ın tüm nimetlerini kullanıyorlar. Ama stadyum rock’ın en önemli unsuru olan seyirci de olağanüstü. Çakmaklar var, bayraklar var, her şarkıya katılım var. Ama ‘Viva La Vida’ bir başka. Şarkının melodisini piyanoda ufaktan çalınca herkes meşhur “Oooo” korosuna giriyor. Konser bittiğinde de grup bise alkışla değil, “Oooo” diye çağrılıyor.
Yeni bir şarkı olan ‘Up Against The World’ü çalmadan önce şöyle diyor Martin: “Bu şarkımız zorluklara direnen bir çift hakkında. Yani sizin gibi, kamp yapan, çamura bulanmış ama yine de mutlu olan ve birbirini seven ve bayraklarını sallamaktan vazgeçmeyen bir çift hakkında.” O biziz işte! 

YARINA NE KALDI?
İki günde Britanya’nın en büyük dört grubunu izledikten sonra son gün adeta bir bonus. Hava güzelken, çamur kurumaya başlamışken yerlere oturmak, alanı gezmek, grupları uzaktan kesip bira içmek, bitmek üzere olan bir rüyanın tadını sonuna kadar çıkartmak lazım bugün. 2011’in tazelerinden Clare Maguire var Other Stage’de. Sanırım bana biraz kaba geliyor müziği, Kanye West cover’ı ‘Love Lockdown’dan sonra uzaklaşıyorum. Dance Village’daki West’te Cults var diye gidiyorum ama elimdeki program eskiymiş. Bin tane grup varken değişikliği pek kimse duymuyor haliyle, ama CocknBullKid de vasat da olsa eğlenceli. Other Stage’de TV On The Radio beklediğim kadar iyi ama Pyramid’deki efsanevi Paul Simon performansından ne yazık ki bir tat alamıyorum. Vuruyorum kendimi yollara. Greenpeace alanına gidiyorum, el emeği göz nuru standları arasında geziyorum. Çocuk alanına, oradan kabare bölgesine, stand-up yapan komedyenlere, spiritüel konuşmalar yapan yeni çağ meddahlarına... Küçük sahnelerde 15 kişiye çalan müzisyenlere... Onları izlerken de sanki dünyanın en büyük grubunu izler gibi eğlenen insanlara... West Holts’a ulaşıyorum, kendi içinde ayrı bir başka festival de orada. Cee-Lo, Janelle Monae, Hercules and Love Affair, Kool & The Gang, Big Boi gibi isimler çıktı burada. Ana sahnesinde The Go! Team var, ufak bir barda yaklaşık beş kişiye müzik yapan bir grup da. İkisini de biraz dinliyorum. Tüm o gezinti esnasında saatler geçmiş, Plan B, Eels, John Grant, Everything Everything, The Bees kaçmış, ne gam! Biraz daha içmek istiyorum, Kaiser Chiefs’i yakalasam da bana yeter. Şefler her zamanki kadar iyiler. Hatta şöyle ekleyeyim, kendi kuşaklarının en iyi sahne grubu onlar, son iki albümleri de felaket de olsa tüm şovu izletmelerinin sebebi o.

SAHNEDE BİR DİVA
Bir başka büyük performans ise festivalin divası Beyonce’den. Belki beş-altı şarkı dinler kaçarım diyorum ama öyle yüksek performans var ki onda, The Streets’in Glasto vedası veya Queens of the Stone Age sahnesi gelmiyor aklıma. Sahne enerjisi bir yana, Lady Gaga’da dahi olmayan bir hit cephanesi var bu kızın. ‘Crazy In Love’la başlayan, Kings Of Leon ve Alanis Morissette bile cover’layan bu kızın tüm şarkılarını hepimiz biliyoruz. Ve inanın, oradaki 100.000 insanın pek azı adanmış hayrandır. Diyor ki Beyonce: “Bu gece benim hayalime tanıklık ediyorsunuz. Her zaman bir rockstar olmayı düşledim.” Haklı, hayallerin gerçekleştiği yerdeyiz. Jarvis’in dediği gibi: “1995’te burada çaldığımızda şöyle demiştim: ‘Eğer bir şeyin gerçekleşmesini yeterince isterseniz, sonunda olur.’ Eğer bizim gibi uygunsuzlar bile Glastonbury’de headliner olarak çalabiliyorsa herkes yapabilir. Klişe gelse de doğru, bu hepimizin içinde var. İşte Glastonbury bu, bir festivalden daha fazlası. Glastonbury bir his.” 

Glastonbury: Bir hayal, bir festival, bir his


Bu yazı 2011 güzünde Babylon Dergi'de yayınlanmıştır. 

Coldplay’in destansı performansının ortasında, “Us Against The World”ü çalmadan önce seyirciye şöyle sesleniyor Chris Martin: “Farz edelim bu şarkı sizi anlatsın. İki genç insan tüm gün yağmur altında, çamurla boğuşmuş. Ama yine de birbirlerini seviyorlar, yine de mutlular, yine de Glastonbury’de harika vakit geçiriyorlar.” Martin’in şartlara uyarladığı bu yeni şarkı, gerçekten de Glastonbury’de olmanın neye benzediğini anlatabiliyor bir yanıyla. Dünyanın en büyük açık hava müzik festivalindesiniz ama sizi zorlayacak çok şey var. Yağmur, çamur, kalabalık, yorgunluk, hatta aynı anda birkaç yerde olamama sorunu; Glastonbury’nin hiç de kolay bir mücadele olmadığının kanıtları. Ama öyle bir şey var ki orada, adeta bağımlılık yapıcı. 

Eğer en iyi ve kompakt line-up’ı izlemekse olay, Rock Werchter en iyisidir. Güzel hava ve bol eğlence hedefleniyorsa Benicassim iyi tercihtir. Rock’ın devler ligiyle ilgileniyorsanız istikamet Reading-Leeds, indie’ye odaklanmak istiyorsanız Coachella olmalı. Glastonbury ise bunların ötesinde bir anlama sahip. 180.000 kadar insanı, hangi grupları izleyeceğini bile bilmeden biletleri birkaç saat içinde işte tüketmeye iten şey de o anlamın içinde gizli. Geçen Haziran’da o 180.000’in arasındaydım. Yıllarca uzaktan hayranlıkla izlediğim videoların, gıptayla baktığım fotoğrafların bu defa içinde olmak, dinlediğim kayıtlardaki seslere çığlıklarımla katkı yapmak için. Festivali en ince detayına kadar anlatacak değilim. Zira “Groundhog Day” gerçek olsa ve Glastonbury’yi en baştan tekrar tekrar yaşasanız, her tecrübeniz birbirinden farklı olacaktır, emin olun. Bu yüzden, oradan sonra yazılar yazan her insandaki tortusu da bambaşka olacaktır. 

Ben dersimi ilk gün aldım. Bir sahneye koşarken ardımda Morrissey, Fleet Foxes, Ke$ha, Jamie XX, KT Tunstall, Badly Drawn Boy, Chase and Status ve daha onlarcasını bıraktığım an fark ettim her an her yerde olamayacağımı. Sadece bu tecrübenin tadını çıkarmam gerektiğini. Gittiğim yerde ise Radiohead vardı ve (kendi standartlarında) ufak bir alanda, The Park’ta “Sürpriz sanatçı” sıfatıyla çalmaktaydı. Yani, zaten iyi şeyler izleyeceksiniz, kaçırdıklarınızı boşverin. 

Sanırım bu farkına varış Worthy Farm’daki herkese hasıl olmuştu. Kaldığım dört gün boyunca bir şeyden şikayet eden, bir diğerine poz kesen kimseyi görmedim. Tersine, bileğine kadar çamura batmayı bir eğlence malzemesi yapan, yere düşeni kaldıran, gülümseyen ve muhabbet etmeyi seven insanlar gördüm. Herhalde sadece bir hippi hayali zannedilen sevgi, özgürlük, barış, anlayış ve mutluluk dolu dünyanın minik bir simülasyonu olduğu için değerli Glastonbury. Sadece müzikal anlamda değil, yukarıdaki kavramlar için de bir hacılık varsa eğer, işte o mertebeye Glastonbury’ye giderek ulaşabilirsiniz. Sanırım bu yüzden bir defa giden herkes bilekliklerini bir onur nişanı gibi taşıyor kollarında. Benim gibi… 

Pulp performansı sırasında Jarvis Cocker’ın sözleri aslında anlatmaya çalıştığım şeyin bir özetiydi: “1995’te burada demiştim ki, ‘Eğer bir şeyin gerçekleşmesini yeterince isterseniz sonunda olur.’ Eğer bizim gibi uyumsuzlar Glastonbury’de headliner olabiliyorsa herkes olabilir. Klişe gelse de doğru, bu hepimizin içinde var. Bu festival de zaten tam da bu. Bu bir festivalden daha fazlası; bu bir his.”

UNUTMAYIN!
  • Festival sitesinden tarihleri sıkça kontrol edin. Zira kayıt olma, bilet alma, parasını ödemek için farklı dönemler var. Iskalarsanız yazık olur.
  • Biletler birkaç saatte bitiyor ama parasını ödemeyenlerin biletleri daha sonra tekrar satılıyor. Başkasının şanssızlığı sizin şansınız olabilir.
  • Çantanızda yağmurluk ve balıkçı çizmesi yoksa hiç gitmeyin daha iyi!
  • Kamp alanınızı dikkatli seçin. Merkeze yakın veya uzak olmanın artı ve eksileri var.
  • Çadırınıza bayrak dikerseniz hem bulmanız, hem de festival posterlerinde kendi çadırınızı tespit etmeniz de kolay olur! Konserlerde bayrak taşımak ise meşakkatli ama konser DVD’lerinde “Ben buradaydım” demek için de fırsat.
  • Line-up açıklandı ve headliner’ları sevmediniz. Dert değil. U2, Coldplay ve Beyonce’den hoşlanmayan binlerce insan vardı ama alanda alternatifler sınırsız. İzlemezsiniz olur biter.
  • Festivalin ana alanları Pyramid, Other, John Peel, Jazz, Acoustic, Avalon, West Holts, Dance Village, Leftfield. Hepsinin farklı birer kimliği var ve her birinin line-up’ı bir üçüncü dünya ülkesinin festivalini doyurur.
  • Asla ana sahnelere dalıp küçük zevkleri ıskalamayın. Belki de en çok eğlendiğiniz konser West Holts’ta bir barda 10 kişiye çalan ufak grubunki olacak. Ayrıca bir sahnede stand-up, başka bir yerde meditasyon, az ileride de bir cambazın gösterisine denk gelebilirsiniz. Müzik, Glastonbury’de eğlenmenin yollarından sadece biri!
  • Kostüm edinin. Süper kahramanlardan ineğe, fasulyeye kadar onlarca farklı kostüm göreceksiniz.
  • Bir Glasto tişörtü alın. “Oradaydım” demek için. 
  • Glastonbury görebileceğiniz en “yeşil” festivallerden birisi. Bazı şişeler dışında hiçbir şey plastik değil. Ulaşımda da araba yerine otobüs gibi daha çevreci çözümler öneriliyor. 
  • Alandaki yemek standları tamamen yerel mekanların açtığı standlar. O devasa fast food zincirlerini Glastonbury’de göremeyeceksiniz. 
  • Her ne kadar pahalılığıyla nam salmış da olsa, Glastonbury bütçesi devasa olan bir festival değil. Burada çalmak çok büyük bir prestij olduğundan pek çok grup para almadan çalıyor, alanların da tamamı ücretlerinin çok altına iniyor.
FESTİVALDE PARLAYANLAR
  • Radiohead sürprizi büyük olaydı ama Pulp’ın festivallere geri dönüşünün burada gerçekleşmesi sükseyi artırdı.
  • Herkesin konuştuğu kişi Beyonce’ydi. Her sahneye çıkan grup seyirciyi beğenmediğinde “Beyonce’yi bekliyorsunuz değil mi?” diye azar çekti. Biffy Clyro, ‘Crazy In Love’dan bir bölümü seyirciye söyletti. Son gece sahne alan Beyonce’nin performansı da müthişti.
  • Diğer headliner’lardan U2 sanki kendi sahasında oynamıyor olmanın tutukluğundaydı, Coldplay ise son derece rahat ve görkemli bir performans sundu.
  • Kırık bileği yüzüden bir taht üzerinde performans veren ve 50.000 kişiye hükmeden Jessie J kraliçeliğini ilan etti. Mumford and Sons da artık büyük liglerde oynayacağını belli etti.
  • The Vaccines ve Yuck yıl boyu kopardıkları gürültünün boşa olmadığını kanıtladı. Wild Beasts ve The Horrors da rüştünü ispat etti. Viva Brother eğer hit yazmayı öğrenirse büyük sahnedeki rahatlıklarıyla büyüyebilir, Dry The River Ada’nın yeni Mumford and Sons’ı olabilir.
  • İngiliz kabinesinden bir milletvekili, Christopher Shale, festival sırasında bir tuvalette ölü bulundu. İntihar ettiği düşünülen Shale “kayan yıldız” oldu.