Sunday, December 27, 2015

2015'in En İyi Albümleri


Bu yılın büyük bölümünde 2015'in bir numarasına Sufjan Stevens'ı koyacağımı düşünüyordum. Hepimiz gibi beni de etkileyen, çok güzel bir albümdü "Carrie & Lowell." Ama yazın başında yaptığım "yılın şu ana kadar en iyileri" listesinde bile Sufjan'ı zorlayabilecek tek ismin Kendrick olduğunu yazmıştı. Son günlerde de 2015 üzerine bolca düşünürken "To Pimp A Butterfly"ın "yılın albümü" payesini daha çok hak ettiğini hissettim. Birincisi, "To Pimp A Butterfly" daha 2015'e, "bugüne" ait bir albüm. İkincisi, sanatçıların müzikal olarak kendilerini zorlamaları, sınırlarını genişletmeleri beni çok etkiliyor. Bu listede beni şaşırtan albümlere belirgin şekilde torpil geçtiğim sır değil. Kendrick dışında Grimes, SOPHIE, Jenny Hval, U.S. Girls, hatta Justin Bieber gibi "ters köşe" albümlerin bolca bulunması biraz bundan. Benim için bu yılın en iyileri böyleydi. "Vintage" bir yıl sayılmaz, ama yine de iyi şeyler dinlemişiz işte. 

1.       Kendrick Lamar – To Pimp A Butterfly
2.       Jamie XX – In Colour
3.       Sufjan Stevens – Carrie & Lowell
4.       Grimes – Art Angels
5.       Tame Impala – Currents
6.       Courtney Barnett – Sometimes I Sit and Think, and Sometimes I Just Sit
7.       Kurt Vile – b’lieve i’m goin down
8.       Torres – Sprinter
9.       Florence + the Machine – How Big, How Blue, How Beautiful
10.   SOPHIE – Product
11.   Blur – The Magic Whip
12.   Can Güngör – Silik Düşler
13.   Father John Misty – I Love You, Honeybear
14.   Natalie Prass – Natalie Prass
15.   Julia Holter – Have You In My Wilderness
16.   Foals – What Went Down
17.   Waxahatchee – Ivy Tripp
18.   Jenny Hval – Apocalypse, Girl
19.   The Weeknd – Beauty Behind The Madness
20.   U.S. Girls – Half Free
21.   Joanna Newsom – Divers
22.   Jason Isbell – Something More Than Free
23.   Holly Herndon – Platform  
24.   Kamasi Washington – The Epic
25.   Deafheaven – New Bermuda
26.   Public Service Broadcasting – The Race For Space
27.   Built To Spill – Untethered Moon
28.   Wilco – Star Wars
29.   Viet Cong – Viet Cong
30.   Sleater-Kinney – No Cities To Love
31.   Björk – Vulnicura
32.   FFS – FFS
33.   Kasey Musgraves – Pageant Material
34.   Beach House – Depression Cherry
35.   Panda Bear – Panda Bear Meets The Grim Reaper
36.   Baroness – Purple
37.   Earl Sweatshirt – I Don’t Like Shit, I Don’t Go Outside
38.   Tobias Jesso Jr – Goon
39.   Unknown Mortal Orchestra – Multi-Love
40.   VHÖL – Deeper Than Sky
41.   Mac DeMarco – Another One
42.   Beach Slang – The Things We Do To Find People Who Feel Like Us
43.   CHVRCHES – Every Open Eye
44.   Noel Gallagher’s High Flying Birds – Chasing Yesterday  
45.   Speedy Ortiz – Foil Deer
46.   Destroyer – Poison Season
47.   My Morning Jacket – The Waterfall
48.   Justin Bieber – Purpose
49.   Chris Stapleton – Traveller
50.   Future – DS2 

Friday, July 10, 2015

Yazın en güzel akşamı: Gece Gezmesi


İstanbul Caz Festivali'ni heyecanla beklemek için koyu cazsever olmanıza gerek yok, biliyorsunuz. Hatta cazdan doğrudan etkilenmemiş, pop, rock, indie sanatçılarının konserleri çoğu sene o yılın en çok konuşulan olayı oluyor: Grace Jones'tan Nick Cave'e. Normal, dünyadaki pek çok caz festivalinde durum bu: Montreux'de Jamie XX ve SBTRKT çalıyor bu sene.

Bu sene için festivalin en büyük ismi Jools Holland gibi görünüyordu (afişlerde, tanıtımlarda kapladığı yer açısından). Holland müthiş bir piyanist ama konserinde epeyce sıkıldığımı itiraf etmeliyim. Marc Almond'ın çıkacağını bilmesem sonlarına kadar kalmazdım sanıyorum. Gecenin kendi adıma kazancı Imelda May'in heyecan verici performansı olmuştu. Ama salı gecesi konsere giderken bile büyük bir heyecan taşımıyordum. Haftanın asıl olayının çarşamba gecesi olacağını düşünüyordum, en azından benim zevklerim doğrultusunda. Yanılmadım.

Gece Gezmesi, yeni bir format değil. Daha önce Tünel tarafında da benzer bir etkinlik düzenlenmişti. Ama son bir, bir buçuk senede İstanbul'un en çok nefes alınan yeri olan Kadıköy'e geçilmesi şüphesiz önemli bir farktı (Kadıköy bu bir buçuk seneden önce de nefes alıyordu elbette, ama bu kadar "vaha" haline gelmemişti). Tamamı yerli, çoğu genç grup, ilçenin farklı noktalarında sekiz farklı konser mekanına dağılacaktı; insanlar da bunların arasında mekik dokuyacaktı. SXSW havasında, çok güzel fikir. İşin içinde İlhan Erşahin ve Neşet Ruacan gibi cazcılar vardı ama o gece sahne alacak isimlerin büyük çoğunluğu ilk albümünü son bir iki sene içinde çıkarmış (ya da hiç albüm çıkarmamış), İstanbul'un hareketli indie müzik sahnesinden isimlerdi.


Bilekliğimi St. Joseph'liler Derneği'nden aldım, ilk biramı da alıp Barıştık mı'yı izlemek üzere bir yerlere oturdum. Daha hala erkendi, ortalık yeni yeni doluyordu. Birkaç şarkı dinledim, açılış için iyi geldi. Müziklerinin her bir yapısı "evrensel" de olsa, Barış Demirel'in trompetinde "buralı" bir tını var. Bu karışıma kof bir "sentez" mantığıyla ölçüp biçerek değil, doğallıkla ulaştıkları belli. Müziklerinin inişleri ve çıkışlarıyla sürprize açık olduğunu ve dinleyiciyi "ayık" tuttuğunu da belirtmek lazım. Festivalin ismiyle müsemma caz var Barıştık mı'da, ama gecenin diğer "indie" gruplarıyla da hem tarz hem tavır olarak ortak bir damara sahip olduklarını da söylemeli. Hemen üst sokakta All Saints Moda Kilisesi'nde Burcu Tatlıses ve Cihan Mürtezaoğlu vardı. Kilisenin girişinde 8-10 kişilik bir kuyruk vardı, içerisi dolduğu için birileri çıktıkça içeri birilerini alıyorlardı. Bir kişi çıktı, "Tek kişi bekleyen var mı?" diye sorulunca sırada tek kişi bekleyen bir ben olduğum için içeri girdim. Kilise konserleri SXSW'te hep olan bir şeydir, gitmesem de videolardan çarpıcı bir deneyim olduğunu biliyorum. Tatlıses ve Mürtezaoğlu'nun yaptıkları müzik de o deneyime katkıda bulundu. Birer akustik gitar ve birer vokal; hepsi o. Sırasıyla birer şarkı söylediler, diğeri eşlik etti. Kilisenin içi sıcak ama sorun değil. Hem Tatlıses, hem Mürtezaoğlu üzüldükçe dinlenip sonra daha çok üzen güzel müzikler yapıyorlar. Sesleri de birbirine yakıştı, mekanda da akustik vasatın üzerindeydi; zaman zaman büyülü bir atmosfer oldu (yine de hakikaten üzülüyor insan dinledikçe). Ben Can Güngör'ü izlemek üzere çıktım, ama daha sonra Kaan Boşnak çıkacaktı, aklım kalmadı değil. Hazır içeri girmişken çıkmamak da bir tercihti çünkü. Neyse, sonunda çıktığımda sokağın ucuna kadar bir kuyruk olduğunu gördüm. O kilisedeki yer değerliydi tabii ama gitmeliydim, çünkü Can Güngör bence bu yılın en güzel albümlerinden birisini yapmıştı. Muhtemelen Türkiye'de bundan daha güzel bir albüm çıkmayacak bu sene. Tertemiz, sakin bir şarkıcı/şarkı yazarı müziği, su gibi akan, yormayan müzisyen performansları, kimi zaman hikaye anlatan, kimi zaman da bilinç akışından ibaret duran sözler... Tamamen "olmuş" bir müzik onunki, fazlası eksiği yok. Sahnede de olması gerektiği kadar çalıyor grubuyla (ki grubu da Biz'in Mehmet Güren haricindeki üyelerinden oluşuyor. Mehmet aynı ekibin Nilipek'le de çaldığını söyledi ki aslında bu "imece" usulü son dönemde İstanbul indie sahnesinin paslaşmalarını, dayanışmalarını göstermesi açısından anlamlı). Tertemiz bir performans.


Kilise çıkışında Can Güngör'ü yakalamak için uğraşmayıp Yeldeğirmeni tarafına gitmek de bir yol olabilirdi. Kalben ve Can Kazaz'ı yakalardım, ama yolda çok vakit kaybedeceğimi düşündüm. İKSV'den Harun İzer bu işi bisikletiyle hallediyordu mesela (bisiklete son binişim 10 küsur dikişle sonuçlandığı için bana uygun bir opsiyon değildi). Ben de Moda Sahnesi'ne gittim. The Away Days memleket sahnesinin çalışkan gruplarından birisi. Çizenbayan Elif sayesinde neredeyse ilk konserlerinden beri izliyorum ve mesafe kat ettiklerini söylemem gerekiyor. Can artık sesini daha cesur kullanıyor, sesinde yeni bir ton keşfetmeye başlamış. Grubun sahne enerjisi de iyi. The Away Days'in en büyük handikapı olarak gördüğüm şarkı yazımında da kendilerini geliştiriyorlar. Bu sadece grubun problemi değil aslında: Dream pop gibi bir janrda kalabalıktan sıyrılmak zor. Şarkıların birbirlerinden ayrılması da öyle. The Away Days çaldıkça, yazdıkça, kaydettikçe daha özgün şarkılar yazmaya devam edecek.

Sahneyi Gaye Su Akyol devralmadan önce kalabalığa bakıp sebepsizce duygulandım: "Hafta içi bir gece saat 23:30 ve bir salon dolusu insan konser izlemeyi bekliyor." Gaye Su Akyol'un müziği bana hitap eden bir müzik değil. Ama bunun bir önemi yok, ilk şarkı "Abbas"ta görüyorum ki kendi kitlesini fazlasıyla bulmuş zaten. Akyol'un nağmeli vokallerine her nakaratta seyircilerin korosu katılıyor. Batı işi, kimi zaman surf'e kayan gitarlarla meyhane kokulu sanat müziği vokalleri belki birkaç sene önce kimsenin aklına yatacak bir karışım değildi, ama burada belli ki kimya tutmuş. Dediğim gibi, benim (şimdilik) sevdiğim bir müzik değil, ama bu, Akyol'un bu müziği iyi yaptığını ve sahnede de layığıyla iyi icra ettiği gerçeğini değiştirmiyor. O uzaya giden gitmiş yani.

Yine Bahariye civarlarında Living Room'da Neşet Ruacan Quartet'i dinleyeyim dedim sonra, açıkça söylemek gerekirse fazladan bir mekan daha görmek, fazladan bir grup daha izlemiş olmak için. Yine sıra var: Çarşamba gecesi bir kulüpte müzik dinlemek için dışarıda bekleyen bir iki düzine insan. Ben duygulanıyorum bunlarda arkadaş! Ama sırada daha çok zaman geçirmek istemedim, Karga'da Alpman and The Midnight Walkers'ı dinleyerek geceyi kapatayım istedim. Hem Alpman'ın müziğini seviyorum, hem de Gaye Su Akyol'un efkarından sonra biraz yükseltmek için iyi olur diye düşündüm. Hala kalabalıktı içerisi. Sonuna yetişmiştim ama olsun, duyduğum kadarı da final için yetti.

Neticede harika bir akşamdı: Güzel müzikler, tanıdık yüzler, konser aralarında güzel sohbetler, karşılaşmalarla geçti. En güzeli, müzik için oradan oraya koşturan bir kitlenin varlığıydı galiba. İlk etapta 50 liranın öğrenciler için biraz fazla olduğunu düşünüyordum (böyle sekiz mekanda, neredeyse 20 gruplu bir operasyon için 50 lira makul olabileceğini kabul ediyorum ama düşüncem bu) ve konserler boş geçecek diye korkuyordum ama gördüğüm yaş ortalaması genel Caz Festivali kitlesinin altındaydı, demek ki kitlesine ulaşmıştı. Kadıköy sokaklarında müzik için koşturan, çaba sarf eden, konser aralarında müzik konuşan insanlar... Çarşamba gecesi Kadıköy sokaklarında müzik duyulan değil, hissedilen, dokunulan bir şey haline gelmişti. Salondan sahneden çıkıp semtin kendisi oluvermişti. Festival de böyle bir şey olmalıdır zaten. Çalanların, organize edenlerin, gelip dinleyenlerin hepsinin yüreklerine sağlık. 

Saturday, May 9, 2015

İstanbul 2015 Yaz Konserleri Takvimi


MAYIS  
9 Mayıs Cumartesi: Dimitri Vegas - Like Mike (Top 100 DJ's), KüçükÇiftlik Park
10 Mayıs Pazar: The Dø, Kadebostany, Princess Chelsea, Kalben (Parkfest), KüçükÇiftlik Park
14 Mayıs Perşembe: Blind Guardian, KüçükÇiftlik Park
23 Mayıs Cumartesi: Anna Calvi, Goat, Wild Beasts (Babylon Soundgarden), Babylon Kilyos
23 Mayıs Cumartesi: Anathema, garajistanbul
23-24 Mayıs: Slowdive, Thievery Corporation, Ghostpoet, Yacht, Balthazar, Pantha du Prince, Chill Out Festival, Life Park
30 Mayıs Cumartesi: OneRepublic, Volkswagen Arena
30 Mayıs Cumartesi: Selda & Boom Pam, Wooden Wisdom (Elijah Wood + Turquoise Wisdom), (Ekşi Fest), Life Park
31 Mayıs Pazar: Alt-J, Mew (1st Harvest Festival), KüçükÇiftlik Park

HAZİRAN 
2 Haziran Salı: Mudhoney, Shellac, Salon İKSV
11 Haziran Perşembe: Dying Fetus, Kadıköy Sahne
13-14 Haziran: James Blake, Tom Odell, Metronomy, Hot Chip, Julian Casablancas+The Voidz, José Gonzalez, Little Dragon, Fink, Everything Everything, Austra (One Love 14), Life Park

TEMMUZ 
1 Temmuz Çarşamba: Joan Baez (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi
2 Temmuz Perşembe: Marcus Miller - Afrodeezia (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi
6 Temmuz Pazartesi: Melody Gardot - Wojtek Mazolewski Quintet (İstanbul Caz Festivali), Sepetçiler Kasrı
7 Temmuz Salı: Jools Holland - His Rhythm And Blues Orchestra feat. Marc Almond - Imelda May (İstanbul Caz Festivali), Harbiye Açıkhava Sahnesi

AĞUSTOS 
1-2 Ağustos: Korn, Apocalyptica, Soulfly, Gojira, Behemoth, My Dying Bride, Annihilator, Dark Tranquillity, Unleashed, Korpiklaani (Rock Off), Cosmos
14 Ağustos Cuma: The Charlatans, KüçükÇiftlik Park
19 Ağustos Çarşamba: Enrique Iglesias, KüçükÇiftlik Park
29-30-31 Ağustos: Mastodon, Kreator, Arch Enemy, Therion, Katatonia, At The Gates, Carcass, Moonspell, Rotting Christ, Ensiferum (%100 Metal Fest, Headbangers' Weekend), KüçükÇiftlik Park

EYLÜL 
11 Eylül Cuma: Skrillex, KüçükÇiftlik Park
11 Eylül Cuma: Jessie J, Volkswagen Arena

Saturday, April 11, 2015

Serviste mutluluk!


Su  hayatta en guzel seylerin bazen en beklenmedik anlarda karsima cikmasina bayiliyorum! Arabanin lastik degisimi icin geldigim serviste beklerken masanin uzerindeki Luxemburger Wort'u aldim elime ve Almanca haber bollugu arasinda Fransizca bir haber ararken, Luksemburg'un en onemli kultur merkezinin eski direktoru, tatli insan Claude Frisoni'nin, yabancilara genel secimlerde oy hakki verilmesine dair Haziran'da yapilacak referandum hakkindaki makalesine denk geldim.

Vatandaslikla ilgili temel bir konu, inanmis bir Cumhuriyetci Fransiz'dan daha iyi kimden dinlenebilir ki! Oyle guzel ozetlemis ki sadece Luksemburg'un demokratik gelecegini yeniden tanimlamakla kalmayacak, yepyeni bir demokrasi modelinin de onunu acabilecek referandumu.. Oyle guzel cumleler kurmus ki: "une société qui ne suis pas, en ces temps troublés, le courant dominant du repli sur soi et de la peur de l'autre, une communauté qui ne confont pas amour de la patrie et haine de l'étranger, une collectivité qui fait la différence entre patriotisme et nationalisme.. une telle société est non seulement plus agréable à vivre, elle est aussi plus apte à survivre." Ve bitisi Luksemburg'un en unlu multecilerinden Victor Hugo ile yapmis: "avoir pour patrie le monde et pour nation l'humanité" (vatan olarak dunyayi, ulus olarak da insanligi sahiplenmek). Frisoni'nin yabancilara oy hakki verilmesini tutkuyla destekledigi makalesinin, buna karsi cikan Hristiyan-Demokrat CSV'ye yakinligiyla taninan, Luksemburg'un muhafazakar gazetesi Wort'ta yayimlanmasi ayrıca onemli. Bu ayrica, ulkenin demokratik olgunlugunu da gosteriyor tabi ki.

Bu sabah serviste gazeteyi acmak yerine telefonuma odaklansaydim muhtemelen kaciracaktim bu harika makaleyi.. Kalemine saglik Claude Frisoni!

Monday, March 23, 2015

Devrimci Buika!

Bu akşam Philarmonie Luxembourg'da Concha Buika'yı izledik, dinledik. Güzel ve ilginç bir konserdi, Buika güçlü sesiyle esti gürledi.. Fotoğraf yok maalesef, çünkü neden olduğunu anlayamadığımız bir şekilde, Philarmonie konserlerinde fotoğraf çekmemize izin vermiyor uzun boylu abiler.

Neyse, konserin en ilginç kısım şuydu bence: Buika, ikinci encore'a çıktığında, karşısındaki yüzlerce burjuva Lüksemburglu'ya "şarkınızı devrimli mi istersiniz, barışlı mı?" diye sordu. Bir seyirci "barış" diye bağırınca "come on man, we're too young for peace! Peace is beautiful, but sometimes boring, man.." dedi. Harika bir andı!

Sevgiler!

  

Sunday, February 22, 2015

Oscarlar öncesi kısaca..






Oscar törenine saatler kaldı. Aslında Interstellar'ın en iyi film Oscar'ına aday dahi olamadığı bir ödül töreninin meşruiyeti baştan sarsılmıştır benim için ama Oscarlar'ın - Gravity gibi şahane istisnalar hariç - bilimkurguya yaklaşımını zaten biliyoruz. O yüzden çok kederlenmenin anlamı yok..

Sekiz en iyi film adayından beşini izleyebildim: Birdman or (The Unexpected Virtue of Ignorance), Boyhood, The Grand Budapest Hotel, The Theory of Everything ve Whiplash. Aslında gayet güzel bir film olmasına ve Eddie Redmayne'in Stephen Hawking'i insanüstü bir inandırıcılıkla oynamasına rağmen, aşırı derecede tek boyutlu hikayesi yüzünden sıradanlıktan kurtulamayan The Theory of Everything dışındakilerin hepsi, sinemaseverler için kolay kolay rastlanamayacak cevherler gerçekten de. Wes Anderson'ın her zamanki yaratıcılığı bizi yine rengarenk bir dünyaya uçurdu, Whiplash ise müzik sevdalısı herhangi birinin adrenalinini tavana çıkaran görsel ve işitsel bir şölendi (Terence Fletcher karakterinin sinema tarihinin en çekici kötülerinden biri olduğunu da ekleyelim). Ama açık söylemek gerekirse son kertede benim için Birdman ve Boyhood epey öne çıkıyor..

Seyirciyi hınzırlıkla, güzellikle, neşeyle, endişeyle, heyecanla, merakla, kederle, kısacası her türlü duyguyla bombardımana tutan Birdman, sinemada yeni bir zirveyi teşkil ediyor. Düşkünlerin ve dertlilerin filmi ayrıca, Michael Keaton'ın gelmiş geçmiş en kıymeti bilinmemiş aktörlerden olduğunu da harika bir şekilde yüzümüze vurmasına izin veriyor. Üstelik bunu tam da Keaton'ın hayatına göndermeler yaparak, adeta kendisini oynamasını teşvik ederek yapıyor. Burada Birdman - Batman paralelliğini kurmak tabii ki kaçınılmaz: filmde Riggan, (en azından gişede) başarılı bulunan Birdman 1 ve 2'nin ardından 3'ü de çekme talihsizliğinde bulunuyor ve Hollywood'un karanlık dehlizlerinde kaybolmaya başlıyor. Oysa gerçek hayatta Keaton, Batman ve Batman Returns'ün ardından Batman Forever'da yer almamayı tercih etmişti. Sonraki kariyeri genel olarak çok parlak olmadı ama en azından Joel Schumacher'ın vasat devam filminde oynama gafletine düşmemiş oldu. Öte yandan, Riggan ile Keaton arasında paralellikler bence Batman'le sınırlı değil: Hollywood'da yaptığı işlerin işe yaramaz şeyler olduğunu içten içe kabul eden Riggan'ın en çok istediği şey gerçek sanatçılar ve entelektüeller tarafından takdir görmek, hatta sevilmek. Michael Keaton bunu itiraf eder mi bilmiyorum - ve aslında kariyerinin, Riggan'ın aksine, Hollywood zırvalarından ibaret olmadığını düşünüyorum - ama o da film tercihlerinde çok seçici olmadı ve bol bol kötü filmde yer aldı. Ancak, yine de zaman zaman sinemanın sanat kısmına eğilmeye çalıştı ve "yarasa adamdan" (ya da Beter Böcek'ten) ibaret olmadığını göstermeye çabaladı. Sonuç itibariyle, hiç kuşku yok ki Iñárritu bu karakteri Keaton için yazmıştı ve Keaton-Riggan bu filmin merkezi.. Ama şüphesiz Norton'dan Watts'a, tüm yardımcı oyuncuların da müthiş oyunculuğu, Birdman'in sinemanın zirvesine yükselmesine katkı sağladı.

Boyhood ise, sinemayı ya da genel olarak sanatı aşıp hayatın kendisiyle bir olan bir "şey". Birdman'i izlerken sinema salonunda "işte sinema!" diye haykırmak geldiyse içimden, Boyhood'u hayatın kendisini yaşarmışçasına izledim. Richard Linklater'ın son derece kişisel hikayesi, aslında hepimizin kişisel geçmişinden bir şeyler bulabileceği, adeta kendi çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin beyazperdeye yansımasına şahit olduğumuz, son derece canlı ve gerçekçi, ama bir o kadar da gerçek ötesi bir film. Terence Mallick'in Tree of Life'ı kadar büyük, ama o kadar gösterişli/gösterişçi olmayan, kaldı ki bence esas derdi sinemaya yeni bir soluk katmak da olmayan, sadece hayatımızı önümüze sermek isteyen, bir kamera, güzel insanlar ve bir tutam iyiliğin nelere kadir olabileceğini hatırlatan, bizlere yaşadığımız her küçük şeyin bile aslında ne kadar da anlamlı olduğunu gösteren bir öğretmen Boyhood.

Anlamışsınızdır, Boyhood çoktan benim hayatımdaki yerini aldı. O yüzden aslında Oscar'ı onun alıp almaması çok da önemli değil benim için. Hatta bunun Linklater için de geçerli olduğunu tahmin ediyorum. Birdman için de aslında aynı şey söylenebilir: esas olan sanattır, Hollywood'un ödülleri vız gelir tırıs gider.. Ama Keaton'ın alması ise hayati, çünkü diğerlerinin aksine, artık kariyerinin son demlerine yaklaşan bu güzel oyuncu için, şimdiye kadar kazanmaya muvaffak olamadığı ödüllerin hala bir anlamı var ve en iyi oyuncu Oscar'ını kazanmanın onu ziyadesiyle mutlu edeceğine eminim.

İyi seyirler..

Fırat

Saturday, February 7, 2015

Jupiter Ascending.. to previously unseen levels of stupidity! (Spoiler free)


Jupiter Ascending'i izledik bu akşam. Wachowski kardeşlerin Matrix serisinden sonraki ilk orijinal hikayesiymiş.. Uzatmaya gerek yok, film tam bir rezalet, her şeyiyle! Sadece bilimkurgu/fantazi türünün değil, sinema sanatının yüz karası.. İnsan zeka ve duygularına dev bir hakaret! Saçma sapan hikayeyi ne oyunculuklar ne de ömür törpüsü aksiyon sahneleri kurtarabiliyor. O kadar patlamanın, kaçışın, koşuşturmanın arasında seyirciye zerre heyecan yaşatamamak gerçekten büyük başarı. O kadar boş bir hikaye ki, kahramanların kaderi umrunuzda bile olmuyor. Bu filmle Wachowskiler'in Matrix sayesinde elde ettikleri tüm krediyi sonunda tükettiklerini, hatta seyirciye ziyadesiyle borçlandıklarını söylemek yanlış olmaz sanırım..

Özetle, vakit ya da para harcamaya değmeyecek bir film bu. Üstüne para verseler bile gitmeyin sinemaya! Öte yandan, iyi bilimkurgu ile kötü bilimkurgu arasındaki 117 farkı net bir şekilde görmek istiyorsanız, önce bunu izleyin, ardından da Interstellar'ı. İlkine harcanan emeğe ve kaynağa acıyacak, ikincisine ise hayran kalacaksanız. Saygılar..


Mila Kunis düşüyor...


...Eddie Redmayne dehşet içinde!

Monday, January 19, 2015

2014'te en sevdiğim 40 film


40. Karışık Kaset (Tunç Şahin

39. Dünyada 20.000 Gün (20,000 Days On Earth, Iain Forsyth & Jane Pollard)

38. Altın Kafes (La Jaula de oro, Diego Quemeda-Díez)

37. Yıldız Haritası (Maps To The Stars, David Cronenberg)  

36. Görünmeyen Kadın (The Invisible Woman, Ralph Fiennes)

35. Gece Planı (Night Moves, Kelly Reichardt)

34. The Imitation Game (Morten Tyldum)  

33. Lego Filmi (The Lego Movie, Phil Lord & Christopher Miller)  

32. Annemin Şarkısı (Klama Dayîka Min, Erol Mintaş)

31. Sıfır Teorisi (The Zero Theorem, Terry Gilliam)

30. Still Alice (Richard Glatzer & Wash Westmoreland)  

29. Elyazmaları Yanmaz (Dast-neveshtehaa nemisoosand, Mohammad Rasoulof)

28. Sokak Köpekleri (Jiao You, Tsai Ming-liang)

27. Meçhul Malum (The Unknown Known, Errol Morris)

26. Màlmhaus (Metalci, Ragnar Bragason)  

25. Ida (Pawel Pawlikowski)

24. Aşkın Halleri (The Disappearance of Eleanor Rigby: Them, Ned Benson)  

23. The Internet’s Own Boy: The Story of Aaron Swartz (Brian Knappenberger)

22. Beyaz Tanrı (Fehér Isten, Kornél Mundruczó)

21. Obvious Child (Gillian Robespierre)

20. Vi är bäst! (Lukas Moodysson)

19. Leviathan (Andrey Zvyagintsev

18. Still Life (Uberto Pasolini)

17. Inherent Vice (Paul Thomas Anderson)

16. Force Majeure (Ruben Östlund)

15. Nightcrawler (Dan Gilroy)

14. Nymphomaniac Bölüm 1 ve Bölüm 2 (Lars Von Trier)

13. İki Gün Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit, Jean-Pierre & Luc Dardenne)

12. Kayıp Kız (Gone Girl, David Fincher)

11. Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel, Wes Anderson)

10. Mistaken For Strangers (Tom Berninger)

9. Foxcatcher (Bennett Miller)

8. Interstellar (Christopher Nolan)

7. İnsanları Seyreden Güvercin (En duva satt på en gren och funderade på tillvaron, Roy Andersson)

6. Whiplash (Damien Chazelle)

5. Mommy (Xavier Dolan)

4. Körlük (Blind, Eskil Vogt)

3. Kış Uykusu (Nuri Bilge Ceylan)

2. Birdman (Alejandro González Iñárritu)

1. Boyhood (Richard Linklater