Friday, December 31, 2010

çetin cem yılmaz ihtirasla sunar: 2010'un en iyi albümleri

fırat’ın listesinden sonra ben de 2010’daki favori kayıtlarımı listeleyeyim…

sizi bilmem ama ben 2010’u çok sevdim, kişisel olarak da, müzikal anlamda da. çok uzun zaman sonra müzik beni gerçekten heyecanlandırmaya başladı. hatta şöyle söyleyeyim, müzik dinlediğim yıllarda bu kadar çok sayıda iyi albümü bir senede dinlemiş miydim bilmiyorum. yılın özellikle son üç ayında o kadar farklı şeyler dinledim ki, her keşfimde biraz daha fazlasını istedim. tutkulu ve “albüm gibi albüm” yapanlar (arcade fire, joanna newsom, titus andronicus), gitar-bas-davulun olanaklarını zorlayanlar (deerhunter, no age), geçmişi yad edenler (the drums, mgmt, warpaint), geleceğin müziğini arayanlar (klaxons, these new puritans, sleigh bells, foals), gençliğin enerjisiyle ortalığı dağıtanlar (best coast, wavves, male bonding), daha once pek çok başyapıt üretmelerine karşın hala büyük iştahla yeni sesleri/melodileri kovalayan ustalar (paul weller, neil young, tom petty and the heartbreakers), kendi başına takılanlar (laura marling, zola jesus, wild nothing), enteresan ortaklıklar (broken bells, sparklehorse), sürüden ayrılıp solo çalışanlar (brandon flowers, dave sitek, j.tillman, fran healy), ister kesip biçerek, isterse sampler’larında üreterek kulaklarımızı daha önce duymadığı frekanslara uyandıranlar (flying lotus, salem, four tet), hip hop’çılar (kanye west, drake, big boi), popçular (robyn, the black eyed peas, yine kanye west), soul’cular (corinne bailey-rae, janelle monae ve cee lo green), hatta hoşuma giden bir blogger’ın tavsiyesi sonucunda ilk defa black metalciler (the body, agalloch) geçti bu yıl ipod’umdan. bunlar ve 50’lik bir listenin içine sığmadılar diye unutmuş göründüğüm ama heyecan vermiş onlarca güzel kayıt. şimdi bir haftam daha olsa "acaba girebilir miydi?" diye el atıp dinleyeceğim, henüz elimin değmediği albümler... defalarca silip baştan yazdım ama artık durmak gerek. aslında sadece şu anın, ama ironik bir şekilde tüm 2010'umun listesi bu. kendi adıma fazlasıyla mızmızlandığım nostaljik dönemleri geride bıraktığımı ve yeni yılda üretilecek müzikleri şimdiden büyük merakla beklediğimi düşünürsek 2011'de de aynı iştahla devam edeceğimi söyleyebilirim!

listenin tepesindeki albüm üzerine daha fazla bir şeyler yazabilir miyim bilmiyorum. yılın en eksiksiz, en kusursuz, en “çalışılmış ve olmuş” albümüydü “the suburbs.” gerisi için bu yıl ortasında yazdığım kritiğe beklerim…

1- arcade fire – the suburbs
2- the drums – the drums
3- vampire weekend – contra
4- lcd soundsystem – this is happening
5- beach house – teen dream
6- big boi - sir lucious left foot: the son of chico dusty
7- deerhunter – halcyon digest
8- kanye west – my beautiful dark twisted fantasy
9- girl talk – all day
10- corinne bailey-rae – the sea
11- four tet – there is love in you
12- the coral – butterfly house
13- wavves – king of the beach
14- mystery jets – serotonin
15- gorillaz – plastic beach
16- flying lotus – cosmogramma
17- the national – high violet
18- black keys – brothers
19- titus andronicus – the monitor
20- midlake – the courage of others
21- wild nothing – gemini
22- janelle monae – the archandroid (suites ii and ii)
23- paul weller – wake up the nation
24- joanna newsom – have one on me
25- best coast – crazy for you
26- isobel campbell & mark lanegan – hawk
27- no age – everything in between
28- glasser – ring
29- manic street preachers – postcards from a young man
30- zola jesus – stridulum ii
31- drake – thank me later
32- klaxons – surfing the void
33- sleigh bells – treats
34- drive-by truckers – the big to-do
35- the roots – how i got over
36- band of horses – infinite arms
37- liars – sisterworld
38- salem – king night
39- the gaslight anthem – american slang
40- crystal castles – crystal castles
41- broken social scene – forgiveness rock record
42- yeasayer – odd blood
43- the dead weather – sea of cowards
44- avi buffalo – avi buffalo
45- cherry ghost – beneath this burning shoreline
46- brandon flowers – flamingo
47- jamey johnson – the guitar song
48- tame impala – innerspeaker
49- john grant – queen of denmark
50- kings of leon – come around sundown

black swan: siyah, beyaz, ölüm, yaşam

filmi izlememiş olanların bu yazıyı okuması tavsiye edilmez. izlememişlerin filmi izlemeden bir gün daha geçirmeleri ise daha da tavsiye edilmez!

bundan bir hafta önce "yılın en iyi filmleri" listem tamamlanmak üzereydi. sıralamayı etkileyebilecek birkaç film belki vardı, ama onların da en üstlere yerleşebileceğini tahmin etmiyordum. ne var ki, darren aronofsky'nin son numarası "black swan" beni ve listemi alt-üst ediverdi.

"black swan"ı izlemesi ne kadar büyük bir keyifse, açıklaması, anlatması, üzerine yazması da o kadar zor. hayır, anlaması, içine girmesi zor olan bir film demiyorum, tam aksine, şaşırtıcı derecede rahatça içine alan, sizi dünyasının bir parçası yapan bir film bu. ancak onu böylesine büyüleyici yapan sebepleri anlatmak kolay değil. deneyeyim.

"black swan"ın en özel yanı, sinema tarihindeki çok özel bazı filmler gibi birçok katmanda okuma yapmaya olanak sunması. en dış katmanda bir balerinin hikayesi var. genç, kusursuz olmak için çabalayan ama aslında en büyük kusuru da bu çabası olan bir kız bu. zira kendisini fazla kastığı ve mükemmel olmaya çok çalıştığı için gösterinin yönetmeninden sıkça fırça yiyor. işte en temelde, bir hırs öyküsü bu. belki "shine" gibi görülebilecek bir bireysel öykü en önde. o meşhur "kuğu gölü"nün farklı bir yorumuna hazırlanıyor nina. annesinin gölgesi, yönetmeninin baskısı altında; ensesinde kendisinin tam zıddı özelliklere sahip lily'nin nefesini hissederek. aronofsky bu öyküyü farklı taraflardan anlatmak derdinde değil. bu nina'nın öyküsü. bu yüzden öyle yakınına, hatta kızın tam içine giriyor ki, dışarıdaki hemen her şey önemini yitiriyor. şehir new york, ama pekala londra, istanbul ya da beyrut da olabilirmiş. zaman? günümüz gibi evet, ama bunun hiçbir önemi yok, 15 yıl öncesi ya da 20 yıl sonrasında da geçebilirdi olaylar. aronofsky'nin derdi nina ile. tıpkı rönesans ressamlarının sevdikleri kadını tuvalin tam ortasına yerleştirdikleri tablolar gibi, pek çok sahnede pelikülün tam ortasında var nina. onun yaşadıklarını kendimizin yaşadığını sanacak kadar yakınındayız. heyecanına da, gerilimine de ortak oluşumuz ondan. bergman'ın karakterleri gibi izliyoruz ruhunun geçirdiği değişimi. ve sadece psikolojisini değil, aynı zamanda acısını. ben sinemada fiziksel acıyı bu kadar çıplak hissettiren başka bir film görmedim. daha önce pek çok defa kesilen kulak, dağılan kafa, kopan kol gördük, hiçbirisinin acısını nina'nın kırılan bir tırnağı ya da soyulan parmağı kadar içimde hissetmedim.

biraz daha derinde, muhtemelen film okuması yapanların en sık gözardı edeceği ama benim önemli bulduğum bir nokta var. bir sanatçının, kendisini bulması için sarf ettiği çabanın filmi bir anlamda "black swan." biz film boyunca nina'nın aslında kendisinden alabileceği en iyi performansı almaya çalışmasını, kendisini zorlayışını, hatta yıpratışını izliyoruz. david cronenberg'ün "spider"ında ralph fiennes'ın karakterinde gördüğüm bir yan var nina'da da. orada fiennes anlaşılmayan bir dilde konuşup yazıyordu ve genel olarak hastalıklı bir kişiliğe odaklanmış bir psikolojik film olarak görülse de bir yanıyla sanatçının üretimi, dış dünyayla iletişiminin zorluğu üzerineydi. "black swan"da da nina'nın performansına kadar geçirdiği değişimi gözlemliyoruz. ve fark ediyoruz ki, nina'nın kişiliği aslında bir araç. bir karakteri yaratırken, performansı orta koyarken nina kendisinden geçmek zorunda. insan vücudundan geçip toprağa karışan elektrik akımı gibi sanki: o performansı verecek ve bu uğurda kendisi sadece iletken bir cisim olacak. o cisim haline gelene kadar da kendisinin tüm kişisel özellikleri kaybolacak. bu, bence önemli bir yorum. bir anlamda, sanatçının yaptığı işte kendisinin önemli olmadığını, sanatın kişiden büyük olduğunu ifade ediyor "black swan."

üçüncü katman, aslında dördüncü katmanla çizgileri bulanmış halde kafamdalar. filmin en etkileyici altmetinleri onlar bence ve bu yüzden açıklarken hassas davranmaya çalışacağım. burası, sinemanın ya da dramatik sanatların en temelinde yatan iyi-kötü çatışmasının farklı bir yorumla ele alındığı katman. beyaz haliyle çok çok iyi, ama yine yetersiz olan nina, içindeki siyahı bulup çıkartmaya çalışıyor hep. nina'nın içindeki "kara kuğu"ya ulaşması, gerçek dünyadaki bir "kara kuğu" sayesinde oluyor. ne kadar güzel ve safsa nina, o kadar kusurlu aslında. beyazın kusursuz olmadığını, asıl kusursuzluğun dengede yattığının alegorisi bir anlamda "black swan." gösterinin yönetmeni thomas'nın "düşmüş kuğu" beth gibi bir primadonna için bile "hatta bazen kusursuzdu" demesi önemli. kusursuzluk, özellikle sanatta ama aslında hayatta, sadece çalışılarak ulaşılabilecek bir şey değildir. doğaldır kusursuz. hata yapma korkusu sevmez mükemmeli, kaçırır. beyazın içinde biraz siyah, iyinin içine biraz kötü, düzenin içine karmaşa ister; saflığı bozacak kadar karışım gerekir. "black swan"da da nina, ancak lily ile birleştiğinde, hatta açık olalım, bir parça lily'nin içine girmesine izin verdiğinde mükemmel oluyor. bu anlamda aronofsky parçaları birleştirmeyi seven dikkatli izleyiciye pek çok ipucu sunuyor film boyunca. nina ve lily'nin kıyafetlerindeki beyaz-siyah renk seçimlerinden tutun, ikisinin birbirine karıştırılacak kadar benzediği anlara, nina'nın (metroda ve gece kulübünde) gözlerinin karasının elmacık kemiklerine kadar taşan "kara kuğu" makyajını çağrıştıracak şekilde dağılmış yansımasını göstermesine kadar. bu yüzden, genç bir kadının içindeki siyahı keşfetmesinin, bu şekilde kusursuz olabilmesinin de filmi "black swan."

ve en derinde, filmin çarpıcı finaline giden yolun uyandırdıkları var. o muhteşem "kuğu gölü" performansı sırasındaki cinayet ve intihar arasında gidip gelen katlin. nina'nın o muhteşem performansın, tam anlamıyla kendisinden geçtiği ve aslında kendisi olabildiği o performansın müsebbibi olan, dökülen kanın. pek çok şey söylenebilir ve söylenmekte bu sahne üzerine, ama bana kalırsa darren aronofsky bu finalde kendisini kısıtlayan tüm psikolojik, sosyal ve hatta belki de fiziksel engellerle, acı çekme pahasına savaşan insanın övgüsünü yapıyor. yarıda kalmış kariyerinin yarattığı psikolojiyle üzerine eğilen annesi de (evdeki isyanı hatırlayın), çocukluğu da (pembelerle dolu odasından oyuncaklarını çıkartıp attığı o an), en büyük rakibesi de, hatta biricik düşmanının suretinde kendisi de o yola çıkarsa aşılması gereken engeller oluyor.

kendisini gerçekleştirmek için, büyümek için, "birisi" olabilmek kolay değil, acılı bir süreçtir. her zaman da sonuç vermez zaten. ama eğer bir sefer başlanmışsa durmak imkansızdır. paradoksal olarak, yıkıcı da olsa insanın kendisini kendisi "yapabilmesinin" yolu bu acımasız cesarettedir. ve, yaşamak için kendinin o ilerlemek istemeyen parçanı, bazen çocukluğunu, bazen de masumiyetini öldürmek zorundasındır. "yaşamak için ölmek" veya "olmak için öldürmek," siyah ve beyazla örülü, zıtlıklara övgüler düzen bir filme zarafetle uyacak cümleler...

Thursday, December 30, 2010

fırat sırma iftiharla sunar: iki bin on'un en iyi albümleri..

bazı yıllar diğer yıllara göre daha önemlidir.. 2010 önemli bir yıldı benim için.. askerden döndüm, sevdiğim herkesi ve her şeyi arkamda bırakarak endonezya'ya taşındım, uzun sürecek bir yalnızlık dönemine girdim.. bunları yaşarken neyse ki askerde olmanın dayanılmaz ağırlığının damga vurduğu 2009'un aksine bol bol yeni albüm dinledim, iyi geldi..

uzatmayayım.. işte benim için 2010'un en güzel albümleri.. herkese güzel müzik ve iyi sinemalı bir yeni yıl diliyorum!



1. Arcade Fire - The Suburbs



2. Wild Nothing - Gemini



3. Iron Maiden - The Final Frontier



4. Wolf Parade - Expo 86



5. Foals - Total Life Forever



6. Midlake - The Courage of Others



7. Beach House - Teen Dream



8. Deerhunter - Halcyon Digest



9. The Walkmen - Lisbon



10. The National - High Violet


11. Wintersleep - New Inheritors

12. I Am Kloot - Sky at Night

13. Broken Social Scene - Forgiveness Rock Record

14. Surfer Blood - Astro Coast

15. Paul Weller - Wake Up the Nation

16. Broken Bells - Broken Bells

17. Black Mountain - Wilderness Heart

18. Tindersticks - Falling Down a Mountain

19. Avi Buffalo - Avi Buffalo

20. Twin Shadow - Forget

21. Zola Jesus - Stridulum II

22. The Morning Benders - Big Echo

23. Tame Impala - Inner Speaker

24. Warpaint - The Fool

25. MGMT - Congratulations

26. LCD Soundsystem - This is Happening

27. The Drums - The Drums

28. Two Door Cinema Club - Tourist History

29. The Coral - Butterfly House

30. Belle & Sebastian - Belle & Sebastian Write About Love

31. Ariel Pink's Haunted Graffiti - Before Today

32. Laura Manning - I Speak Because I Can

33. Vampire Weekend - Contra

34. Steve Mason - Boys Outside

35. Menomena - Mines

36. Yeasayer - Odd Blood

37. Spoon - Transference

38. Shearwater - Golden Archipelago

39. Grinderman - Grinderman 2

40. Turin Brakes - Outbursts

Thursday, December 23, 2010

my chemical romance - danger days

hadi toplanın, bakın bu trajediye
silin makyajlarınızı, bu kadar umutsuz olacak ne var ki?

atın siyah elbiseleri, karışsın yığınlara
bir gün uyanıp aslında olduğunuz kişi olmadığınızı fark edersiniz
eğer aynaya bakarsanız ve gördüğünüz şeyden hoşlanmazsanız
işte o gün benim gibi olmanın neye benzediğini anlarsınız

öyleyse toplanın domuzcuklar, artık veda öpücüğünüzü verin
gülüşlerinizi teşvik ediyorum, ağlamazsınız umarım bir daha!


alıntıladığım bu sözler, my chemical romance'in bir önceki albümü "the black parade"in açılışındaki "the end"de yer alıyor. henüz albümün açılışına böyle bir ilan yerleştirmek, makyajları silmek ve siyah elbiseleri atmaktan bahsetmek my chemical romance'in niyetini açıkça ortaya koyuyordu: "bizi emo ya da goth sınıfına sokmayın, biz başka bir şeyin peşindeyiz."

"the black parade," özel, farklı bir albümdü. içindeki bariz queen ve pink floyd göndermeleriyle emo'dan çok klasik rock'a benzeyen, sözleriyle olgun, kansere yakalanmış ve ölümü bekleyen çocuk konseptiyle de etkileyici bir işti. grup müzikal ve fikirsel olarak emo'nun çok ötesine geçmişti ve dinleyicilerin dışında eleştirmenlerin de bunu takdir etmesini bekliyordu. olaya at gözlüğüyle bakanlar dışında bunu da başardılar. "the black parade" bence "american idiot"tan sonra 2000'lerin en iyi mainstream rock albümüydü ve bu yüzden de 90'ların ikinci yarısı ile erken 2000'leri rezil etmiş sulu ve klişe amerikan modern rock çöplüğündeki işlerle karışmamalıydı. yine bu yüzden, my chemical romance'e "emo," "poser/kız grubu" gibi yakıştırmalar yapılmasına katlanamadım.

yeni albüm "danger days: the true lives of the fabulous killjoys"ta my chemical romance'in bunun etkilerini hala atlatamadığını görüyorsunuz. hatta bu albüm doğrudan kendi imajlarının nasıl algılanmasını istediklerine dair bülten. yanlış değil, zira kendisinin ne olduğunu çok iyi bilen bir grup my chemical romance. kendileri bu kadar takıntılı oldukları için dinleyicinin de yanılmasına gelemiyorlar. nasıl bir önceki albüm "the end"in en başına "budur!" diye bir anons-vari giriş koymuşlarsa, burada da ilk single olarak "na na na (na na na na na na na na na)”yı (evet şarkının tam adı bu ve son derece de gereksiz bir espri) seçmeleri öyle bir tavır. tıpkı gerard way'in kırmızıya boyanmış saçları gibi. goth'tan, emo'dan o kadar uzaklaşmak istiyorlar ki, çareyi gidilebilecek en uzak nokta olan popta bulmuşlar, ki oynadıkları ligin aslında u2, muse, metallica gibi türlerüstü büyüklükteki ekiplerin olduğu lig olduğu anlaşılsın.

"danger days" aslında iyi bir pop/rock radyosunu dinliyormuş hissi veriyor. "na na na" da pop/punk'a dalıyoruz, "bulletproof heart"ta belki de "gravity" dizesinin kaçınılmaz şekilde "special k"i anımsatmasıyla placebo-vari bir glam tadına yaklaşıyor. "sing" ve "the only hope for me is you" albümün en net hitleri, grubun en stadyum tadındaki parçaları. "the kids from yesterday" ise sonlara gizlenmiş, 1980'ler tadıyla albümün en iyi şarkısı.

neticede "the black parade" gibi bir başyapıt mı? asla değil. o albümdeki şarkı yazım kalitesi, parçaların aralarından su sızmayacak kadar sıkı durmaları burada yok. grup, eklektizm uğruna albümün tutarlılığından feragat etmiş. “the black parade”in my chemical romance’in sonraki albümlerinde daha da yükselmesini sağlayacağı bir sıçrama tahtası değil de, arkasından hep inmeye mahkum olduğu bir zirve noktası olduğu yönünde korkumu güçlendiriyor “danger days.” ama her halükarda my chemical romance'in kendi kuşağının en dikkate değer ana akım heavy rock grubu olduğunu da rahatlıkla kanıtlıyor.

Tuesday, December 21, 2010

2010'un kahramanları

2010 da bitiyor, eğlencesiyle, dramasıyla, komedisiyle, trajedisiyle... 2008'de yaptığım gibi yılın kahramanlarını seçmek istedim, keyfe keder. sıralamaya, "bu neden yok"lara takılanlar olacaktır elbette, ama 2010'un hikayesinde bu listedekilerin tuttuğu yeri yok saymak imkansız. yılın son günlerine girerken geride kalan 360 günün en çok konuşulanları, konuşturanları, ya da daha fazla açıklamak gereksiz, kahramanları işte...

10- miley cyrus
hayır, akla ziyan dizisi, dandik müzik kariyeri ya da utanılası bir kariyere sahip bir babadan (billy ray cyrus) olup amerika'nın en popüler "çocuğu" olması değil mesele. 18 yaşına bastığı gün bong'dan kafayı dumanlarkenki resimlerinin internete düşmesi. kendisine ait olduğu sanılan çıplak resimlerinin ortalığa saçılması. hem aşırı ahlakçı geçinen uluslararası toplumun içindeki tuhaf iki yüzlülüğü gösteren net bir örnek, hem de çocukların sevgilisi bir kızın elde avuçta tutulmasının mümkün olmayacağını gösteren hoş bir rock'n'roll öykü. sevgilisinin kendisine oral seks yaparken fotoğrafları piyasaya düşen ke$ha, çıplak fotoğraflarını "yanlışlıkla sızdıran" paramore vokalisti hayley williams ve diğerleri: kendilerine çizilen role girmek istemeyip, o kabuktan nasıl sıyrılacağını bilecek derinliğe de sahip olmayan yeni nesil amerikalı star kızlar. miley cyrus nezdinde kahramanlaşıyorlar.

9- hakan bingül
bir anons yaptı ve hayatı değişti: 16 mayıs gecesi kendisine bir şekilde ulaşan "bursa'dan gol haberi"ni elindeki mikrofondan şükrü saracoğlu stadyumu'na duyurdu. birkaç dakika sonra nasıl olduysa staddaki 50.000 kişinin yanında tüm türkiye'deki milyonlarca fenerbahçeli halaylar çekmeye, timsah yürüyüşü yapmaya başlamıştı. ertesi gün kendisini gözaltında buldu bingül, işinden de kovuldu haliyle. staddakiler neyse de, televizyon karşısındakiler nasıl oldu da böyle yanıltılabildiler, onun cevabı hala meçhul.

8- mark zuckerberg
dünyanın en genç milyarderi olduğu, facebook'un % 1.6'sını 240 milyon dolara sattığı 2007 yılında da girebilirdi bu listelere. ancak sosyal medyanın zincirlerinden boşandığı yıl zuckerberg'ün yaptığı iş çok daha anlamlı geliyor. twitter'da akşam ne yemek yediğini yazmak, facebook'ta sevgili aramaktan çok daha öte, çok daha hayatsal bir şeye dönüşmekte sosyal medya, bu da tek başına bu çocuğun eseri değilse bile, temelde onun vizyonunun sonucu. "the social network"le onu bir amerikan ikonu olarak sunmaya meraklı olduğunu gösteren hollywood, "biyografisi oscar'a hak kazanmış en genç insan" ilan eder mi onu, bunu da göreceğiz!

7- pitchfork
kasım'ın son günlerinde kanye west'in yeni albümünün aldığı eleştirilerin nasıl olay yarattığını hatırlıyor musunuz? "pitchfork "my beautiful dark twisted fantasy"ye 10.0 vermiş!" şokunu yaşamıştık. "kanye 10.0 almış" değil, "pitchfork 10.0 vermiş"ti olay. 8 yıldır hiçbir yeni albüme verilmeyen tam not kanye'ye verilince olay oldu. burun kıvırırsınız, külyutmazlığına kızarsınız, elitist bulursunuz tamam, ama pitchfork'u ciddiye almak gerekiyor. artık kimsenin iplemediği zannedilen müzik yazarlığının saygınlığı konusunda hala biraz ümit varsa, 1995 yılında internette okuyacak iyi müzik yayını bulamadığı için işsiz bir genç (ryan schreiber) tarafından kurulan bu site, o ümidin ta kendisi.

6- kathryn bigelow
sadece cinsiyetinden dolayı "kadın duyarlılığı" filmi çekmesi beklenen hemcinslerinin aksine, "erkek gibi yönetmen" olarak bilinirdi, çelik gibi aksiyon filmleri çektiği için. erkekler dünyasını anlatırdı, hiçbir erkeğin beceremediği kadar incelikle hem de. "strange days"ten sonra filmlerinin arasına uzun süreler koymaya, yavaş yavaş a-listesinden düşmeye başladı. ama "the hurt locker"la gidişi bozdu. oscar alan ilk kadın yönetmen oldu, rakibinin eski kocası james cameron ve "avatar" denen sinema tarihinin en büyük yazarkasası olması ise zaferi biraz daha tatlı kıldı.

5- steve jobs
bu tip listelerin gediklisi olduğu kesin. tarihte görülmemiş bir marka bağımlılığına sebep oldukları ve "apple ne çıkarsa alacak kitle" yarattıkları da öyle. ama jobs bu sene ipad denen başka bir icatla yine teknoloji trendlerini belirledi. teknolojiyi sadece geek'lerin ilgilendiği bir şey olmaktan çıkaran adam, ipad'le medyanın ve edebiyatın da ilerlemesi gereken yeni yönü gösterdi. sadece bir teknoloji gurusu falan değil artık jobs, kitle iletişimi konusunda zamanın değişimini en iyi anlayan adam.

4- barcelona
şampiyonlar ligi'ni onlar kazanmadılar. bu yıl dünya kupası da oynandı hatta. ama futbolda barcelona kadar etki bırakan başka bir takım olmadı. tüm başarılarının, seyir zevkinin yanında üzerinde yıllarca uğraşılmış bir proje olmaları, hem yerel bir değer taşıması, hem de evrensel olarak "güzel" kavramının hakkını vermesi, oyuncuların milyon dolarlık yıldızlar değil, aralarında top oynayan çocuklar hissini vermesi... bunların hepsi, özellikle 29 kasım'daki 5-0'lık real madrid maçı, barcelona'yı son 5 yılın olduğu gibi 2010'un da futbol adına en parlak yapısı haline getiriyor. o 5-0'lık maç, muhtemelen bir futbol takımının gösterdiği en kusursuz oyundu. bunu ben değil, futbolla alakalı alakasız milyonlarca insan söylüyor. siz hiç bir futbol maçından günler sonra hala o performansın etkisinde kaldığınızı hatırlıyor musunuz? barcelona'yı izlemediyseniz hatırlamıyorsunuzdur.

3- julian assange
"devletleri açıyoruz" sloganıyla tarihte görülmemiş bir "sızdırma" harekatı başlattı wikileaks. önce afganistan, sonra da ırak savaşı'nın belgelerini ortalığa döküp baudrillard'ın savaşın bir simülasyon olduğu fikrini savaşın en kirli sayfalarını ortaya koyarak değiştirdiler. daha sonrası ise diplomasinin 11 eylül'ü olarak adlandırılan, tarihin en büyük kirli çamaşır operasyonu oldu. elde ettikleri 220.000 diplomatik yazışmanın bir kısmını açmaları dahi olay yarattı. bunun arkasındaki beyin, julian assange, wikileaks fikrinin daha "pazarlanabilir" olması adına öne çıktığını söyleyen, bilgece konuşan, karizmatik bir adam. birçoklarına göre hakkında apar topar çıkarılan tecavüz iddiaları ve tutuklama kararı muktedirler için ne kadar tehlikeli, dolayısıyla ne kadar haklı olduğunun kanıtı. "amerika'da hapse girersem öldürülürüm" diyen, "düşünceye sansür uygulamak fikrin hala tehlikeli olduğunun kanıtıdır" savıyla içimizi umut dolduran adam. kimilerince yüzbinlerce belge tekinsiz bir dağınıklık hissi yaratıyor olabilir, ama o kadar dosyayla ne yapması gerektiğini bilecek gazeteciler ve politik aktivistler sayesinde gerçekten bir şeyler değişebilir. o olursa, assange bu değişimin bir numaralı mimarı olarak kabul edilecek.

2- şilili madenciler
"yaşamak, sadece yaşamak, sessizce yaşamak, insanca yaşamak, inadına inadına inadına yaşamak!" altan erkekli'nin olağanüstü tek kişilik oyunu "inadına yaşamak"ı bilenler insanın kafasına çivi gibi çakılan o şarkıyı da hatırlarlar. o şarkının ilk kıtasını anımsatan "inadına" bir yaşam destanı yazıldı bu sene latin amerika'da. 69 gün yerin altında kalan, kendilerine uzatılan kablolar sayesinde maçlar izleyen, müzik dinleyen, yaşama tutunan 33 adamın sağ salim geri dönüşü, tüm dünyanın nefesini tutarak (gözyaşlarını ise tutamayarak) izlediği muhteşem bir hadiseydi. arjantinli/şilili yazar ariel dorfman'ın nefis açıkladığı gibi, dünyanın merkezinden adeta doğar gibi bir geri dönüştü o. ölüme meydan okuyuştu, yaşama övgüydü. 13 ekim 2010'da o madencilerin birçoğu yakınlarıyla sarıldıktan sonra "chile" diye tezahürat yapıyorlardı, kendilerini 69 gün boyunca yalnız bırakmayan ülkelerinin şerefine. tüm o yaşam destanının yanında bizim için kalp kırıcı bir detaydı o aslında. sahi, nasıl bir duygudur acaba yaşadığın ülkeyle gurur duyabilmek? "bizde olsaydı üç günde çıkarırdık" diyebilen, ama yer altındaki madencilerinin cesetlerine aylar sonra dahi ulaşamayan yöneticilerin var olduğu ülkede nasıl yaşayabilirdik ki bu gururu?

1- ahtapot paul
2010'un kahramanlarından julian assange'ın dünyayı bilgiye boğuşunun aksine sessizdi. (boyumu aşacak bir konu olduğundan listeye dahil etmediğim ama büyük saygı duyduğum) aung san suu kyi'nin esaretten kurtuluşunun aksine hep dev bir akvaryumun içindeydi. ve şilili madencilerin aksine yaşama tutunamadı, öldü. ama 2010, ahtapot paul'ün yılıydı. tüm gezegeni kendisine kitleyen dünya kupası boyunca sessiz ve bilgece maç sonuçlarını tahmin etti. kendisinden daha fazlasını isteyenleri bilgece reddetti. delicesine bir bilgi akışı içinde yaşıyoruz: bundan 100 yıl öncesinin bilgelerinin sahip olduğu birikim bugün 20 yaşındaki bir çocuğun bildiklerinden fazla değil. ama bu bilgilerin ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış, ne kadarı işe yarar bilemiyoruz. tüm kafalardan ses çıkıyor, ama onların ne kadarı yalan, ne kadarı gerçek, çözemiyoruz. ahtapot paul, tüm bu gürültünün antitezi, bilginin ve bilgeliğin birleştiği noktanın nirvanasıydı. cevapları biliyor, sadece gerektiğini düşündüğünü bizle paylaşıyordu. 2012 sonumuz olacak mı? evrende hayat var mı? sonsuz yaşam mümkün mü? mutlu aşk var mı? belki de bunların da yanıtını verecekti paul, ama ömrü yetmedi. belki de gerek görmedi yanıtlamaya. maalesef bilemiyoruz. kendisi gibi bir başka yol gösteren gelene kadar da bilemeyeceğiz. huzur içinde yat ahtapot paul. yokluğunda gerçekten üşüyoruz.

Saturday, December 18, 2010

new york masalı


gelin size tatlı ama hüzünlü bir noel öyküsü anlatayım bugün. altına hücum eder gibi düşler ülkesine göçen irlandalı bir çiftin öyküsünü. adam yakışıklı, kadın güzelmiş. deliler gibi severlermiş birbirlerini. büyük hayalleri varmış kente geldiklerinde, adam “broadway seni bekliyor” dermiş, “new york city’nin kraliçesi” dediği kadınına. en mutlu, en umutlu noellerini yaşamışlar birlikte. polis bandosunun konserini izlemişler, çanlar çalarken noel coşkusunu hissetmişler.

ne var ki o büyük ülke, büyük hayalleri olan pek çok kişiye olduğu gibi, onlara da acımamış. bir yıl sonrasına geldiğinde çoktan kopmuş aralarındaki bağ. iltifatların eksik olmadığı dillerinden “seni pislik torbası, aşağılık iğrenç ibne” hakaretleri dökülür olmuş. “mutlu noeller beyefendi, tanrıdan dilerim ki birlikte gördüklerimizin sonuncusu olsun.” ne yazık ki, kadının dileği gerçekleşmiş, bir sonraki noel geldiğinde birbirlerinden uzaktalarmış. bir ayyaşa dönmüş adam ucuz viskisinden bir yudum alıp düşünmüş o iki yıl önceyi. düşünmüş ve yanındaki ayyaşa anlatmaya başlamış hikayesini.

işte o hikayenin, the pogues imzalı “fairytale of new york”un tüm zamanların en güzel noel şarkılarından birisi olması, en çok bu öykünün inişleri ve çıkışlarında noeli bir kitabın bölümleri gibi kullanmasında. bildik noel klişelerinden uzak bir şarkı yazmak istemiş shane macgowan ve grubun gitaristi jem finer. adam ve kadının kendi aralarındaki atışmaları dramatize edebilmek için bir kadın vokalist bulup düet yapmayı düşünmüşler. grubun basçısı (aynı zamanda elvis costello’nun karısı olan) caitlin o’riordan bu görev için idealmiş ancak fikir aşamasında the pogues’tan ayrılması ekibi ortada bırakmış. tam şarkı rafa kalkmak üzereyken prodüktör steve lilywhite’ın eşi kirsty maccoll gelmiş. şarkının demolarında, gruba bir fikir vermesi için vokal yapan kirsty o kadar güzel söylemiş ki, shane bu düetin ikinci yarısının o olması gerektiğine kani olmuş.


“fairytale of new york” 1987 yılında yayınlandığında listelere girdi, en özel noel şarkılarından birisi oldu. the pogues’un en önemli single’ı haline geldi ve bu çatlaklar ordusu irlanda halk müziği ekibini müzik tarihine soktu. her yılın aralık ayı geldiğinde “fairytale of new york” yeniden hatırlandı, “white christmas,” “do they know it’s christmas” gibi klişelerin yanında altın gibi parladı.

kirsty maccoll ise şarkının kimbilir kaçıncı defa gündeme gelmesini, en güzel noel şarkıları listesinde en üste çıkmasını, yeniden yayınlanıp listelere tekrardan girmesini ve farklı isimlerin bu şarkının cover’ından medet ummasını göremedi maalesef. 18 aralık 2000 tarihinde meksika’da çocuklarıyla yaptığı bir tatilde denizde yüzerken kendisini paramparça eden bir sürat teknesi yüzünden. gelen tekneyi son anda fark edip en azından oğlunu (belki de kendi hayatı pahasına) kurtarmayı başarması trajedinin bir parçası oldu. tekneyi kullanan adamın, meksika’nın en zenginlerinden birisinin oğlu olmasından mıdır, asla hak ettiği cezayı almaması, suçu yanında çalışan bir adamın üstlenmesi, adamın 2 yıl hapse çarptırılması ve yaklaşık 100 dolara çevrilip serbest kalması da öyle. “justice for kirsty,” geride bıraktığı çocuklarının, annesinin ve arkadaşlarının acısını hafifletmeyecek de olsa, en azından adaletin yerini bulması için başlattığı bir kampanyaydı. adaletin yerini bulmasını sağlayamadılar, ama en azından bu konuda kamuoyu oluşturmayı başardılar. 2009’da da kampanya artık misyonunu tamamladığı ve daha ileri bir adım atılamayacağı için kendini feshetti.

onlarca güzel şarkının güzel ve utangaç sesi (kendisi sahne korkusunu asla yenemediğini hep anlatırdı) kirsty maccoll, işte tam 10 yıl önce bugün öldü. noel'e bir hafta kala, iki oğlunun yanında. bu satırların yazarı da her aralık ayında bu yüzden hüzünlenir işte. kendi başına da eşsiz güzellikte olan “new york masalı”nın her aralık ayında tekrar hatırlanması bu yüzden ayrı bir burukluk yaratır. “and the bells were ringing out for christmas day” dendiğinde ise hüzün tuhaf bir mutluluğa karışır. yeryüzünün en güzel noel şarkısı bir kez daha bir gülümsemeyle göz yaşını aynı yüze kondurmayı başarır.

Wednesday, December 15, 2010

av mevsimi

türk sinemasının bazı yazısız kuralları vardır. yavuz turgul şu an birçoğu hayatta bulunmayan yeşilçam ustalarıyla yeni türk sineması arasındaki dönemin en büyük köprüsüdür. hala bu ülkeden çıkmış en iyi film saydığım "muhsin bey"in önemli katkısıyla "türkiye'nin en iyi yönetmeni" sayılır ve bu sav ister yeşilçamcıların, isterse nuri bilge ceylan/zeki demirkubuz sınıfının takipçilerinin baskın olduğu ortamda dile getirilsin, tepki çekmez.

yavuz turgul sinemasının da bazı kuralları vardır. klasik sinemanın peliküle duyduğu müthiş saygının bir tezahürü olarak görüntüler çok özenlidir. o kadar önem verir ki turgul çerçevelerine, gereksiz kalabalık yaratmaz. film öyle istemedikçe ekranı parlak renklerle bezemez. hemen her filminde eli silah tutan adamlar gırla gitmesine karşın perdeyi kanla boyamaz. ve o kadar kutsaldır ki kadrajı, yeteneksiz tek bir oyuncunun bile içine dalmasına izin vermez. bir şekilde, hep iyidir turgul'un oyuncuları. vasatı da hizaya gelir, ustanın yanında ona ayak uydurur. iyi oyunculuğun iyi senaryo ve iyi yönetmen işi olduğunun kanıtlarıdır ustanın filmleri.

tahmin ettiğimiz gibi, "av mevsimi"nin güçlü yanı da bu. zaten yetenekli olan ama kendi filmlerinde kimi zaman dizginlenmesi zor olan cem yılmaz bu filmde inanılmaz. şener şen de yine orada, yavuz turgul filmleri dışında kahramanlaşması mümkün olmayan sessiz, sakin bir karaktere nefis hayat veriyor. tek tek isim vermeye gerek yok aslında, çok başarılı bir ensemble oyunculuk var burada. ama oyunculuklardan bahsederken şuna dikkat çekmeye çalışıyorum. yavuz turgul, karakterlere odaklı bir polisiye çekmek istemiş. gerilimi filmin atmosferine yedirmiş ama senaryosunu merak duygusunu sürekli ayakta tutacak şekilde değil de, karakterlerin gelişimine tanıklık ettirecek biçimde yazmış. bu yüzden sonda twist bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak, uğrattı ve uğratmakta.

-buradan sonra spoiler olabilir-
bu yukarıdaki paragraf, bardağın dolu tarafına bakmak sonucu yazılabilecek bir bölüm. zira, senaryonun havada asılı bıraktığı fazla sorun var. finaldeki cevabın filmin ortasından fazlasıyla açık edilmesiyle sınırlı da değil üstelik. turgul, "kötü adamına" atfettiği zekanın hakkını verecek kusursuzlukta bir plan oluşturmamış. hiçbir cinayet kusursuz değildir tamam, hollywood bunu bize öğretti, ancak bu fazlasıyla kusurlu bir plan. ilk başından aldığınızda tüm olayların çıkış noktası olan kesik bir elin sebebi bile havada kalıyor örneğin.
-spoiler parantezi kapa-

yine de turgul'un zaten rahatlıkla hakkını verdiği çok iyi diyalog, çok iyi karakterler, çok iyi oyunculuk, çok başarılı kurgu, çok iyi atmosfer sayesinde "av mevsimi" bu haliyle bile çok şık bir film oluyor. sadece "plan" üzerinde daha fazla kafa patlatsa, kilit bir iki sahneyi ortada kullanıp seyirciye sırrı erkenden hissettirmese ve belki de filmi 25-30 dakika daha kısa kesse çok daha iyi olabilirmiş. kimisi kaçırılmış fırsat der, (dolu taraftan baktığımdan olsa gerek) ben "beğendim" derim. gitmeyenlere de mutlaka tavsiye ederim ama beklentilerini "csi" benzeri bir tıkır tıkır gerilim yerine (özellikle finaldeki "adalet" sorgusuyla) clint eastwood ve paul haggis'in polisiyeleri yönünde tutmalarını öneririm.

Sunday, December 12, 2010

kanye west - my beautiful dark twisted fantasy

giderek megalomaniye varan bir "ben" vurgusu, rap'in doğasında olan bir şey. büyük çoğunluğu sıfırdan, hatta eksi beşten zirveye öyküleri yaşamış müzisyenlerin yoğun kendine güvenleri ya da ne kadar güçlü olduklarını anlatma ihtiyacı anlaşılır bir şey. kanye west'in müziğindeki kendini anlatma, övme veya kahramanlaştırma ise genel geçer rapper ortalamasının çok çok üzerinde. öyle çok anlatıyor ki kendini, jay-z mütevazı kalıyor yanında. o kadar çok öfkeli ki dünyaya ve kendini kanıtlamak için o kadar agresif ki, eminem'i iyi niyetli bir kuzu gibi gösterebiliyor.

evet, kanye west, dünyanın en popüler starlarından birisi, twitter'da milyon tane takipçisi olan, ama pek fazla kişiyi izleme gereğini hissetmeyen "süper bir ego" sahibi adam. her albümü milyon satıyor, her lafıyla skandal yaratabiliyor. ama yine de tüm dünyanın kendisine karşı olduğu, sürekli haksızlığa uğradığı şeklinde bir küçük emrah hissiyle dolaşıyor etrafta. bunu twitter'ında "it's all a fucking set up!" diye haykırarak da gösteriyor tabii, ama "my beautiful dark twisted fantasy"de olduğu gibi müzik yoluyla da ifade edebiliyor.

işte yılın en çok konuşulan albümü, "my beautiful dark twisted fantasy" dünyaya kendisinin en iyi olduğunu kanıtlamaya çalışan bir adamın işi. üstelik "ben tek siz hepiniz" de demiyor dünyaya, rihanna, jay-z, fergie, john legend, bon iver, ally jackson (la roux) onun yanında. "dark fantasy"de yaptığı giriş tek kelimeyle epik. "gorgeous"ta da "the same people that tried to black ball me forgot about two things, my black balls" diyerek savaş baltasını çıkartıyor. sözünü de sakınmıyor: "rap is euphemism for new religion." king crimson sample'lı "power"da da üstünlüğünü ilan ediyor: "hayatınızı çok heyecanlı kılacak güç var bende."

kanye konuklarının yardımıyla rap'in sınırlarını fazlasıyla genişletiyor. "runaway"i ilk duyduğumda söylediğim "bu rap tarihinin 'stairway to heaven'ı" izlenimine benzer hisler uyandırıyor. john legend'la söylediği "blame game" kanye'ce bir aşk baladı. "power"ın rock tadını tekrarlamaya gerek yok, "all of the lights"ın da ne kadar büyük bir pop hiti olduğunu ilk dinleyişte kavramamak mümkün değil. "so appalled" ise kocaman bir açıklama. bir ilan. kendisinin, ama daha geneliyle hip hop'ın bugüne kadar nasıl yanlış anlaşıldığının ve bugünden sonra nasıl anlaşılması gerektiğinin ilanı. sözün özü, kanye'nin 50 cent'le "graduation" zamanında girdiği liste savaşında söylediği bir cümle bugün daha çok anlam kazanıyor: "hip hop is black bravado. i'm a rockstar." dünyayı ele geçirmek derken kastettiğimiz bu: kanye west eminem ya da 50 cent olmak istemiyor. onun hedefi yeni michael jackson olmak. michael nasıl popun kralıyken rock'ın ve soul'un alanlarına dalmakta beis görmediyse, kanye de kucağını kocaman açıyor, bütün janrların kitlelerine dokunabilecek kadar. bon iver'ın justin vernon'ıyla takılması tesadüf mü sanmıştınız yoksa?

evet, kanye'nin derdi de çok, tüm dünyaya vereceği mesajlar da. bu yüzden şarkıları fazlasıyla uzun. evet, adamın seks cümleleri bazen bunaltıcı oluyor ("24/7, 365, pussy stays on my mind"). evet, aslında çok iyi bir rapper bile değil, zira albümdeki en iyi dizeler kendisinden değil, jay-z ve nicki minaj'dan geliyor. ama bu kusurlar, "my beautiful dark twisted fantasy"nin dinleyici için sound, melodi, groove, fikir ve tavır dolu bir festival olduğu gerçeğini değiştirmiyor. hip hop için bir milat olduğu gerçeğini de. eminem bu müziği beyaz çocuklara sevdirdi, jay-z glastonbury'de çalarak bir duvarı daha yıktı. "my beautiful dark twisted fantasy" ise "stadyum rap"i başlatan albüm olarak müzik ansiklopedilerine geçecek.

afi 2010'un en iyi filmleri listesi

amerikan film endüstrisi yılın en iyi 10 filmi listesini açıkladı. yanılmıyorsam sadece üçünün ülkemizde gösterime girdiği bir listeden bahsediyoruz. vizyonun berbat türk filmleri ve ikinci sınıf korku/macera işleriyle dolduğu zamanlarda "normalde sinemaya gitmeyenler filmekimi'ne koşturuyorlar, biletler bitiyo" sancılanmalarının anlamsızlığı daha bir net anlaşılıyor. bizim için "amerika neleri sevdi" gibi bir fikir, ayrıca iki ay sonra oscarlar için kimlerin tasarımcıların yolunu tutmaya başlaması gerektiğinin belgesi gibi. yıl sonu listelerine bu filmleri koyabilmek için torrent, warez yolları taştan...

black swan
the fighter
inception
the kids are all right
127 hours
the social network
the town
toy story 3
true grit
winter's bone

Thursday, December 9, 2010

girl talk - all day: biraz ordan, biraz burdan

bülent ortaçgil'in ölümsüz "şık latife"sine atıfta bulunursak, gregg gillis de müzik manyağı kişinin teki, senin gibi, benim gibi. ama gregg gillis biraz değişik biri. gillis, proje ismiyle girl talk, yaklaşık beş yıldır etraftaki en ilginç müziklerden birisini üretiyor. yaptığı, mtv sayesinde popülerleşen mash-up'tan ibaret. ama iki şarkıyı birleştirmek değil sözkonusu olan, yüzlerce sample'ı çarpıştırıp "yepyeni" bir şey üretmek.

"night ripper" ve onu indie kid'lerin favori dj'i haline getiren "feed the animals"la ilgi alanıma girmişti. nirvana'dan giriyor, 2pac'tan çıkıyor, 70'lerden 2000'lere pop, rock, rap namına ne varsa alt üst edip bir sıkıştırılmış bir müzik ziyafeti veriyordu adam. yeni albümü "all day" aynı stilde bir albüm, ama bir şekilde çok daha uzun ve doyumsuz bir parti havasında. ister kendinizi kaptırıp dans edin, isterseniz en müzik manyağı halinizle parçaları tanımaya çalışın. ancak dinlediğinizden keyif alabilmek için müzik sevmek maalesef yetmiyor, üzerine tür delilerinden, bir janrı puta tapar gibi sevenlerden olmamanız gerekiyor. çünkü black sabbath'ın "war pigs"i ile ludacris'in "move bitch"ini aynı şarkıda duymak herkesin hoşuna gitmeyebilir. ya da ramones'un rihanna ile öpüştürülmesi de öyle. ancak gillis'in kendisine çektiği müzik ziyafetine kaptırırsanız kendinizi, adamın kes-yapıştır yeteneğine hayran kalmak ve farkına bile varmadan dans etmeye, hiç değilse oranızı buranızı oynatmaya başlamak arasında gidip gelebilirsiniz.
...
girl talk'un bir önceki albümü "feed the animals"ı radiohead benzeri "gönlünüzden ne koparsa" mantığıyla internetten yayınlamıştı. (eğer bedavaya indirmek isterseniz sebebini açıklamak zorundaydınız) gillis o albümün ne kadar sattığını açıklamadı ama o albümün asıl işini bırakıp müziğe tam zamanlı mesai ayırabilmesini sağlayacak kadar iş gördüğünü belirtiyor. "all day" de illegal art'ın web sitesinden indirilebiliyor. (rapidshare ve torrent linklerini de ekliyorlar)

kimine göre beleşçinin teki olabilir ama gregg gillis günümüzün en enteresan dj'lerinden birisi. "all day" de yılın en güzel albümlerinden birisi. gillis'in bir sonraki albümü de bu kadar eğlenceli olacaktır sanıyorum. tabii müzikleri sample edilen sanatçılardan birisi bizim pittsburgh'lüye dava açıp işin eğlencesini kaçırmaya başlamazsa...

Wednesday, December 8, 2010

john lennon

30 yıl olmuş. dünyanın en barışçıl insanının evinin önünde anlamsızca katledilişinin üzerinden tam 30 yıl geçmiş.

Monday, December 6, 2010

Cakarta'da bir festival..

Film festivali var film festivali var..

Geçen perşembe 12. Cakarta Uluslararası Film Festivali (JIFFEST)'nin kapanış gecesi davetiyesi geldi. Film Inarritu’nun son filmi, Javier Bardem’li “Biutiful” olunca kaçırmak istemedim (zaten açılış gecesini de kaçırmıştım), gösterim Pazar gecesi saat 21.30’da olmasına rağmen gittim. Filmin İspanyolca olduğunu bildiğim için gitmeden önce ihtiyatlı davranarak festivalin internet sitesinden İngilizce altyazı olduğunu teyit ettim.

Gittim, saat 21.15’te oradaydım, peki ne oldu? Filmin bir önceki gösterimin sarkması nedeniyle biraz gecikmeli başlayacağı söylendi. “Peki” dedim, sinema aşkı için buradayız, biraz daha bekleriz. Film başladığında saat 22.45’ti ve daha da kötüsü, ben ikinci dakikada ayrılmak zorunda kaldım. Benimle birlikte 15-20 Endonezyalı olmayan kişi daha tabi, zira sadece Bahasa altyazı vardı ve İspanyolcam diyalogları anlamam için yeterli olmaktan çok uzaktı maalesef..

Salondan çıktığımda dışarıdaki organizasyon görevlilerine patladım sanırım biraz, korkmuş görünüyorlardı. Söylene söylene ve amatör festivalciliğin nasıl bir şey olduğunu anlamış bir şekilde eve döndüm. Yanlış anlaşılmasın, amatör ruh iyidir, güzeldir, gereklidir. Ama koca film festivali yapıyorum deyip bu kadar ciddiyetsiz olunmasını hoş karşılamam mümkün değil. Bu vesileyle buradan ülkemin film festivallerine saygılarımı sunuyorum..

eat drink love bölüm 2: cakarta

arayı uzattığımın farkındayım. bali'de başladığımız balayının ikinci bölümüne geçelim biz.

bali'deki son günlerimizde "buradan sonra nereye gidiyorsunuz?" sorusuna "cakarta" dediğimiz herkes, "ooo çok kalabalık" "çok trafik var" gibi tepkiler veriyordu. onlara cevaben "hmm öyle mi?" desek de içimizden geçen "biz istanbul'dan geliyoruz ya, cakarta'nın kalabalığı koyar mı bize?" oluyordu. işin aslının öyle olmadığını orada öğrendik. eylül'den beri orada olan (ve önümüzdeki iki yılı orada geçirecek olan) adamımız fırat da "kaotik" kelimesiyle kusursuz özetlemişti kenti. havaalanından alındıktan sonra (fırat bey bizi bmw ve özel şoförle aldırdı valla!) şehir merkezine gitmemiz birbuçuk saat sürdü, normalde 1 saat sürermiş, şanslıymışız. fırat'ın anlattığına göre kentte doğru düzgün toplu taşıma yok, metro zaten hak getire, nüfus da çok yoğun olunca trafik çoğu zaman trajik bir hal almaktaymış. insanların motosikletlere sarılmasının sebebi bu elbette. kuş sürüleri gibi geçen motosikletler hafızamdaki en canlı cakarta fotoğrafı olarak kalacak.

elbow room'daki genç grup

kemang

jakarta'da ilk akşam çıkışımızı kemang caddesi'ne yaptık. şık barların sağlı sollu dizildiği, ebat olarak etiler genişliğinde, ama ondan çok daha uzun bir cadde burası. ancak sorun, sokakların pek yürümeye müsait olmaması. kaldırım zaten yok, bir de yol kenarları seyyar yemek satıcıları ile çevresinde toplanmış insanlarla dolu olunca yolda yürümek, piyasa yapmak zorlaşıyor. ancak bu manzaranın üzerine söylemeliyim ki, mekanlar çok güzel. elbow room diye bir bara gittik örneğin, çekik gözlü bir beşli, akustik olarak "stuck in a moment you can't get out of" çalıyordu. hoşumuza gitti oturduk. litrelik bira içtik, pizza, fish & chips gibi batı yemekleri yedik. iyi ki de yemişiz!

dragonfly

sonraki istikamet dragonfly oldu. tüm asya'nın en büyük ve en hip club'ları arasında sayılan bir mekandı. geleneksel tişört-kısa pantolon kombinasyonumu terk edip fırat'tan emanet bir gömlek giymemi gerektiren, çok sert olmamakla beraber bir "dress code"u olan (smart casual!) bir mekan dragonfly. komik olan ise, kapıdan biz rahatlıkla geçerken, görevli kadının eşim selmin'e "bu seferlik tamam ama bi dahaki sefere daha 'fashionable' bir ayakkabı giyinirseniz iyi olur" demesiydi! club'a girince daha iyi anladık, biraz reina gibi bir yerdi. erkekler değil ama kızlar çok şıktı. ingiltere'deki gibi düğüne gidercesine değil ama sade ve şık giyinmişti kızlar. erkekler için aranan kriter ise yakalı tişörttü! müzik çok iyi değildi, mekan yeterince kalabalık sayılmazdı ama eğlendik.


diller ötesi bir uyarı yazısı: tutup kaca!

ertesi günkü eğlencemiz ise daha vahşiydi! taman safari'de araba içinde macerasız, ama yine de keyifli saatler geçirdik. hayvanat bahçesi gibi hayvanların parmaklıklar ardında olmaması iyiydi. hendeklerin arkasında kafalarına göre takılıyorlar hayvanlar. daha insan canlısı (yani otobur) olanlar ortalıkta takılıyorlar, insanların onlara uzattıkları sebzeleri yiyorlar. zaten öğrendikleri için arabaların camlarına yaklaşıyor hemen filler, zebralar. keyifliydi, ancak 45 dakikada gittiğimiz mekandan 3 saatte şehre dönünce cakarta trafiğinin bizi bezdirmesini de unutmadık!

taman safari hatırası

cakarta genel anlamda karışık ve kalabalık bir şehir, müslüman bir ülke olmasının etkilerini de sağda solda görüyorsunuz, ama gece hayatı da hiç fena değil. bolca expat yaşadığından olsa gerek, mekanlarda çeşitlilik gayet iyi. daha sonra gezdiğimiz yerleri düşünürsek, kemang dışındaki yerler hep alışveriş merkezlerinde bulunuyordu. örneğin bir alışveriş merkezinin en üst katındaki immigrant, şehrin en hip mekanlarından birisiymiş (elimize geçen bir kent rehberinin yalancısıyız). inanılmaz büyük bir mekan, bir tarafı bar, bir tarafı club, bir tarafı bistro şeklinde dört tarafı ayrı havada devasa bir mekandı. bir de hard rock cafe'ye gittik, uzun uzun anlatmaya gerek yok, dünyanın her yerindeki hard rock cafe işte. günler süren endonezya yemeklerinden sonra amerikan mutfağı, yani bildiğimiz devasa burgerler için gittik. iyi ki de gitmişiz!

girmesek de, yemesek de, hayatımda gördüğüm en güzel restoran kapısını çekmek istedim!

endonezya yemekleri, iyi kötü bildiğimiz uzakdoğu yemeklerinin biraz daha tatsızı, biraz daha tuhaf aromalısı. benim yasemine benzettiğim bir koku var birçok yemeklerinde. pilavları ise kupkuru ve tatsız tuzsuz. bir gün "yeter bu çile" deyip tuz istedim garsondan. "salt" dedim, "sauce?" anladı, defalarca tekrar ettim olmadı, sonunda elimle tuz dökme işareti yaptım, karabiber getirdi. demek ki buymuş dedim olayları. en çok bilinen yemekleri sanırım nasi goreng. nasi pilav anlamına geliyor herhalde ki, nasi campur, nasi padang gibi farklı pilavları da vardı. mie tek tek(noodle benzeri) ve satay (şiş) da yenebilecek tatlardandı. ama üst üste birkaç gün o yemekleri yiyince artık bünyem zorlandı. thai ve çin yemekleri kaçışımız oldu adeta. bir gün de tayvan din tai fung'da yemek yedik, o da çok güzeldi.

masjid istiqlal (istiklal camii)

gölgede, güneşte ve camide futbol!

monas

endonezya, malum, müslüman ülke. en büyük camilerine gitmemek de olmazdı. istiklal camii (masjid istiqlal) güneydoğu asya'nın en büyük camiiymiş. gerçekten çok büyüktü ama estetik olarak kapalı otoparka (benzetme eşim selmin'e ait) benzeyen, estetik yoksunu, dümdüz bir binaydı. oysa cakarta'daki binaların, özellikle yeni yapılmış gökdelenlerin bizdeki odun gibi modern yapılara göre çok daha estetik olduğunu söyleyebilirim. bir bakrie tower var mesela, son derece şık bir binaydı. bir de, monas'tan bahsetmek gerek. bir zamanlar atakule gibi bir mantıkla yapılmış, tam adı "monument nasional" olan bu binanın tepesine çıkamadık, ama çevresinde tur atıp, resim çektirip civarında koşup oynayan çocukları, piknik yapan halkını izlemek yetti galiba.

cakarta usulü bit pazarı

yukarıda da dediğim gibi, alışveriş merkezi mantığı, balayımız boyunca gördüğümüz diğer yerler gibi, acayip gelişmiş. alışveriş merkezi dışında restoran, dükkan bulmak pek mümkün olmadı. eğer endonezya'ya gidiyorsanız ve hediyelik almak niyetindeyseniz yolunuz muhtemelen pasaraya'ya düşer. batik (orada da "batik" deniyor) desenli kıyafetler ya da ahşap biblolar en uygun hediyelikler gibi ürünler bolca var orada. yalnız şu anda adını hatırlamadığım bir başka caddeleri var ki, sıra sıra dizilmiş dükkanlarda sahici antika, antika süsü verilmiş fabrikasyon ürünler, ya da kırık dökük ama yine de güzel ikinci el ürünler görebiliyorsunuz. özel ilgim olmamasına karşın benim bile çok ilgimi çekti oradaki antikalar, ilgili birisini çok etkilerdi muhakkak.

sürpriz düğünden hatıra fotoğrafı (diplomasiyle en alakasız iki tipi bulunuz!)

yeri gelmişken söyleyeyim, fırat'ın bizi ağırlayışı bir yana, bir ayda kenti tanıması ve sıradan bir turistin fark edemeyeceği yerlere götürmesi büyük şans oldu. dört güne kolay sığmayacak safari, nightclub, alışveriş gibi bol çeşnili bir gezi yapabilmemiz kendisinin sayesinde oldu. buradan da teşekkür edeyim kendisine. onun cakarta'daki hayatını da görmek de güzel oldu tabii. şansımıza, oradaki sondan bir önceki günümüzde büyükelçilikte bir nikah kıymak gibi enteresan bir tecrübeye denk geldik. bali'ye balayına gitmeden önce evlenmek için cakarta'yı seçen bir çiftti. biz de fotoğraf çekerek düğünlerinin yegane konukları olduk. gün gelir de fırat bu bloga "çok çalışıyoruz, çok yoğunuz" derse inanmayın zaten. ben gördüm, bir nikah kıydı, bir de rus diplomatın ölümü üzerine taziye mesajı gönderdi, onun dışında fasa fiso! gerçi wikileaks endonezya'da kriz çıkartırsa işleri yoğunlaşabilir, göreceğiz!

bizim singapur'a hareket edeceğimiz gün, barack obama da asya gezisi kapsamında cakarta'ya geliyordu. dört yılını endonezya'da geçirmiş olduğu için ayrı bir seviliyordu tabii halk tarafından. biz olası bir trafik sıkışıklığını düşüneduralım, kentte büyük bir heyecan vardı, her yerde obama haberleri çıkmaktaydı. bir tanesinde "obama nasi goreng yiyecek" diyordu. içimden "allah obama'nın yardımcısı olsun" diye geçirdim.