Friday, August 27, 2010

Bize her yer Liverpool!

İnönü’de liverpool formasıyla maç izlemek? Sıradan! Güney Afrika’ya Dünya Kupası’nı izlemeye gitmek? Herkes yapabilir! Peki Trabzon'a Liverpool'u desteklemek için gitmek? İşte şimdi konuşmaya başladın!

Tek başıma çıktığım her yolculuktan önce tanımlamakta zorlandığım bir korku hissediyorum. Belki bir Truman sendromudur, küçüklükten gelen bir sebebi vardır, bilemiyorum. Ama her seferinde de bu korkunun cazibesine kapılmadan edemiyorum, ayrı konu. Trabzon’a giderken ise sanırım bu korkunun anlaşılır bir yanı vardı. Ne kalacak yerim, ne de maça girecek biletim olmadan çıkmıştım yola. Hatta haftalardır gideceğimi bilmeme karşın Çarşamba sabahına kadar gidiş ve dönüş biletimi almamıştım bile. İçinde bir yedek tişört, bir forma ve bir laptop dışında hiçbir şey olmayan sırt çantamla yola çıkmıştım, neyle karşılaşacağımı bile bilmeden.

Avrupa Ligi kura çekimleri sırasında Trabzon’un muhtemel rakipleri arasında Liverpool’u da gördüğüm an “Ne olur Liverpool çıkmasın!” demiştim ama içten içe Kırmızılıların yolunun buraya düşeceğinden de emindim.Öyle de oldu. Çıkmasın istiyordum çünkü kalkıp onca yolu gidecektik (Liverpool Türkiye’deyken izlememem düşünülemez bile). Velhasıl, çıktı. Galatasaray’a iki, Beşiktaş’a bir defa çıktığı gibi bu sefer de Trabzon’a rakip oldu bizim çocuklar. Yalnız bir arkadaşım kanıma girdi, bu sefer güvenli oynayıp ev sahibinin yanında sessiz sessiz değil, ait olduğumuz yerde, Liverpool taraftarlarının arasında izleyecektim!
...
Önce Liverpool forumlarına sürekli mesajlar atıp deplasman tribününe nasıl bilet bulabileceğimi sordum. Biri Ankara’da yaşayan bir Rumen, diğeri de bir İngiliz olan iki kişi bilet bulabileceklerini, kontakt halinde kalmamızı söylediler. Ben de beklemeye geçtim.
...
Yine maça bir hafta kala, gazeteye gelen bir mail bana iletildi. LiverpoolFC.tv (kulübün resmi sitesi) benimle temasa geçmişti, Trabzonspor maçı için bir yazı yazmak isteyip istemediğimi soruyorlardı. İnanamadım. Ama gerçekti. Son bir hafta boyunca her gün birkaç defa mailleştik ve en sonunda Salı sabahı onlara yazıyı gönderdim. Beğendiğini söyledi, bunun gerisini biliyorsunuz zaten. Ama ondan bir ricada da bulundum, acaba deplasman tribününden bilet ayarlaması mümkün müydü? “Elimden geleni yapacağım ama deplasman işi zor biraz, çünkü bize deplasman biletleri gelmiyor” dedi James. “Bakalım” dedim. Bu arada “Perşembe sabahı Claire Rourke’a yine LFC TV için bir röportaj vermeyi kabul eder miydim?” TABİİ Kİ EDERDİM!
...
Bu esnada biletlerin Perşembe sabahına kadar satılmayacağını açıkladı Trabzonspor. Bunun tek bir açıklaması vardı, Trabzon’a 17.5 saatlik bir yol tepip gidecektim ama elimde biletim olmayacaktı. Hadi bakalım dedim ama işi garantiye almak için çok nadir kullandığım Hürriyet kartını oynamaya çalıştım. Doğan Haber Ajansı’ndan Yunus Emre Sel’le temasa geçtim, bana basın tribününde akreditasyon ayarlayacaktı. Rahatladım. Ancak Çarşamba akşamı Yunus beni arayıp talep çok fazla olduğu için bana giriş ayarlayamayacağını söyleyince dımdızlak pozisyona devam ettim. Ama artık yol hikayesi başlamalıydı. İşler bir şekilde yoluna girerdi.
...
Perşembe sabahı şehrin merkezi Meydan’da ufak bir tur atıp kalacak yer ayarladım. Bilet satış merkezlerinden birisinde ufak kuyruk oluşmaya başlamıştı. Stadyuma gittim, “Misafir takım bileti var mı” dedim, “20 dakika sonra” dediler. 20 dakika bekledim, “Bir bakalım, belli olacak” dediler. Biarz daha bekledim, aldığım nihai cevap “Ya bu yabancı maç, misafir seyirci mi var?” oldu! Kaderime boyun eğdim, maraton tribünden bilet aldım (maç sold-out’a doğru hızla ilerliyordu) ve stadyumun içine girdim. O kadar kolay oldu ki şaşarsınız. Hürriyet kimliğimi gösterip bir kapıdan girdim, sonra iki koridora daldım ve resmen sahanın içindeydim! Kaç stada gittim bilmiyorum, ama sahanın içinde, çimlerin dibinde olduğum her an hissettiğim aynı: Nefes kesilmesi.
...
Heyecanlandığımı belli etmemeye çalışarak (çevrede çim biçme ve çizgilerin boyanması işlemleri vardı) fotoğraf çektim. Sonra da James, Claire ve adını hatırlamadığım kameramanı buldum. Röportajdan önce uzun uzun James’le sohbet ettim. Liverpool’u bu kadar yakından takip etmeme şaşırmıştı. Kewell’ın Türkiye’de bu kadar sevilmesine de çok şaşırdı. Türkiye’deki eski maçlardan da konuştuk ama hepsini hayal meyal hatırladı. Zira bütün deplasmanlara takımla beraber gidip geliyordu, yılda kaç yolculuk yaptığını düşünün siz. “Dün uçakta Hodgson’la konuşurken...” falan derken uçtum gittim. Hayallerin işi diye bir şey varsa, o bu olmalıydı. Nihayetinde sohbetimiz bitti, Claire benle röportaj yaptı, arada teklesem de yine de fena olmadı sanırım. Kayıtlara ulaştığımda mutlaka koyacağım onu buraya. Olay bitti, çocuklarla hatıra fotoğrafı çektirdim ve görüşmek üzere dedim. James tekrar tekrar teşekkür etti ve bilet ayarlayamadığı için de defalarca özür diledi. “Sorun değil” dedim, yazı içinse teşekkür etmesine gerek olmadığını, bunun benim için çok büyük bir gurur olduğunu belirttim. “Anfield’daki maçlara bilet ayarlayabilirim, gelirsen haberim olsun” diye de ekledi. “Hah” dedim, “Şimdi konuşmaya başladın!” Küçük ve sevimli bir Liverpool anahtarlığı da hediye etti bir de. Hep derim, Liverpool’un insanı candır diye. Boşuna sevmiyoruz bu takımı!
...
Otele gittim, web sitesini kontrol ettim, yazı oradaydı! Odanın içinde heyecandan oturamadığım dakikaların ardından bilgisayarın başına oturdum, linki üye olduğum tüm sosyal paylaşım sitelerine koydum ve ardından telefon çaldı. Arayan Rumen arkadaş Dan’dı. “Fazla bilet buldum hala ilgileniyor musun” dedi, “Tabii oğlum!” dedim ve odadan çıktım. Elimdeki maraton biletini şansın ve oradaki bir adamın yardımıyla hemen sattım ve bizim Liverpoolluları buldum. Bileti aldım, onlarla bir bira içtim. Bizde genelde var olan “Deplasmanlara en azılı, en psikopat adamlar gider” önyargısının aksine, çoğunluğu 50 yaşın üzerinde kelli felli adamlardı bunlar. Birkaç tanesi sitedeki yazıyı okumuştu, oradaki ilk cümleye gönderme yaparak “Hani yağmur?” diye sordu.
...
O yağmuru maçın başlamasına yarım saat kala gördük. Stad çevresinde biraz gezinip deplasman tribünü girişini buldum. Arada Trabzonlular da vardı, karşılıklı atkı, forma alışverişi, hatıra fotoğrafı çektirme ve hatta çiçek verme gibi hoş görüntüler vardı. Hep söylüyorum, Liverpool’un Türk izleyicisinin gönlündeki yeri ayrı. Takımın Chelsea ve Manchester United gibilerden farklı bir duruşu ve karakteri olduğunu anlıyor Türk taraftarı. Takımın iki kaptanının şehirde doğup büyümüş çocuklar olduğunu, en zenginler arasında olmasa da en üst seviyede kalabiliyor oluşunu ve maçlarında 3-0’dan maç alabilme gibi büyülü şeyleri gerçekleştirebildiğini takdir ediyor. Seyirci olarak ruhunu kaybetmemiş az sayıda topluluktan birisinin Liverpool taraftarları olduğunu biliyorlar. Hatta şöyle bir iddiam da var, Türkiye’de, Liverpool’un Avrupa’nın en iyi taraftarına sahip olduğu düşünülüyor ve o seviyeye sadece Türk taraftarlarının çıkabildiğine inanılıyor. Bu yüzden daha önce de bu tip maçlarda Liverpool forması yüzünden sıkıntı çekmedim, Trabzon’da da çekmeyeceğime inanıyordum. Çekmedim de.

Maç başladı. 90 civarı taraftarımız vardı, Trabzon’un 18.000’ine karşılık. Beklendiği gibi Trabzonsporlular çok iyi bir atmosfer yarattılar ama beni şaşırtan, onların ısınması için zaman geçmesiydi. Tam anlatamadım. Maçın başlangıcında hiçbir atmosfer yoktu mesela. Golle beraber coşku başladı ve devre sonuna kadar da durmadılar. Erken gelen gol, bizim zaten eksik gelmiş ve Avrupa konusunda tecrübesiz görünen kadromuz, deplasman dezavantajı derken ciddi ciddi tırstığımı söylemeliyim. Bir de delicesine yağmur eklenince (ayakkabım hala sırılsıklam) işler pek yolunda gitmiyordu diyebilirim. Ama kimin umrunda! Liverpool tribünündeydim, beraber üzülüp beraber coşabileceğim insanların arasındaydım. Bir dolu güzel insanla tanışıyordum (bir tanesinin adı Jamie idi –herhalde orada her doğan iki çocuktan birisine bu ismi veriyorlar- Liverpool’un bilet ofisinde çalışıyormuş, Anfield’a gelecek olursan haber ver dedi ve mail adresini verdi. Liverpool insanı kadar kalenderi zor bulunur efendim!) Ve çok ama çok mutluydum.

Trabzon’da deniz tarafındaki kale arkası (yönümü karıştırmıyorsam öyleydi) ve maraton çok formdaydı ama ne yaptılarsa karşı taraftaki kale arkasını gaza getiremediler. Bir de 61. dakika şovu hiç olmadı. Farklı bir şeyler planlarlar sanıyordum, ama olmadı. En sonunda yavaştan “Maç uzar mı acaba?” derken Trabzon için büyük talihsizlik olan Giray’ın kendi kalesine golü geldi. Trabzonspor gerçekten çok iyi çabalamıştı ama yavaştan oyundan düşmeye başlamıştı, bizim 15 dakika içinde yakaladığımız üçüncü pozisyondu ve gol geldi. Biz rahatladık, Trabzon dağıldı ve ikinci golü de atıp birden “bir gol atsak da kurtulsak” dediğimiz ortamda galibiyeti kutlar olmuştuk. Maç bitti ve Trabzon seyircisi hem kendi takımını, hem de bizleri alkışladı, biz de alkışla cevap verdik. Centilmen ve güzel bir tavırdı.

Maçtan sonra hayatımda ilk defa “deplasman taraftarı evsahibi stadı boşalttıktan sonra çıkar” tecrübesini de yaşadım. 90 kadar Liverpool taraftarı için üç otobüs ayrılmıştı. Otobüslere bindik, şehir merkezinde indik. Gayet rahat ve sorunsuz bir yolculuk olmuştu. Otele döndüm ve diğer Türk takımlarının skorlarını öğrendim. Fenerbahçe ve Galatasaray’ın rezaletini düşününce Liverpool karşısında Trabzonspor’un yaptığı işin büyüklüğünü daha net anladım ve Bordo-Mavililerin artık şu kura talihsizliğini kırmasını diledim. Hatta “Keşke maç berabere bitseydi de en azından puan olsaydı” da dedim. Ama olsun, Trabzon çok sağlam bir gelecek kuruyor. Üstelik bizim Liverpool’a göre çok daha oturmuş ve en azından kendi liginde formunu sürdürmesi çok büyük ihtimal. Bizim Kırmızılar ise hala geçiş aşamasında. Ama böyle dönemlerde iyi oynamadan ya da yedek kadroyla çıkılan maçlarda kazanmak moral için çok önemlidir. Öndeki iki haftada WBA ve Birmingham maçları çok çok kritik bu yüzden.
...
Sabah erkenden kalktım ve çantamı toplayıp kahvaltımı ettikten sonra otelden ayrıldım. Çok memleketler gezdim, neler gördüm görmedim ama Trabzon Havalimanı kadar 1.25 liralık bir dolmuşla binilip 6-7 dakikada ulaşılana denk gelmemiştim. Şöyle söyleyeyim, uçağım 9’daydı ve saat 7.50’de ben hala kahvaltıdaydım. Harikaydı. Ayrıca dünyanın manzarası en güzel havaalanlarından birisi de burası olmalı.
...
Korkuyla başlamış, heyecanlarla dolmuş, onca güzel insanla tanışılmış ve sıfır sorunla tamamlanmış kısa bir seyahatin ardından dönüş yolundaydım. “Otobüsle gidiş 70, uçakla dönüş 162, otel 60, bilet 100 lira. Liverpool tribününde maç izlemek paha biçilemez” şeklinde klişe esprimi içimden geçiriyordum. O anda “aslında yazıyı şimdi, uçaktayken yazsam ya” diye düşündüm. Laptop’ı çantamdan çıkarttım.

Thursday, August 26, 2010

Liverpool FC resmi sitesindeyim!

Üzgünüm, romantik bir yazı okuyacaksınız. Çünkü bu, mucizelere inanan birisinin yazısı. İnanan değil, inandırılan. Çok sevgi, katıksız, saf sevgi, istediklerinizin gerçekleşmesine yardım ediyor. Daha doğrusu, hayalini bile kuramayacak kadar güzel bulduğunuz şeyleri gerçekleştiriyor.
...
Ben, Liverpool'un 1976-2002 arası hiç uğramadığı Türkiye'ye son 8 yılda 5 defa gelmesini o sevgide buluyorum. O kadar seviyorum ki kırmızının bu tonunu, iki senede bir yolu illa buraya düşüyor Liverpool'un. O kadar seviyorum ki bu takımı, 2005'te Şampiyonlar Ligi son 16'sında en fazla şans tanınan 9. takım olmasına karşın sadece ben istediğim için birer birer rakiplerini eleyip yaklaşık 20 yıl sonra ilk defa Avrupa'nun zirvesine oturuyor Liverpool.
...
Bugün, diğerlerinden çok farklı bir rüyamı gerçekleştiriyor Liverpool. Hiç olmadığım kadar takımın bir parçası olduğumu hissettiriyor. Evet, hayal ettiğim üzere Anfield Road'a çıkıp top koşturmadım. Kritik bir maçta gol atıp Kop'a doğru da koşmadım. Hatta o stadyumda büyük bir zafer esnasında tribünde de olmadım, ya da maç günü Liverpool pub'larında bira içip maça da hazırlanmadım. Ama, bugün Liverpool FC resmi sitesindeyim. Trabzonspor-Liverpool maçı üzerine yazdığım yazı, Liverpool'un resmi internet sitesinde. Şans, tesadüf, falan... Ama bence sevgi. Bu takıma, tarihine, oyuncularına, taraftarına, renklerine duyduğum, benzersiz sevgi.

Friday, August 20, 2010

24'ü sevmenin dayanılmaz hafifliği


televizyon tarihinin en uzun soluklu casusluk-siyasi komplo temalı polisiye-macera dizisi 24, 8 sezonun ardından 24 mayıs 2010'da sona erdi.. benim içinse çarşamba akşamı..

onlarca güzel dizinin yılmaz takipçisi olageldiğim 28 yıllık hayatım boyunca sanırım yalnızca bu dizinin istisnasız her bölümünü izledim.. bu topraklarda yayınlanmaya başladığı 2002 yılından itibaren.. zaman zaman heyecanım azaldı tabi ki, "öf, hep aynı formül, benzer hikaye" deyip kızdım senaristlere.. yurtdışında oluşum nedeniyle 3. sezonun büyük bir kısmını da izlemedim hatta (daha sonra eksiğimi kapattım tabi ki..). işkencesine, şiddetine, kör gözüm parmağına cumhuriyetçi yandaşlığına da kızdım tabi ki hep.. ama sevdim işte, heyecanla, nefesimi tutarak izledim her bölümünü..

bitmek tükenmek bilmez bir heyecan ve gerilimi garanti eden dahiyane bir formatla ve izleyeni koltuğa yapıştıran, gözünü ekrandan bir an bile ayırmasını acımasızca cezalandıracak kadar dolu ve derin bir hikayeyle başlamıştı 24.. kurgusal bir devlet anti-terör birimi (CTU) ve bu birimin başındaki süper ajan jack bauer'ın, abd'nin ilk siyahi başkanı olması kuvvetle muhtemel bir senatöre (david palmer) yapılacak suikasti önleme çabası etrafında dönen hikaye, birçok yan hikayeyle ve twistle inanılmaz bir zenginliğe kavuşuyordu.. ama 24'ün televizyon dizileri açısından devrimsel nitelikteki özelliği benzersiz formatıydı: her sezon 24 bölümden oluşuyor ve sadece bir günü kapsıyordu.. olaylar gerçek zamanlı olarak aktarılıyor, dolayısıyla her bölüm tamı tamına 60 dakikada tamamlanıyordu (reklamlar dahil tabi ki, yani her bölüm net olarak 60 dakikadan az sürüyordu)..


Mükemmel bir ilk sezonun ardından yine çok iyi bir sezon izledik; 2. sezon, 24'ü 24 yapan her şeyin yerli yerinde ve derli toplu olarak arz-ı endam ettiği belki de son sezondu.. bana kalırsa, sonraki 6 sezon ilk iki sezonun mükemmeliğine yaklaşamadı bile.. özellikle, hikayenin esas olarak beyaz saray ve BM merkezli olarak ilerlediği ve yapımcıların diziyi yüksek bir noktada sonlandırmak amacıyla jack'in mücadelesinin boyutunu inanılmaz derecede büyütmesine tanık olduğumuz son iki sezonun 24 müdavimlerinde ciddi bir hayal kırıklığına neden olduğunu söylemek mümkün.. yine de dizinin 8 sezon boyunca özellikle yapım kalitesi ve oyunculuklar anlamında alışıldık seviyesini koruduğunu vurgulamak lazım..
dizinin, jack bauer karakteriyle kiefer sutherland'e hayatının rolünü kazandırdığı da bir başka gerçek.. daha önce flatliners ve dark city gibi önemli filmlerde oynamış sutherland'in gerçek patlamasını 24 ile gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla.. öte yandan, bauer karakteriyle bütünleşen sutherland'in bundan sonra yapacağı işlerde bu rolün üzerine yapışması da büyük bir olasılık.. bunun bir örneğini başrolü michael douglas'la paylaştığı vasat casus filmi "sentinel"de gördük..


24'ün bir başka özelliği de müthiş bir zenginlik arz eden "kötüleri".. bir nefeste sıralayacak olursak, rusya, iran muhalefeti, islamcı teröristler, rus ayrılıkçılar, afrikalı darbeciler, amerikalı petrol kartelleri, amerikan ordusuyla iş yapan özel askeri şirketler, sırp teröristler, abd başkanı, abd başkanının yardakçıları, abd yönetimi içindeki şer odakları, meksikalı uyuşturucu kartelleri, çin, jack'in babası, jack'in abisi, teröristlerle işbirliği yapan güzel kadınlar, iyiyken kötü olanlar vb.. eh, eğlenceli değil mi?

yerli yersiz tüm eleştirilere rağmen 24 ömrünü başarılı bir şekilde tamamladı ve gelecekte de bir fenomen olarak hatırlanacak.. tıpkı görevimiz tehlike gibi.. sonuçta bir dizi kendisini 8 sezon boyunca (hem de öyle 10-12 bölümlük minik sezonlar değil, sezon başına dolu dolu 24 bölümden bahsediyoruz) neredeyse istikrarlı bir şekilde milyonlarca insana izletebiliyorsa, o dizinin çok başarılı olduğunu söylemek abartılı olmaz sanırım..

evet, 24 dizisi sona erdi, ama önümüzdeki 1-2 sene içinde bir sinema filminin yapılmasına kesin gözüyle bakılıyor.. evet, jack yine komploları açığa çıkaracak, koskoca başkanları alaşağı edecek, bol bol yaralanacak, sevdiklerini kaybedecek, koca koca devletler savaşın eşiğine gelecek ve tabi ki arada binlerce insan ölecek.. şimdiden heyecanlanmakta utanılacak bir şey yok değil mi..

Wednesday, August 18, 2010

2010'da şimdiye kadar..

2010'da bugüne kadar yayımlanmış albümler arasında öne çıkanlara bir göz atalım hep beraber:

-
- Wolf Parade - "Expo 86"

- Beach House - "Teen Dream"

- Arcade Fire - "The Suburbs"
-

- The National - "High Violet"

- Wild Nothing - "Gemini"


- Tindersticks - "Falling Down a Mountain"

- Midlake - "Courage of Others"

- Menomena - "Mines"

- The Morning Benders - "Big Echo"


- Maximo Park - "Quicken the Heart"

- LCD Soundsystem - "This is Happening"

- Emeralds - "Does it Look Like I'm Here?"

- The Drums - "The Drums"

- Fang Island - "Fang Island"

- MGMT - "Congratulations"

- Paul Weller - "Wake Up the Nation"

- Vampire Weekend - "Contra"

- Male Bonding - "Nothing Hurts"
-
- Tame Impala - "Innerspeaker"

--------

Hemen etkisini gösteren: "Expo 86"
Uzun süre kafa yorulması gereken: "The Suburbs"
Usul usul keyif veren: "Big Echo"
İnsanı hafif bir yorgan gibi şefkatle saran: "Gemini"
Minör hayalkırıklığı: "Contra"
Dev hayalkırıklığı: Yeasayer - "Odd Blood"

Tuesday, August 10, 2010

kevin bacon'dan u2'ya dair

"My teenage son is a hardcore punk fan and I took him to see U2 in Anaheim, California. That's like going to see them in Disneyland so you can imagine he was reticent to say the least. But afterwards, he said, You know, that was really powerful. If they can convince a teenager who's into bands called Anal Cunt then they can convince anyone."
...
"Oğlum hardcore punk dinliyor ve onu bir gün Anaheim, California'daki U2 konserine götürdüm. Tabii bu onun için Disneyland'e gitmek gibi bir şeydi o yüzden bu konuda pek konuşmadığını tahmin edersiniz. Ama konserden sonra şöyle dedi bana: 'Bu çok güçlü bir konserdi.' Eğer Anal Cunt isimli grupları seven bir genci ikna edebiliyorlarsa, herkesi ikna edebilirler."
...
Kevin Bacon'ın Q'ya verdiği bir röportajdan. Bacon büyük bir U2 hayranı. Belli ki artık oğlu da öyle!

Monday, August 9, 2010

prematüre interpol

belki arcade fire'a yoğunlaştığımdandır, interpol'ün yeni albümü "interpol"ün internete (çıkış tarihinden iki ay kadar önce) sızmasını yeni fark ettim. halbuki bir hafta geçmiş. ilk başta arada kaldım, zira en azından bir ayımı "the suburbs"e ayırmak istiyordum ve mecbur kalmadıkça başka bir kayıt dinlemeyecektim. ama bu da interpol. 2000'ler indie rock'ında kalbimizin tam ortasına düşen ilk grup. dayanamadım, bir heyecan indirdim. arcade fire'a ara vermek konusunda bir istisna yapılacaksa bu ancak interpol için olabilirdi.
...
dinlemeye başladım... ve sadece üç şarkı dayanabildim. bu blog'un adı çekme kaset, ama bu kadar düşük ses kalitesini kaldırmıyor artık kulaklarımız. aklınıza gelen en kötü kayıtlı kasedi düşünün, öyle bir ayarda. "yeter" dedim, hem albüme, hem de kulağıma yazık etmenin anlamı yoktu.

ben böylesine basit bir tercih yapıp albümün resmi çıkış tarihini bekledim ama interpol'ün diehard hayranları kara kara düşünmeye başladı. argümanları şu: kötü br kayıtla ortaya düşen ve zaten alışması zor bir albüm olacağı söylenen "interpol," grup için çok kötü bir referans oluşturacak. haksız değiller. piyasaya erken düşmüş bazı albümlerin grupların işini nasıl kolaylaştırdığını yazmıştık daha önce burada. interpol için ise bir sıkıntı yaratacağı muhakkak.
...
galiba interpol hayranlarını karamsarlığa iten tek sebep bu "sızma" değil. daha iki ay önce carlos d. ayrılmıştı gruptan. interpol'ün zarif ve imajına kraftwerk'vari bir soğukluk katan adamdı carlos. onun yokluğunda david pajo (slint) ve brandon curtis (secret machines) gibi iki klas basçı konserlerde çalacaklar ama uzun vadede carlos'un yeri dolar mı, onu kestirmek zor.

bir de "antics" ve "our love to admire"ın arkasından göreceli bir profil düşmesi yaşandığını, amerika'da birçok indie rock grubu artık billboard'da at koşturur, festivallerin headliner'lığını yaparken interpol'ün 2000'lerin başındaki konumundan uzaklaştığını düşünüyor hayranlar. biz karamsarlığa kapılmayalım yine, ama "bu yaz sadece üç konserleri sold-out oldu ki ikisinde u2'nun ön grubuydular" diye sızlanan hayranların sesleri de aklımızın bir köşesinde dursun şimdilik.