Tuesday, February 28, 2012

!f istanbul 2012 günlüğü #2

eğer klasik "festival uzatmaları"nı saymazsak, !f istanbul bitti, hatıralar arasına güzel film anları bıraktı ve gitti. festivalin ilk günlerinde izlediğim filmleri daha önce yazmıştım, günlüğü tamamlayalım.

* 2003 yapımı "tarnation"ı hatırlar mısınız? jonathan caouette'i dünya çapında üne kavuşturan, birkaç yüz dolarlık maliyetiyle sinemada bir köşetaşı sayılan bir filmdi, türkçe çevirisiyle, "kahrolası." caouette çocukluğundan beri bir şekilde biriktirdiği kamera görüntüleri, fotoğraflar ve telesekreter kayıtlarını kendi bilgisayarında kurgulamış ve kendi büyüme hikayesini, aile sorunlarını ve en vurucusu, annesinin şizofreniyle mücadelesini müthiş bir samimiyetle gözler önüne seriyordu. "tarnation" sonrasında kendi başına çektiği ilk uzun metraj belgeseli "kaçak renee"de caouette, hikayesini sekiz yıl önce bıraktığı yerden devam ettiriyor. annesini bıraktığı bakımevinden alıp new york'a getirmesi bir yanıyla çok güzel bir yol hikayesi, bir yanıyla da şizofreni üzerine bir belgesel. veya aile üzerine. veya hayat üzerine. caouette arşiv görüntüleri ve "gerçek" anları kurgulama konusunda çok ustalaşmış. ilk filmi izlememişler merak etmesin, geri dönüşlerle desteklediği filmi kendi başına ayakta duruyor zaten.

artık doğan bir çocuğun ilk ağladığı andan itibaren video kayıtları olduğu için, caouette'in yaptığını önümüzdeki yıllarda yapan mutlaka çıkacak. ama onun kadar sinema duygusu taşıyanı, konusuna incelikli yaklaşanı ve hayatına dair olan biten en mahrem konuları samimiyetle perdeye yansıtabileni çıkar mı bilmiyorum. caouette'in festivale teşrif edeceği söyleniyordu ama bir sebepten gelememiş. keşke gösterimde olsaydı. elini sıkıp, "walk away renee" kadar müthiş bir film yapabildiği için teşekkür etmek isterdim kendisine.

* "ailecek" 2000'ler ortasında amerikan indie'sinin folk kanadından üç önemli ismin birlikte çıktığı bir turneyi konu eden bir belgesel. devendra banhart, joanna newsom ve vetiver'dan andy cabic'in amerika'da küçük kulüplerde turluyorlar. dinleyiciler için rock müziğin en keyifli, en gizemli, en büyülü yanı gibi görünen turnelerin arka tarafında neler döndüğünü açıkça ve samimiyetle resmediyor. belgeselin tek negatif yanı kayıtların aslında 2004'te yapılmış olması. filmin sonlarında "bu turneyi bir daha yapamayız" diyor ekipten birisi, "çünkü bir sonraki sene hepiniz daha ünlü olacaksınız, daha büyük yerlerde çalacaksınız." çok doğru bir öngörü. bahsi geçen müzisyenlere ve janra ilgi duyuyorsanız izlemelisiniz.

* bundan birkaç ay önce gazetede genel yayın yönetmenimiz murat yetkin, "tarihe tanıklık ediyoruz" demişti. gerçekten de ileriki yıllarda tarih kitaplarına geçecek olaylarla dolu zamanlardan geçiyoruz. arap baharı'nın en kilit noktalarından birisi olan, mısır'daki devrimi düşünün, tarih kitaplarından, belgesellerden öğrenebileceğimiz bir olayı haberlerde izledik. "tahrir 2011: iyi, kötü ve politikacı" devrimi üç farklı açıdan anlatıyor. birincisinde tahrir'den protestocu manzaralarına eğiliyor; tamamen tanıklıklar ve amatör arşiv görüntüleriyle son derece ham, "birinci elden" bir işe imza atıyor. ikinci bölümde karşı tarafa geçiyor ve konuşmayı kabul etmiş az sayıda kolluk kuvveti mensubuna, devrimin "zalimi" ama "kaybedeni" olan polislere söz hakkı tanıyor. üçte ise hüsnü mübarek var. onun iktidara gelişinin, gücü muhafaza edişinin ve baskı rejiminin anatomisini çıkarıyor. üç farklı yönetmen tarafından ele alınan üç bölüm, haliyle üç farklı belgesel üslubuyla karşı karşıya bırakıyor izleyeni. mesela ilkindeki ham hava, ikincisinin televizyon belgeseli stili, üçüncüsünde ise michael more-vari bir hiciv geçişler arası zorlanmanız sonucunu getirebilir. ama yine de bu, "tahrir 2011"in güçlü ve önemli bir belgesel olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

* yönetmeni q, "gandu"yu bir rap müzikali olarak tanımlıyor. uyuşturucunun yanına rap müziğin de geldiği ve iskoçya yerine hindistan'da geçen bir "trainspotting" gibi de bakabilirsiniz. tabii bunu filmin tabanca gibi kurgusu, ekran bölme, sahne içi kurguda ileri geri atlamaları, yerinde durmayan kamerası, yüksek volümlü müziği ve sözleri ekrana bindirmesi gibi stilize dili olarak algılamanız yerinde olur. stilin ve iyi müziklerin ötesinde senaryo konusunda biraz tembellik ettiğini hissettim q'nun. yine de izlemekten mutlu olduğum bir film, keşfetmekten mutlu olduğum bir dünya oldu q'nunki.

* arthouse sinemada "senaryo tembelliği" sık görülen bir durum. izleyicinin zorlanması veya tempo düşüklüğü itirazım olan şeyler değil, ama bunların altının doldurulmasını beklerim. iki hayaletin dünyaya geri dönmek için yapmaları gereken uzun yolculuğu anlatan ispanya filmi "finisterrae" ne yazık ki bunu yapamayan bir işti. yavaş kurgunun ötesinde nereye değdiğini anlayamadığım sembolizmi, sahip olduğu iddia edilen kara mizahın ortalarda gözükmemesi, belirli sahnelerde parıldayan görsel işçiliğin filme yayılmaması ve nihayetinde uzun metrajlı bir filme yetecek kadar "olay olmaması" maalesef filmi festivalin çürük elması yaptı.

instagram kuşağının marilyn'i: lana del rey

günümüz pop kültüründe en zor iş bir mit yaratmak. düşünsenize, michael jackson konserlerinde sahneye ilk çıktığında dakikalarca hareketsiz dururdu, çığlık yağmuru altında. o anda stadyumdaki 70.000 kişi için o, michael jackson'ı tek görebilme şansıydı. artık her popstarı markette alışveriş yaparken, kafe çıkışında yürürken veya havaalanında uçağını beklerken görme ihtimaliniz var. chris martin, "artık biliyorum ki sahnede kayıp düşsem 10 dakika sonra tüm dünya youtube'da onu izliyor olacak" diyor. martin'e göre jay-z, bana göre lady gaga dışında günümüz müziğinde o miti yaratmayı başaran kimse yok. artık bu devirde açıklık tek çıkar yol. çünkü her an birisi sizi makyajsız, maskesiz yakalamak için tetikte. john lennon'ın ölmek üzereyken çekilmiş bir fotoğrafını gördünüz mü? michael jackson'ı hastaneye kaldırılırken gördük. jim morrison'ın efsanevi miami konserinde penisini seyircilere gösterdiği anı gördünüz mü hiç? oysa ki noel gallagher'ın kanada'da bir izleyici tarafından saldırıya uğradığı anın videosu milyonlarca kez izlendi.

ilk çıkışı itibariyle lana del rey büyük bir mit olmaya, gizem yaratmaya çok yaklaşmıştı. youtube'a sessiz sedasız salınan, bir webcam yardımıyla çektiği ve retro görüntülerle kurguladığı "video games" klibi hiçten çıkıp gelen bir starı müjdeliyordu. baygın bakışlı, şişme dudaklı güzel kızın ağır yükselmeler ve alçalmalardan oluşan, davulsuz gürültüsüz patırtısız şarkısı geçen yıl duyduğumuz en iyi şeylerden birisiydi. "bu zamana kadar nerelerdeydin sen?" diye sorduk, elimizde fazla bir şey yoktu. retro takıntılıydı, geçmişte bir dönem bir karavan parkında yaşamıştı ve hiçlikten geliyordu. ne var ki, birkaç hafta sonra tüm hikayeyi öğrenecektik. adı bile plak şirketinden ekiplerle masa başında bulunmuştu, dolaysıyla retro takıntısı projenin bir parçasıydı. karavan parkında yaşaması aslında internet işinden dolayı epeyce zengin olan babasının bir fantezisinin sonucuydu. en önemlisi, sıfırdan çıkmış değildi. lizzy grant olarak bir pop kariyerine başlamış, lana del rey olarak bir albüm de yayınlamış ama bir şekilde itunes arşivlerinden bile silinmiş ve nihayetinde imajıyla "yeniden yaratılmış" bir kişiydi.



birkaç hafta içinde bolca düşman kazanmıştı lana del rey. indie müziğin yayılmasındaki en büyük damar olan blogosfer ve internet medyası, başta alemin en sivri dilli blogu hipster runoff olmak üzere lana'nın plastik bir star olduğu gerekçesiyle onu topun ağzına dikti. indie'nin yeni kraliçesi sandıkları kızın, indie'nin en karşı olduğu şeyin vücut bulmuş hali olduğunu anlamışlardı: "gerçek" değildi o, plak şirketi tarafından tasarlanmış bir projeydi. lana del rey ve arkasındaki ekip, indie tünelini sadece üne sıçramak için kullanmış, işi bitince de limandaki ilk pop vapuruna atlamıştı.

şuradan bakıldığında lana del rey çok doğru bir proje: insanlık tarihinde yaşadığımız çağ kadar retro takıntılı bir dönem olmadı. nostalji duygusu, retro estetiği günlük yaşamdan sanatın her dalına, modadan damak zevkine kadar insan hayatının her bir noktasına hükmetmekte. son teknoloji ürünü olan iphone'umuzla çektiğimiz fotoğraflar bizi tatmin etmiyor, onu instagram'ın filtrelerinden geçirmek istiyoruz. anı şu anda yaşamayı yeterli bulmuyor, onun gerçekten yaşanmış olduğunu, zamanın tasdiğinden geçtiğini ve bakmaya değeceğini anlamamız için illa grenli görüntüler veya pastel renkler gerekiyor.

iri dalgalı kızıl kestane saçları, 1950'lerden fırlamış imajı ve lolita pozlarıyla, instagram kuşağına tam istediği şeyi veriyordu lana del rey. iki boyutluydu, kartondandı ama "renkleri" güzeldi. biz de lana del rey'in fotoğraflarına baktığımızda marilyn monroe'nunki gibi bir ferahlama yaşayabilirdik. öylesi bir pin-up girl'ün gerçekliğini sorgulamamız hata olurdu. ama elizabeth ve lana arasındaki uçurumlar o kadar kısa sürede o kadar gözümüze sokuldu ki, bunca yapaylığı yok sayamadık.

"born to die" yayınlandığında bu yüzden "son umut"tu. "video games" ve "born to die"ın karanlığıyla kendisine biçtiği "gangsta nancy sinatra" modelinden birkaç ay içerisinde paris hilton'ın albümünde yayınlanmış olabilecek şirin "off to the races" gibi şarkılara nasıl geçiş yaptığını anlamak zordu; ilk şarkılarında umutsuz şarkılar söyleyen kalbi kırık kızın "senin küçük yıldızın, fahişenim ben" dizelerini seslendirişi de. ve pek tabii, "diet mountain dew"daki lily allen yakalayıcılığından, "million dollar man"deki fiona apple sislerine kayması, oradan 1990'lar sonu britney sound'una sıçraması da... yarısı iyi, yarısı vasat şarkılarla dolu iyi bir pop albümüydü bu. "video games"in yarattığı heyecan ve beklentiyi unutsanız belki bir iki puan daha yüksek vereceğiniz bir kayıttı, ama bu şartlarda geçmişi yok saymak imkansızdı.

pop müzikte kusursuz samimiyet arayan birisi değilim. indie gruplarının da göründükleri kadar "içimizden biri" olmadıklarının farkındayım. lana del rey ve arkasındaki insanlara bize kartondan bir yıldız sundukları için kızmıyorum. girdikleri yolda ilerlemek zor geldiği için, en azından iyi bir pop albümü yapmak için daha fazla zaman ayırmaları gerektiği gerçeğini göz ardı edip lana'nın şöhreti "soğumadan" alelacele bir albüm yayınladıkları için kızıyorum. "born to die" kaçırılmış bir fırsat, çünkü "instagramlı" olan şarkılar "modern" olanlara bariz bir üstünlük kuruyor. 1950'li lana'nın 2012 modeline kurduğu gibi.

Sunday, February 26, 2012

Benim Oscar'larım

Jean Dujardin benim Oscar'larımın ardından teselliyi George Clooney'de ararken...

Malum, Oscar'lar dağılıyor bu gece, Amerikan sinema endüstrisinin en önemli günü. Yine bolca mutluluk, bolca sahte gülücük, bolca hayal kırıklığı olacak sahnede ve ekran başında. Ben tahminlerimi Yazıhane'de kaleme aldım. Burada ne yazık ki çeşitli sebeplerden 2011'in en iyi filmlerini derleyemedim. E o zaman ben de kendi adaylarımı belirleyeyim, kendi ödüllerimi vereyim dedim. Akademi'nin sınırlarına ve adaylarına bağımsız kalmadan ve yılın en sevdiğim filmlerini "ödüllendirmek" istedim. Olur da 2011 sonunda yılın en iyilerini benden bekleyen varsa (çok iyimser bir insanımdır) böyle toparlamış oluruz, 2011 filmlerini böyle değerlendirmiş olayım dedim.

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christopher Plummer (Beginners), Jonah Hill (Moneyball), Max Von Sydow (Extremely Loud and Incredibly Close), Colin Firth (Tinker Tailor Soldier Spy), Viggo Mortensen (A Dangerous Method)
Kazanan: Jonah Hill
Plummer nadir görülmüş biçimde bu yıl kazanabileceği tüm ödülleri topladı. "Beginners" gerçekten kalp kıran ve yolun sonuna yaklaşmış bir aktör için uygun "hayatının sonbaharında cinsel kimliğini keşfetmiş adam" rolüyle Plummer'ı yıldızlaştıran çok güzel bir film. Ama Jonah Hill'in "Moneyball"daki sınıf atlayışı, artık ciddiye alınması gereken adam ligine çıkışı etkileyici. Ben Oscar'larımı vefa üzerine vermediğim için Hill galip.

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Octavia Spencer (The Help), Melissa McCarthy (Bridesmaids), Jessica Chastain (The Tree of Life), Carey Mulligan (Shame), Marion Cotillard (Midnight in Paris)
Kazanan: Jessica Chastain
Chastain'ın bu yılın en parlak filmlerinden üçünde oynamış olması, dahası "Coriolanus" ve "The Debt"te de boy göstermesi, onu 1978 ve 1979 yılında sadece 13 aylık bir süre içinde "The Deer Hunter," "Manhattan" ve "Kramer vs. Kramer"de oynamış olan Meryl Streep'in çıkışına benzetiliyor. "The Tree of Life"ta Malick'in onu resmedişi zarafetin tanımı gibiydi adeta. Çok zengin bir aday grubu arasından ödülüm ona - ve çıkışına.

Yabancı Film: Jodái-e Náder az Simin (Bir Ayrılık), Le Gamin Au Velo (Bisikletli Çocuk), Bir Zamanlar Anadolu'da, Le Quattro Volte (Dört Defa), A Torinói ló (Torino Atı)
Kazanan: Beş müthiş film var bu kategoride, gönül her birinin daha çok ödüle boğulmasından yana (Gerçi her biri Cannes ve Berlin'de hak ettikleri ödülleri topladılar). İran'dan gelen müthiş "Bir Ayrılık" çok yönlü çalışılmış incelikli senaryosu sayesinde diğerlerinden biraz daha öne çıkıyor, belki "Dört Ay, Üç Hafta, İki Gün"deki gibi her izleyeni çarpabilecek kadar "evrensel" bir iş olmasının da payıyla.

Sanat Yönetmeni: Hugo, The Artist, Midnight in Paris, A Dangerous Method, The Help
Kazanan: Anne Seibel ve Hélène Dubreuil (Midnight in Paris)
Woody Allen'ın 1920'ler ve günümüz arasındaki geniş bir zaman diliminde git-gelleri olan Paris fantazyası özellikle nefis setleriyle de akılda kalıyordu. Oscar haklarıdır.

Görüntü Yönetmeni: Hugo, The Tree of Life, The Artist, Melancholia, Midnight in Paris
Kazanan: Emmanuel Lubezki (The Tree of Life)
Gerçekten "güzel" kelimesini sonuna kadar hak eden nefis görüntü çalışmaları bunlar. Ama benim için "The Tree of Life"ın kanat takmış ve yerden yarım metre yukarıda salınan kamerası, muhteşem renkleri ve filmin evrenin başından 1950'ler Teksas'ına kadar gidip gelişine kadar ne izleyiciyi ne de tutarlılığını kaybetmeyişiyle muhteşem bir iş.

Kurgu: Hugo, We Need To Talk About Kevin, Drive, Moneyball, The Artist
Kazanan: Joe Bini (We Need To Talk About Kevin)
"We Need To Talk About Kevin" gerçek bir kurgu şaheseri. Aslında takibi çok zor olabilecek bir stile sahip olmasına karşın izleyeni diken üzerinde tutmayı başaran Lynne Ramsay'in en büyük yardımcısı da o kurgu ustalığı zaten.

Müzik: Ludovic Bource (The Artist), Alberto Iglesias (Tinker Tailor Soldier Spy), Cliff Martinez (Drive), Alexandre Desplat (Extremely Loud and Incredibly Close), Howard Shore (Hugo)
Kazanan: Cliff Martinez
"The Artist"te sessiz bir filmin sesi olan Ludovic Bource muhtemelen bu akşam emeğinin karşılığını hakkıyla alacak. Ama kariyer çizgisi Red Hot Chili Peppers ve Lydia Lunch'la bile kesişen Cliff Martinez'in "Drive" gibi "sesli" bir filme damga vuruşu da etkileyiciydi. Kişisel zevkler sayesinde kazanan o, yani 2010'ların Angelo Badalamenti'si.

Özgün Senaryo: The Artist, 50/50, Bridesmaids, Midnight in Paris, Jodái-e Náder az Simin
Kazanan: Annie Mumolo ve Kristen Wiig (Bridesmaids)
Hollywood'da kadının resmediliş biçimini kökünden sarsan film olması bile bu senaryonun benim Oscar'ımı kapması için yeterli. Sadece kadınların da altına yapabildiklerini gösterdiği için değil! Hollywood komedi filmlerindeki tuhaf karakterlerin aslında neden ve nasıl o kadar "tuhaf" olabildiklerini bugüne kadar kimse açıklamamıştı. Wiig ve Mumolo sadece bunu yaptıkları için bile övgüye, ödüle boğulmalı. Ama kadın rekabeti, zaafları, hırsları, erdemleri, geyiklerini de hem en komik, hem de en gerçekçi şekilde yansıtabildikleri için de diyebilirsiniz isterseniz. Başka hangi Hollywood filminde iki kadın yemek masasında erkeklerin sevişirken "penislerini kadınların yüzlerine sokup durduklarını" konuşur ki?

Uyarlama Senaryo: Hugo, Moneyball, The Descendants, Tinker Tailor Soldier Spy, We Need To Talk About Kevin
Kazanan: Alexander Payne, Nat Faxon ve Jim Rash (The Descendants)
Payne'in filmlerinde en güzel şey her şeyin çok zahmetsiz görünmesidir. Herkes çok insani, olaylar çok doğal, hisler çok abartısızdır. Bunda filme konu olan romanı böylesine incelikle uyarlamalarının da payı var.

En İyi Kadın Oyuncu: Michelle Williams (My Week With Marilyn), Kristen Wiig (Bridesmaids), Kirsten Dunst (Melancholia), Tilda Swinton (We Need To Talk About Kevin), Jessica Chastain (Take Shelter), Berenice Bejo (The Artist)
Kazanan: Tilda Swinton
Her biri çok çarpıcı rollerle karşımıza çıkan bu kadınların arasında Tilda Swinton, içinde olduğu filmin ağırlığını tek başına yüklenişiyle öne çıkıyor. O film onsuz asla böyle olmazdı.

En İyi Erkek Oyuncu: Jean Dujardin (The Artist), Michael Fassbender (Shame), Brad Pitt (Moneyball), Ryan Gosling (Drive), Joseph Gordon-Levitt (50/50), Michael Shannon (Take Shelter)
Kazanan: Brad Pitt
Birbirinden muhteşem performansların arasında Billy Beane'e Aaron Sorkin'in imzası olan gevezelik ve sempatik bir ukalalık katan Brad Pitt ışıl ışıl parlıyor. Neredeyse 20 yıldır istikrarlı olarak Hollywood'un en iyi performanslar veren aktörü olmasına rağmen hiç kazanamamış olması artık onun değil, Akademi'nin ayıbı. Brad Pitt, "Moneyball"la bu akşam sevinir mi bilmiyorum ama benim ödülüm ona. Filmi izlediğimden beri çay içtiğim kağıt bardakları boşaldıktan sonra bile elimden düşürmüyorsam, Pitt'in Beane yorumundandır.

En İyi Yönetmen: Michel Hazanavicius, Martin Scorsese, Lynne Ramsay, Nicolas Winding Refn, Terence Malick
Kazanan: Lynne Ramsay (We Need To Talk About Kevin)
Hazanavicius ve Scorsese'in sinemanın ilk yıllarına saygı duruşları belki de 2011'in sinemasal özeti gibiydi. Refn'in "Drive"daki stilize işinin de dışarıda bırakılmasına gönlüm razı olamıyor. Terence Malick de son dönemin yükselen değeri "meditasyon film" anlayışının ABD'deki en büyük işine imza atışıyla zaten övgüyü hak ediyor. Ama kazanan çok belalı bir konuyu müthiş stilize anlatımla sunabilen Ramsay. Her sahnesine imzasını koymuş adeta Ramsay, kurgusundan renk kullanımına, oyunculuğundan ses örgüsüne kadar sinemasının her unsuruna öyle hakim ki, ödülü kapıyor.

En İyi Film: The Artist, Moneyball, The Tree of Life, We Need To Talk About Kevin, 50/50, The Descendants, Midnight in Paris, Bridesmaids, Drive, Jodái-e Náder az Simin, Hugo, Melancholia
Kazanan: The Artist
Hızımı alamayıp 12 film birden koydum listeye. Hiçbirisini de düşürmek istemedim. Nasıl olsa ödüller benim, keyif benim. Sanırım Oscar ile aynı düşündüğüm ender noktalardan birisi bu olacak, çünkü ben de kendi ödülümü "The Artist"e veriyorum. Çok sayıda iyi filmin gelip geçtiği, ama sanki her birinin ince kusurları ya da bir sebepten beni dibine kadar etkileyemediği bir yılda, "The Artist" uyandırdığı saf sinema, hatta saf Hollywood sevgisiyle benim kalbimi kazandı. Oscar'lara bu kadar güçlü girmeseydi herkesin büyük keyifle anacağı, ama şimdi bardağın boş tarafını görmeyi seçtiği bir film olarak görüyorum "The Artist"i. Dikkat ettiyseniz hiçbir dalda ödül vermediğim, ama her kategoride son beşe aday verebilen bir filmden bahsediyoruz. Sanırım benim için "The Artist"in büyüsü burada. Hiçbir unsurunun bir diğerini ezmediği, her kanalıyla kusursuz bir uyum içerisinde başlayıp biten ve hedefine eren bir film bu. Benim Oscar'ım da o yüzden "The Artist"e.

Wednesday, February 22, 2012

Salon'u ateşe veren kadın: St. Vincent

Ali Güler imzalı bu kare Salon İKSV'nin facebook sayfasından alındı.

Dün Dilettante'ye girmeden önce "Bu New York'a, yaşadığım yere bir çeşit aşk mektubu," dedi Annie Clark, onu bildiğimiz mahlasıyla St. Vincent. "Çok güzeldir ama çok da yorucudur, sizi yerden yere çalabilir." Aynı İstanbul! Bu ülke zaten yorucu, ama İstanbul, biraz daha fazla emek istiyor. Her anı için savaşmak gerekiyor, pahalılığına, trafiğine, asık yüzlerle ve hızlı hızlı yürüyen kalabalığına, bir anda patlayabilecek olan şiddet ihtimaline, profesyonel bir zevksizlik olarak anlatılanilecel bir estetik anlayışla tahrip edilmesine ve daha birçok şeyine alışmak zor. Ama güzel işte namussuz. Bırakamıyorsun. Arada bir de güzel konserler, güzel festivaller, güzel mekanlar, güzel yemekler ve güzel insanlar görünce ödülünü almış gibi hissediyorsun.

Dün gece Salon İKSV'deki St. Vincent konseri böyle bir ödüldü. "Marry Me"den beri takip etsem de kendisini, son albümü "Strange Mercy"ye kadar bir hayranlık haline getirmemiştim kendisine olan ilgimi. Ama ilk iki albümdeki art rock veya chamber rock (şu anda türettim) havalarını son kaydında sertleştirmesi çok hoşuma gitmişti ve sanırım ilk defa yılın en iyi albümleri listemde kendisine yer vermiştim (ne de önemli bir başarı kendisi adına). Sadece ben de değildim, pek çok yıl sonu listesinde kendisine hatırı sayılır yerler kapmıştı. İşte böyle bir ismi, böyle "popüler" olduğu bir zamanda İstanbul'da izleyebilmek büyük fırsattı. Ben de bu yüzden son haftalardaki yoğun konser trafiği içerisinde en çok St. Vincent için heyecanlanmıştım.

Aslında gitaristliğiyle prim topluyor gibi görünse de, Annie Clark'ın müziğinde belirgin olan yan vokal melodilerinin değişkenliği. Eşliği zorlaştıran, olduğu yerde durmayan bir vokal akışı var. Bir parça Björk'ten etkilendiğini de düşünüyorum, tıpkı İzlandalı gibi cümlelerin vurgusunu kaydırıyor, dizeleri melodiyi bozacak şekilde yerleştiriyor. Bu yüzden şarkıları da farklı akıyor. Dört dakikalık hap şarkılarının bile kolay hazmedilmemesi bundan.

Sahnede çok güzel çalıyor ve çok güzel duruyor Clark. Albümündeki enerjinin birkaç katı üzerine çıkıyor (tempo anlamında değil, yarattığı yoğunluk anlamında). Enerjinin tavana vurduğu an ise (yanılmıyorsam "The Party" sırasında) seyircilerin arasına fırlaması, yardığı kalabalığın arasında kendini bir oraya bir buraya vurması, gitarını da temizinden pataklaması harikaydı. Hep söylerim, gitarına ayakkabısına davrandığından daha kibar davranmamalıdır bir müzisyen.

Neticede güzel bir akşama mükemmel bir final oldu. Yine gelsin, yine gidelim, yine büyülenelim.

Sunday, February 19, 2012

!f istanbul 2012 günlüğü #1

* !f istanbul başladı. her filme gelen amcayla karşılaşmalar, film sonrası abartılı aksanlı ingilizcesiyle sorular soran kıl tipe denk gelmeler ve film öncelerinde amansız festival koşuları başladı. greenpeace'in gönüllüleriyle mücadeleler de. yani greenpeace'in misyonuna da, orada çalışan üniversiteli çocukların emeklerine de saygısızlık etmek istemem ama yaklaşımlarını gözden geçirseler ne güzel olur aslında. hayır, basitçe "teşekkür ederim" diyip geçeriz de, bazen iş neredeyse tacize varıyor. bir dost tavsiyesi.

* greenpeace'ten bağlayalım, festivalin açılışını "eğer bir ağaç devrilirse: yeryüzü özgürlük cephesi'nin hikayesi" ile yaptık. oscar adaylığının hakkını veren, çok sıkı bir belgesel. çevre konusunda gönüllü toplamak için biraz fazla yanaşanlardan bunaldığımı anlatadurayım, çevre koruma işinde aktivizmi çok öteye taşıyan earth liberation front'un hikayesinden bahsediyor film. vukuatları arasında orman arazilerine zarar veren şirketlere ve hayvanları hedef alan endüstrilere yönelik kundaklamalar var. asla insanlara zarar vermiyorlar ama neresinden baksanız hukukun gözünde suçlular, daha da ağırı, 11 eylül sonrası değişen yasalar sonucu "terörist"ler. belgesel, aslında kurgusal filmlerin dramatik yapısını kullanıyor, örgütün üyelerinden daniel mcgowan'ı merkeze koyuyor ve hikayeyi onun açısından anlatıyor. ama bir belgesele yakışacak şekilde olayın farklı taraflarına ("terörist," "mağdur," polis, savcı) söz şansı veriyor ve finalinde (konuya vakıf değilseniz) bir film sonu gibi bitiriyor. müziklerdeki the national desteğinin de katkısıyla çok etkileyici, çok güzel bir film. adalet, çevre, kapital ve insan vicdanı üzerine çarpıcı bir belgesel.

* "anahtar deliği" siyah beyazından, oyunculuğuna, ışık-gölgesine, bilmeyen izlemeye başlasanız da "aha, guy maddin" diyebileceğiniz çizgisini, üstadın 1930'lar takıntısını devam ettiriyor. "oddysseia"nın serbest bir uyarlaması da olsa, bir aile babasının hafızasının odalarına anahtar deliklerinden bakışı olarak izlenmesinde de pek sorun olmayan bir film. her maddin filmi gibi benzersizliğine kendinizi kaptırıp izlemenin, düşünmekten ziyade algıları açarak, hissederek takip etmenin daha keyif verici sonuçları olacağını düşünüyorum.

* michael nyman'ın "film kameralı nyman"ı, ne yazık ki hayal kırıklığı oldu. filmde değildi sorun, kopyanın çıkardığı problemler sonucu önce ses kuşağı beş saniyede bir takılıp durdu, daha sonra görüntüler donmaya başladı. 64 dakikalık filmin son 15 dakikası civarını izlememiş olduk. yine de "bu gösterim için evden saat 4'te çıktım ve her şey bir facia oldu" dedirtecek kadar kötü değildi. en azından nyman'ın ne yapmaya çalıştığını anlamış olduk. o ve dünkü kısa film gösterileriyle üstadın (kendi deyimiyle "film endüstrisi ondan müzik yapmasını istemediği için" hız verdiği) yeni kariyerine dair denemelerini izlemiş olduk. michael nyman'la yaptığım röportaj sırasında hem kısaları, hem de dziga vertov'un başyapıtının "rekonstrüksiyonu" üzerine daha çok konuştuk. bunlara daha sonra, o röportajı yazdığımda değiniriz.

* birbirlerinden farklı filmler olsalar da "haftasonu" ve "bir gecelik" kameralarını bir çiftten mürekkep kapalı dünyalara soktuğu için paralellikler içeriyordu. "haftasonu" 2011'in en iyilerinden sayılmasının boşa olmadığını gösterdi. doğal oyunculuklar, akıcı diyaloglar, çok gerçek anlar ve çok dozunda bir duygusallık sayesinde çok dürüst ve sahici, o oranda da etkileyici bir film bu. belki gay "before sunset" sayılabilir, ama onlardan bağımsız olarak düşünülmesi andrew haigh'in incelikle yazıp yönettiği filme hakkını daha iyi teslim etmek olacaktır. haigh'ın russell'ın heteroseksüel en iyi arkadaşını resmediş biçimi de straight sinemanın bunca yıllık "gay best friend" stereotipinden alınmış sevimli bir intikam gibi.

"bir gecelik"in açılış sekansına bakan bir insan yeni bir "9 şarkı" vakasıyla karşı karşıya olduğunu düşünebilir. hiper-gerçekçi çekilmiş bu sahneler sayesinde karakterlerini hem bizimle, hem de birbirleriyle olabilecek en doğrudan şekilde tanıştırıyor anné emonds. bir gecelik ilişkinin normal seyri olarak cinsel ilişki en mahrem olanı en öne koyduğundan karakterler duvarlarını kırmış oluyorlar. ya da biz öyle zannediyoruz. zira birbirlerini tanımaları için daha sabaha kadar zamanları var. senaryosunu diyaloglar yerine uzun monologlar üzerine kurmasının getirdiği teatral hava, "bir gecelik"in en büyük dezavantajı. onun dışında gençliğe bir övgü olarak güzel: gençliğin arayışlarına, kaybolmalarına, çocukça hatalara ve anlam bulamayışlarına bir övgü.

* !f istanbul'un geleneksel mekanı afm fitaş'a eskiden burun kıvırırdık, şimdi emek ve alkazar'ın yokluğunda yavaştan "eski sinema" sınıfına girmeye başladı. eh, pek bir sorun yok ama salonlar çok soğuk! geyik değil, üşüyoruz!

Saturday, February 18, 2012

Feist Cakarta'da..

Feist Cakarta’ya uğradı geçen Çarşamba akşamı, yanında bir de hediyeyle..



İş çıkışı takım elbiseyi çıkarıp şort tşört moduna girdim ve konser alanına doğru yol aldım. Topu topu 500-600 kişinin konsere ilgi göstereceğini tahmin ederken salonun olduğu caddeye girdiğimde arabalar, polisler ve giriş kuyruğunda ip gibi dizilmiş yüzlerce insanı görmek gerçekten şaşırtıcıydı, park yeri bulabildiğim için şanslı addettim kendimi; saatler 6,30’u gösteriyordu. Kuyruğu tüketip içeri girebildiğimdeyse 7 olmuştu bile. Salon dolduğunda sanırım 2-3 bin Feist hayranı vardı içeride. Bir saat daha beklendi ve sahneye biri çıktı sonunda: Kings of Convenience’tan Erlend Øye! Yakınlarda dolanıyormuş, kankası Feist da “gel benimle takıl Cakarta’da” demiş. Güzel bir sürpriz oldu tabi ki.. “Cayman Islands”ı, Smiths’in “Heaven Knows I’m Miserable Now”ını ve şimdi hatırlamadığım birkaç parça daha çaldı, mutlu etti kalabalığı.



Ve nihayet esas kadın çıktı sahneye, saat 9 gibi, normalde sabır küpü olan Endonezya insanının yuhalamalarına ucundan maruz kaldıktan sonra. 7’de başlaması gereken konser 9’da başlayınca, hem de iş günü, insanlar (ben dahil) biraz bozulmuştu tabi. Neyse ki Feist son derece sempatikti ve bu tatsızlık hemen unutuldu, şarkılar hep bir ağızdan söylenmeye başladı. Endonezyalı arkadaşlarımız aslında konserden iki gün önce olan doğum gününü bol bol kutladılar, kadıncağız da sonunda “eh ben doğum günümü bir hafta kutlayayım o zaman” dedi. Cakarta’ya gelene kadar Endonezya’nın kendisine “masal ülkesi gibi” geldiğini ve burada olmaktan çok mutlu olduğunu söyledi; sanırım gerçekten hoşlanmıştı Endonezyalı hayranlarından. Konserin en hoş anlarından biri de Feist’ın konseri özel balkonlardan izleyen “ayrıcalıklı” gruba şakayla karışık “baksanıza bazıları rahat koltuklarından izliyor konseri - hey, siz oradaki üst sınıf arkadaşlar!” diye laf geçirişiydi..


Graveyard..

Gayet iyi bir setlist vardı, en sevdiğim şarkılarının (“Graveyard”, “My Moon My Man”, “So Sorry”, “Sea Lion Woman”, “A Commotion”, “Caught A Long Wind”) tümünü çaldı. İki kez bis yaptı, son biste Øye’yi aldı yanına, birlikte söylediler güzel güzel, birlikte selamladılar kalabalığı ve ayrıldılar. Toplam 2 saate yakın sürdü konser; kendi adıma biraz uzun olduğunu hissettim ama orada olan herkesin hafızasında güzel bir yer edindiğini, damağında hoş bir tat bıraktığını tahmin ediyorum.




Endonezyalı Feistsevenler..


Bir hayranının verdiği doğum günü hediyesi fuları açarken..




Erlend Øye ile yaptığı düet..





Sunday, February 12, 2012

Whitney Houston (1963-2012)

"Arka arkaya o kadar çok 'ilk kasedim Whitney'ninkiydi' tweet'i gördüm ki," yazdı bu sabah Egemen Limoncuoğlu. Doğrudur, beni de ekleyin listeye. Belli bir zaman aralığında doğanlar için aldıkları ilk yabancı kasedin "The Bodyguard" olması doğaldır. Hatta kısa bir dönem için o filmin dünyanın en güzel filmi zannedilmesi de... Whitney Houston, 1990'ların başında bir dönem için en büyüktü. Tam zamanını vermek gerekirse, Madonna'nın "Like A Prayer" sonrasında yorgun seks tabusunu bir kez daha hırpalamaya çalıştığı "Erotica" fiyaskosu sırasında Whitney en büyüktü. "I Will Always Love You" her yerdeydi. Whitney her listenin başındaki, her ödülü kazanan kadındı.

Tabii ki, 1992'de sıfırdan çıkagelmiş bir isim değildi, ilk üç albümde de bir elin parmaklarından fazla sayıda hit çıkartmıştı. Ama zirvesi "The Bodyguard" oldu. Aslında teknik olarak sadece bir yüzünü seslendirdiği, ama haklı olarak başarının aslan payıyla nasiplendiği, tüm zamanların en çok satan soundtrack'i...

Sonra İngiliz medyasının Blur-Oasis için yarattığı rekabetin bir benzerini Amerikalılar Whitney ve Mariah için hazırlamaya başladılar. "The Bodyguard"la Whitney'nin bulutlarda dolaştığı zamanlarda Mariah da "Music Box" denen bir başyapıtla "varım" demişti. İlerleyen yıllarda müziğini hafifletmeyi "başarırken," Whitney doğru prodüktörlerle çalışmamanın, şarkı yazarlarına fazla bağımlı olmanın bedelini ödedi. Ve bir de üretkenliğinin: Mariah her yıl bir albüm yayınlamaya devam ederken, Whitney, kimbilir "The Bodyguard"ın gişe başarısının heyecanından mıdır bilinmez, sinema kariyerine yoğunlaşmayı tercih etti. "Waiting to Exhale" ve "The Preacher's Wife" aslında görünürde kötü tercihler değildi ama "The Bodyguard"ın aksine ağırlıklı olarak Afrikalı-Amerikalı kitlesine hitap edecek işlerdi ve Whitney'nin profiline göre küçük kaldılar. 1998'de müziğe "My Love is Your Love"la döndüğünde bambaşka bir dünya vardı artık. Yine sattı, yine hit çıkarttı, ama Whitney "o kadın" değildi artık.

Tabii ki tek sorunu müzikal degildi. Hem kokain bağımlılığı, hem de sorunlu evliliği asıl faktördü 90'ların kalan kısmını kötü geçirmesinde. Bobby Brown denen, New Edition gibi 80'lerin öncü boyband'lerinden çıkma bir adamla evliydi. Brown, bir nevi 80'ler Afrikalı-Amerikalı Justin Timberlake'i, Whitney'ye pek de iyi davranmadı. Nasıl Ike Turner, Tina'ya hayatı zindan ettiyse, nasıl Rihanna, Chris Brown'ın fiziksel ve ruhsal işkencesine maruz kaldıysa Whitney de öyle bir baskı gördü Bobby'den. Gazetede, dergide okur, Whitney güzelliğindeki, başarısındaki bir kadın nasıl bu aşağılık herife, bu düşmüş pop yıldızı eskisine katlanır anlamadım. Küçüktüm tabii, bilmezdim iki kişilik dünyalara dışarıdan vakıf olunamayacağını. Kendisi de bir seferinde "Benim uyuşturucum" demişti Bobby'ye.

Herhalde o ilk kasedin bende yarattığı "temel taşı" hissi ve dolaylı bir vefa duygusuyla hep geri dönsün istedim Whitney. Mükemmel sesini doğru şarkılarda kullansın, güzelim yüzünü doğru adamlar sevsin, arada bir filmlerde oynayıp "varım" desin istedim. Belki bayrağı Mariah'tan alacak olan Britney'ler, Christina'larla aşık atmayacaktı ama oralarda kalsın istedim. İyi haberlerini bekledim. Ölümüne de bu yüzden çok üzüldüm.

Bakın ta 1993'te Rolling Stone'a ne demiş Whitney: "Nasıl hissediyorum biliyor musunuz? Yaşlanmış hissediyorum. On bir yaşımdan beri çalışıyorum. Gece kulüplerinde çalıştım, modellik yaptım. İlk başladığımda çok eğleniyordum ama artık eğlence kalmadı. Kocamla, ailemle olmak, dışarı çıkıp iyi vakit geçirmek, işte benim eğlencem bu. Ama konu müzikse başlarda yaşadığım heyecan, eğlence? Artık yok."
Bunu söylediğinde daha 29'undaydı Whitney. Dün gece son nefesini verdiğinde 48 yaşındaydı.

Friday, February 10, 2012

cat power konseri


dün olağanüstü bir basketbol akşamının sonunda zeytinburnu'ndan kalkıp cat power konserine gitmek konusunda çok da kararlı değildim. ama en azından yolumun üzeri diye taksim'de mola verip 5-6 şarkı bile olsa yakalasam yeter diye düşünüyordum. ne var ki, twitter'da bir nabız yokladığımda maçın bittiği saat 10 civarında chan marshall'ın hala sahneye çıkmadığını öğrendim ve koşa koşa gittim. vardığımda gördüğüm, twitter'daki homurdanmaların garajistanbul'da yuhalamalar ve alkış protestolarına döndüğüydü.

cat power benim özel hayranlık beslediğim bir isim değil. hepi topu üç albümünü dinlemişliğim var ("what would the community think," "you are free" ve "the greatest"). hani sevgiden çok saygı duyduğum isimlerden. sanki kitlenin de çoğunda böyle bir durum vardı. derinlemesine bilmeseler de (mümkün mertebe) huşu içinde dinlendi gibi. kendimi kaptırabildiğim ölçüde, düşük tempolı amerikan indie rock'ının çok sevdiğim özelliğinde, sanki hayatı yavaşlatan, kendini bir amerikan bağımsız filminin içinde hissettiren havasını aldım. bu, konserin ilk 80 dakikasında bölüm bölüm yaşayabildiğim bir histi.

ama bir de sonrası var. cat power tarzında müzik yapan bir sanatçının sahnede 145 dakika kalması doğru değil. 22.45'te sahneye çıkıp 1:10'da indi chan marshall ve arkadaşları. bolca uzun pasajlarla bezedikleri bir performanstı. kimisi sorabilir "ne güzel işte, hayranları için ne kadar çok çalsa o kadar iyi değil mi?" diye. "beğenmediysen çıksaydın" da denebilir. hayır, bir performanssa söz konusu olan, sanatçının sunduğu kadarına göre yorumlamak gerekir. belki kendisinin hayranları ona doyamamış olabilirler ama nasıl bir filmi "kurgu masasında 20 dakika bırakılabilirmiş" diye eleştirebiliyorsak bunu da eleştirebilmeliyiz.

ama ilginç bir nokta vardı chan marshall'ın uzun performansında. kendisinin genel performanslarını bilmiyorum ama "çok" çalmasının ardında bir "tepki"nin yattığını düşünüyorum. sahneye çıktığında yuhlarla alkışların karıştığı bir ortamla selamlanan bir sanatçı olarak bence ilk andan şoka girdi marshall. "niye kızıyorsunuz ki? bize 10.45'te çıkmamız söylendi" dedi ki, gittiğim yüzlerce konser içinde bir sanatçıdan en enteresan, en mahcup, en şaşkın açılış cümleleriydi. konserin 90. dakikası civarında "almost done" dedi, "merak etmeyin az kaldı" gibisinden. konser boyunca da ya kendisini yuhalayan hayranlardan, ya da yuhalatan insanlardan "intikam" almak istedi. çünkü iki saat on beş dakika sonunda hayranlarını selamladıktan, imza dağıtıp veda ettikten sonra davulun başına geçip bir de anlamsızca jam session yapmalarına başka bir anlam vermek zor. bardağın dolu tarafına bakmayı sevenler "sahnede çok kalarak kendini affettirmek istemiştir" diyebilir ama chan marshall'ın vücut dili ve birden çok "almost done" deyişi bana bu hissi vermedi. zaten konserin başlamasına bile kalmayan insanlar vardı, başladığında çok büyük olan kalabalık yavaş yavaş dağılmış ve en sonda belki baştakinin beşte birine düşüp bir avuç insan kalakalmıştı.

gecenin başına dönersek, geç başlayan konserle zaten konser konsantrasyonu konusunda karnesi epeyi zayıf olan kitlemiz oldukça dağınık durumdaydı. garajistanbul'un mekan olarak zaten tartışmalı bir hali var: kabaca iki kareye ayrılan uzun ince bir dikdörtgen şeklinde bir mekandan bahsediyoruz. iki alanı kalın sütunlar ayırıyor birbirinden ve ses konusunda sıkıntı olmamasına karşın ışıklar, barın varlığı ve sütunlar yüzünden önemli sayıda kör noktanın bulunması arkada olup konser deneyimi yaşamayı imkansızlaştırıyor. arkadayken sohbet edip içki içiyorsunuz, uzaktan da cat power mı ne, birisi çalıyor işte. bir süre önce konserin ana sponsoru avea'nın kurumsal iletişim departmanından bir arkadaşımla garajistanbul'un artılarını eksilerini konuşmuştuk. artısı benzerlerine göre büyüklüğü, ama eksileri ambiyans konusundaki bu sıkıntısı. ha, ben mekana geç intikal ettiğim için bu yazı bu kadar pozitif (!) onu da belirtmek isterim. kapıdaki anlamsız katı güvenlik uygulamaları, insanları dışarıda bekletmek gibi uygulamalara maruz kalmadığım için onu dile getiren bir iki yazıya yönlendireyim sizi (13melek'in konser yorumu ve twitter'da da paylaştığım bir sözlükçü şikayeti).

her yanıyla ilginç, pek çokları için hayal kırıklığı bol olan bir geceydi. siteyi yakından takip edenlerin bildiği gibi avea müzik konusunda güzel birtakım hareketler içinde. blogger'larla dirsek teması halinde olmaları da bunlardan biri, çekme kaset de avea'nın işbirliği yaptığı bir blog. umuyorum ki dünkü tecrübenin ışığında sosyal medyada veryansın eden kimisi blogger, tamamı müziksever insanların tepkisine kulak verilir önemli bir bölümü mekandan kaynaklanan sıkıntılar giderilir (eğer mekanın kronikleşmiş sorunları çözülemeyecekse de başka bir mekana gidilir), başlama saati muğlaklığı sorunu çözülür, eğer sanatçı illa geç saatte çıkacaksa da bu açıkça belirtilir, ana gruptan önce ya makul bir dj, ya da uygun bir ön grup seçilir. benim hala umudum var.

Sunday, February 5, 2012

utanç ve uyuyan güzel


"utanç"ın brandon'ı, tam bir new york yuppie'si. yakışıklı, bakımlı, iyi bir işi ve evi var. kendisini tanımlamak için bunlar yeterli. ancak kusursuz görünen hayatının arka planında hiçbir boşluk bırakmamacasına seks/haz var. fahişeler, tek gecelik ilişkiler, sanal seks, porno, kapalı kapılar ardında mastürbasyon: bu, brandon'ın kendi başına kaldığı hayatının özeti. "kendi başına" tabirini yanlışlıkla kullanmadım, zira brandon için seks de "yalnız" bir eylem. bunu bir paylaşım, iletişim olarak yapmadığı belli. onun için haz hayatının boşluklarını kapatan bir dolgu malzemesi, seks de buna ulaşmanın en kısa yolu.

brandon'ın haza tutunuş biçimi; zamanı, benliği, beğenileri, kısacası bedeni dışında her şeyini kapitalizme teslim etmiş bir adamın kendi özgür alanını sekste bulmasıyla açıklanabilir. altyazı'da fırat yücel ve senem aytaç'ın yazdığı eleştiriler de filmi bu açıdan bir kapitalizm eleştirisi olarak okuyor ama ben filme buradan bakmayı doğru bulmuyorum. steve mcqueen'in yapmaya çalıştığı bir psikoloji incelemesi. seks bağımlılığının, cinsel açıdan belli bir özgürlüğe ulaşılmış bir toplumda sekse bakışın, doygunluğun mümkün olmamasının, seksi çevrelemesi muhtemel sınırların (toplumsal kurallar, tabular, bağlılık, evlilik vs.) bir iptilaya etkisini incelemek. sert yapının altındaki kırılganlığı görmeye çalışmak.

steve mcqueen'in karakterine yakınlığı, daha önce "hunger"da çalıştığı michael fassbender'ı resmetmekteki rahatlığı ve new york'un zengin sokaklarının karanlık yanına bakışıyla bir scorsese-de niro ikilisinin ışıklarını veriyor. ancak diğer yandan ben steve mcqueen'in daldığı alanın hiç de bakir topraklar olmamasıyla büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. geçmiş yıllarda "kadınların mekanizması"ndan "ıssız adam"a, "yüreğimde bir delik"ten "amerikan sapığı"na, oradan catherine breillat filmlerine kadar "beden mülkiyeti," "cinsel doyum" ve "seks bağımlılığı" konusuna kadar onlarca film izledikten sonra bu noktada bir yönetmenden daha özgün, daha farklı, daha derin bir iş bekleme hakkım olduğuna inanıyorum.


ayrıca new york'lu yakışıklı ve zengin bir yuppie'nin seks bağımlılığında ilgi çekici bir yan bulmakta zorlanıyorum. maddi ve fiziksel bir iktidar sahibi bir adamdan bahsediyoruz burada. filmlerin konuları arasında bir paralellik olmamasına karşın "uyuyan güzel" geliyor aklıma. her ne hikmetse yerden yere vurulan "uyuyan güzel"in lucy'si bedeninin mülkiyetini yitirmesi, üstelik bunun kendisi uyurken gerçekleşmesi çok daha ilgi çekici, kısmen şiirsel, kısmen kara bir masal duygusu yaratmıştı bende. insanın karanlık yanına ve sömürüye dair daha fazla söyleyecek sözü vardı, en azından düşünmeye daha fazla alan bırakıyordu.

gökhan kırdar'ın trip-hop'a merak saldığı yıllarda "düzmece" isimli bir şarkısında şöyle dizeler vardı: "evet dün gece bir fahişeyle yattım / bu gün de gelip arabamı yıkattım." naim dilmener'in o yıllarda gazete pazar'da kaleme aldığı eleştirisinde yazdığı "oysa ben fahişeyle yatan adamla değil, diğer tarafla ilgileniyorum. 'dün gece adamın tekiyle yattım, ağzı ve ayakları kokuyordu' dizeleri benim ilgimi daha çok çekerdi" cümlelerini anımsadım dün "utanç"ı izlerken. ben "iktidar sahibi brandon'ın zayıflığı"nı izlemektense toplumsal ve ekonomik olarak varoluş savaşındaki lucy'nin bedeninin mülkiyetini kaybedişine daha çok önem verdim. bunu anlatmayı da daha samimi, daha ilgi çekici, daha anlamlı buldum.

Friday, February 3, 2012

DvK 10 Yaşında partisi!

İçine bir girenin bir daha çıkmasının kolay olmadığı bir "kara" deliktir Düşler ve Kabuslar. Herhangi bir forum gibi durur ama değildir. Geyiğin en hasını, müzik muhabbetinin en derinini, siyasi sohbetin en hararetlisini, kavganın da en sertini bulabileceğiniz güzel bir ortamdır. Nice dostluklar kurulmuştur orada, nice dostlar da birbirinin yüzüne bakmaz hale gelmiştir, nice aşklar yaşanmıştır, nice kumpaslar da kurulmuştur. Küçük bir ortamın aynası gibi görünür ama Amerika'dan da, Avrupa'dan da hala takip edilen bir muhabbet ortamıdır aynı zamanda. Şimdi bakınca Doğu'nun "Sitenin forumuna girdin mi?" dediği o yıldan bu zamana 10 yıl geçtiğine inanamıyorum. Biraz da geriye bakınca Doğu'nun kitaplarının tartışılması için açtığı bir sitenin böylesi önemli bir müzik-sinema-edebiyat-geyik forumuna dönüşmesinde Doğu Yücel'in kişiliğinin de payının olduğunu net olarak görebiliyorum. Sanata, muhabbete çok önem veren, en ufak düşünceyi bile kafasına takan, artık nadir bulabileceğiniz "temiz" insanlardan birisi olan Doğu'nun açacağı forum da kendisi gibi olacaktı elbette: Sanatın, muhabbetin en ince detayına kadar tartışılacağı, aralar iyi ya da kötü olsun, samimiyetin ön planda olduğu bir ortam.

Bugün o çok çabuk geçen zamanı yadetmek, eğlenmek, azmak, ne zamandır görüşmediklerimizle hasret gidermek, sadece nick'ini bildiğimiz insanlarla "Aa sen o muydun?" diyerek tanışmak için Bronx'ta olacağız DvK ekibi olarak. Yazarlar arasından kimisi grubuyla sahnede olacak, kimisi setin başına geçip CD döndürecek -ki aralarında ben de varım, saat 9'da setin başında geceyi açıyorum- ama asıl olay sahnede değil aralarda olacak.

Bir şekilde yolu DvK'dan geçmiş herkesi zaten bekleriz ama rock'tan metale, poptan indie'ye güzel müzik dinlemek, güzel insanlarla güzel muhabbet etmek isterseniz de bekleriz. Biz oralarda olacağız!