Monday, December 29, 2014

2014'ün En İyi Şarkıları

Her yıl listeler yapıyor, burada paylaşıyoruz, ama itiraf etmeliyim ki bugüne kadar en çok eğlendiğim ve en fazla geri dönüş aldığım liste geçen yılki 2013'ün en iyi şarkıları listesiydi. Müzik dinleme biçimlerimiz değişiyor, elbette müzik yazma ve onu paylaşma biçimlerimiz de. Arka arkaya dizilmiş 50 tane albüm ismi muhtemelen çoğunuzda bir bıkkınlık yaratıyordur. Ama en iyi şarkılar bunlar deyip onları size vermek blogu iki boyutlu olmaktan da kurtarıyor, isteyenin yanında taşıyabileceği, birlikte otobüse, vapura, metrobüse binebileceği hale getiriyor.


Benim için 2014'ün en iyi şarkıları böyleydi. Çok sevdiğim üç-beş albüme torpil geçip 114 şarkılık listeyi onlarla doldurmamak istemedim, ancak birkaç tanesinden ikişer şarkı aldım. Streaming servislerine savaş açmış olan Taylor Swift ('Blank Space'), The Black Keys ('Weight Of Love') ve Morrissey ('Istanbul') maalesef bu çekme kasete giremedi. Kalanları sıralayacak değilim, geçen yıl en sevdiğim 10 şarkı ve gerisi diye dizmiştim. Bu yıl onu da yapmayacağım. Sadece The War On Drugs'ın 'Red Eyes'ı, FKA Twigs'in 'Two Weeks'i, St. Vincent'ın 'Prince Johnny'si ve özellikle Sharon Van Etten'ın 'Tarifa'sı bu yıl en bayıldığım şarkılardı.

Bir de bu liste geçen yıl olduğu gibi yine uzun bir set olarak düşünüldü, iyiden kötüye ya da kötüden iyiye bir diziliş söz konusu değil. Bir insanın bunu yedi buçuk saat boyunca dinlemeyeceğini biliyorum ama ben yine de onu hayal ederek dizdim. Bir hikayesi olsun, ortalama başlasın, yükselsin, hafif dinlendirsin, sonra bir daha yükseltsin, sonra yere bıraksın. Neyse, bunu anlatmaya gerek yok, bundan sonra bu hikaye dinleyenlerindir. 2014'e dair 114 güzel şarkı ne hikaye anlatıyorsa.

Not: Listeyi yayınladıktan sonra Kubilay Kahveci üşenmemiş, Spotify versiyonunu da yapmış. Hizmette sınır yoktur diyerek onu da paylaşmak boynumuzun borcu.


Monday, November 17, 2014

"Interstellar" ve bilimkurguyu neden seviyoruz..



Sinemada bilimkurgu nedir? Uzay gemileri, yaratıklar, robotlar, klonlar, uzaylılar, kara delikler vs. Ama en çok da hayal gücü, gizem, bilinmeyene doğru yürekli bir yolculuk..

Christopher Nolan "Interstellar"ını izledik bu akşam. Kafamdaki bilimkurgu idealine bu kadar yakın bir film izlemeyeli epey olmuştu, tam olarak 5 yıl aslında, "Moon"dan beri. Aslında Prometheus da epey yaklaşmıştı ama tam adını koyamadığım bir şeyler eksikti o filmde, neyse..

"Moon" ne kadar küçük bir bilimkurgu filmiyse, "Interstellar" da o kadar büyük bir film; geniş mısır tarlalarıyla karşılaştığınız ilk sahnelerden itibaren anlıyorsunuz bunu. Ama büyüklüğüyle izleyici bunaltmayan, sindirmeyen bir film aynı zamanda. Merak etmeyin, spoiler vermeyeceğim.

Meramım şu: bilimkurguyu tam bu gibi filmler için ve onlar sayesinde seviyoruz, seviyorum. Bize, şu küçük dünyamızın çok ötesinde keşfedilmeyi bekleyen katrilyonlarca yıldız, gezegen, sistem, galaksi, kara delik, uydu, kuyruklu yıldız, hatta canlı olduğunu hatırlattığı için. Şu evrendeki anlamsız ya da tam aksine, devasa önemi haiz varlığımızın nedenini sorgulamayı unutmamamızı sağladığı için. Gündelik hayatın akıntısı içinde sık sık ihmal ettiğimiz hayal gücümüzü tetiklediği, hayat ve evren hakkında cehaletimizi yüzümüze vurup müzmin sözelcileri bile fizik ve matematiğin büyüleyici derinliklerinde kaybolmaya teşvik ettiği için. İyi bilimkurguyu, kolay kolay sorulamayanı sormaya, insanoğlunun en ciddi sorunlarına çözüm bulmaya ve en heyecanlı meraklarına yanıt vermeye cesaret edebildiği için seviyoruz, bunları yaparken kusurlu olmaya mahkum olsa da.

İyi bilimkurguda mutlak iyiler ve mutlak kötüler yoktur; grinin milyonlarca farklı tonundan oluşur bilimkurgu. Ya "neden" diye sorgulayan karakterlerle yürür, ya da bu sorgulama dolaylı olarak seyirci üzerinden yapılır. Bilimkurgu filmi izlerken ilk kural "gerçek" ve "doğru" algımızı duraklatmaktır - bu filme haksızlık yapmamak adına olduğu kadar, hayal gücümüzü serbest bırakmak için de gereklidir. İyi bilimkurgu filmi de zaten sizi yönlendirmeye çalışmaz aslında; evet, bilimsel olanla ilgili olarak bildiklerimizi 2-3 saatliğine unutmamızı rica eder ve kendi yorumunu koyar önümüze, ama hiçbir zaman "tek sonuç budur, sinemadan çıkarken filme dair aklınızda sadece bu yorum kalmalı" demez. Kendi yorumunuzu getirmenizi ister; dahası, buna mecburdur. Size yorum yaptıramamışsa, alternatif okumaları kışkırtamamışsa başarısızlığa mahkumdur çünkü.

En sevdiğim bilimkurgu filmlerini düşündüğüm zaman aklıma bunlar geliyor işte. "Alien"ı, yaratığın insanları öldürüşüne hayranlık duyduğumuz için beğenmedik mesela; o yaratığın orada ne işi olduğunu, "şirket"in derdinin ne olduğunu merak ettiğimiz için sevdik. "Blade Runner"ın meselesi iyi insanlarla kötü robotların mücadelesi değildi; insanı insan yapanın ne olduğunu sorgulamamızdı beklenen.. "2001: A Space Odyssey" köklerimize, evrimimize kışkırtıcı bir yorum getirdiği için bir klasik oldu. Kesinlikle mükemmel olmayan "Interstellar" da bilimkurgu klasiklerinin yanındaki yerini işte bu nedenle alacak: merak ettiği, sorguladığı ve daha ileriye gitmeye cesaret edebildiği için.

Wednesday, September 17, 2014

Edinburgh: En sevdiğim

Londra benim favori şehrimdi, Edinburgh'yı görene kadar. Hepi topu iki defa gittim, o iki gidişin toplamı bir hafta bile etmez. Ama gördüğüm kadarı yetti. İskoçya'nın başkenti kadar güzel, tarihi, keyifli, insanı güzel, ortamı tatlı, yeşil, kasmayan şehir görmedim. Yani belki görmüşümdür, ama Edinburgh'nın bana verdiği tatmini, rahatlık hissini başka bir yerde görmedim.

İstedim ki Edinburgh'yı yazayım, İskoçlar "Tamam mı, devam mı?" diye sandığa giderken bu şehirden bir parça Çekme Kaset'te olsun. Ama sonra yazı yerine fotoğraflarımı koyayım, onlar üzerinden gideyim dedim. Nasıl olsa yazıları kimse okumuyor.

Bu, muhteşem Edinburgh Kalesi. Eski Şehir'in tam ortasında duruyor. Ona doğru yürüyerek çıkarken adım adım şehrin manzarası güzelleşecek, en sonunda buraya ulaştığınızda tüm şehre hakim olacaksınız. Sonra buradaki işiniz bittiğinde yavaş yavaş Royal Mile'dan yürüyeceksiniz. Royal Mile, gerçekten de Kraliçe'nin kullandığı yol olduğu için bu isme sahip. Barları, pub'ları, hediyelik eşya dükkanlarıyla tam bir turist merkezi. 


Bunun arkasında güzel bir hikaye var. 24 Mayıs 2013 günü bu parka oturdum ve bir tweet attım: Medeniyet dediğin, hava güzelse insanların şöyle parka gidebilmesi aslında, atla deve değil. Olaydan bir hafta sonra hepimiz Gezi Parkı'ndaydık. İçime doğmuş herhalde. Ya da hepimiz medeniyete öyle susamışız. (Tweet bu)
Edinburgh, Britanya'da bulacağınız en eski binaların bir kısmını içeriyor. Hikaye şu, eski Londra'nın merkezinin neredeyse tamamı 1666'daki büyük yangında gitmiş, dolayısıyla oralarda gördüğünüz, birkaç yüzyıllık "yeni" binalar. Ama Edinburgh'da çok daha geriye gidebiliyorsunuz. Sokaklarında çok daha fazla hikaye var bu yüzden. 

 Royal Mile 

National Museum of Scotland çok keyifli bir yer. İskoçların kökenlerini görüyorsunuz ama popüler kültüre dair ögeler de var. Örneğin "Ünlü İskoçlar" bölümüne geldiğinizde Jackie Stewart'ı ya da Amy MacDonald'ı görüyorsunuz, keyifli oluyor. 
Gecelere akacaksanız yine Old Town civarındaki pub'lar keyifli. Hemen hepsinde canlı müzik var, ya da o gün rugby veya futbol varsa onları da izliyorsunuz. Ama önce Old Town'daki Bread Street üzerinde bulunan Pulp Fiction'a uğrayacaksınız. Dünyadaki en tatlı kitabevi olabilir. Güzel rock müzik çalınıyor, kitaplar güzel, kahve güzel. Girip otursanız ve saatlerce kalkmasanız size kimse bir şey demez. Mutlaka görün. Oradan çıkınca yüksek müzik isterseniz Cabaret Voltaire'de canlı müzik, Electric Circus ve The Liquid Room'da partiler oluyor. Takılabilirsiniz. Cowgate Street'te daha ziyade öğrenci mekanları, Grassmarket'ta daha ziyade hip ortamları bulabilirsiniz (ki Grassmarket'a hiçbir yere oturmasanız bile gitmelisiniz, yukarı doğru çıkan, renkli ve olağanüstü güzel bir sokak bu). 

Bu da en sevdiğim plakçı. Hem çok güzel plaklar var, hem çok ucuz. Londra'da alabileceğinizden birkaç paund ucuza alabiliyorsunuz. 

Bir ay önce Galler'deydim, Green Man festivali için. İskoçya'nın kullandığı paralar, İngiltere'den farklı, belki biliyorsunuzdur. Değeri aynı, hepsi de geçiyor, ama işte, arka yüzü, rengi falan farklı. Bir 5 paund yanımda kalmıştı o seyahatten, bu gidişte harcarım dedim. Festivalde "Bu geçiyor mu?" diye sordum, çocuk soruyu garipsedi, "Tabii ki" dedi. Bu seçimin sonrasında o para artık İngiltere'de geçmeyebilir. İskoçya'nın güzel insanları ne yaparlarsa yapsınlar, hayırlı olsun. Ben gerekirse Birleşik Krallık, gerekirse Schengen, gerekirse de İskoçya vizesi alır yine giderim oralara. Yine yanıma bir İskoç gelir ve muhabbeti açar. Hibernian'dan, İngiltere'den, Türkiye'nin güneyinden konuşuruz. "İskoççayla aran nasıl?" diye sorar birisi. "Çünkü bizim konuştuğumuz İngilizce değil, İskoçça." Yine bir etek (kilt) almaya niyetlenirim, yine çok pahalı gelir, almam. Çünkü orada gerçekten gençler bara giderken de etek giyebiliyorlar ve nasıl oluyorsa hiç üşümüyorlar. Neyse, bana o kadar yakışmaz zaten. 

Thursday, September 11, 2014

En Dostane Festival: Green Man

Hatırlayan vardır, 2011'de Glastonbury'ye gittiğimde mini bir proje yapmıştım. İzlediğim her performanstan 20-30 saniyeyi arka arkaya ekleyecek ve kendi Glasto tecrübemi paylaşacaktım. Festival bitti, anılar kaldı ve o videonun da en azından kişisel tarihe not düşme olarak bir faydası oldu.

Benzer bir şeyi geçen ay Galler'deki Green Man festivaline giderken de planladım, ama bu sefer aklımda daha kısa bir klip vardı. Angel Olsen'ın "Forgiven/Forgotten"ı, neden bilmiyorum, gitmeden çok önce benim için festivali düşündükçe kafamda çalan müzikti. Daha Galler'e gitmeden fon müziğimi bulmuştum yani. Sonra oturdum, süre güzel bir kısıtlayıcı etki yarattı ve bence daha keyifli, daha kolay izlenecek ve tüketilecek bir toplam oldu.

Festival yazımda belirttiğim gibi, Green Man gezegendeki en yeşil, en dostane festival olabilir. Oradaki keyfi, mutluluğu yansıtabildiğimi umuyorum. Keyifli izlemeler.


Tuesday, August 26, 2014

Green Man: Yazın en yeşil festivali

Bristol'dan Galler'e giden bir yolda eski bir Renault Megane'ın içindeyiz. Ben, Helen ve Felix. Helen, arabanın sahibi, Bristol'da yaşayan 40'larında bir kadın. Çalışıyor ama dünyayı epeyce gezmiş, kendisi küçükken babası aynı anda iki iş teklifi almış: Biri Bahamalar'da, diğeri Cornwall'da. Bahamalar'ı kabul etmediği için babasına hala kızgın! Felix ise Londralı ama Bristol'da okuyor, aynı zamanda müzisyen. Bright Eyes ve Neutral Milk Hotel seviyor. Annesi müzik yazarı olduğu için benim gibi basın kapısından giriş yapabilecek. Yolda kaset çalarlı eski bir arabada müzik dinliyoruz. Ben onlara hikayemi anlatıyorum, onlar bana. Tanışıyor değiliz, araba paylaşma sitesi gocarshare.com üzerinden denk gelmişiz ama gittiğimiz yer aynı, dolayısıyla pek çok konuda örtüşüyoruz. Bu yaz pek çok kere dediğim gibi, aynı yerde doğduğum insanlarla değil, aynı müziği sevdiğim insanlarla aynı ülkedenim ben. Üç tane hemşehri, bir arabada, Green Man'e gidiyoruz. 

Green Man son yıllarda yükselişte olan, ama Britanya dışında çok bilinen bir festival değil. Bilinçli şekilde orta ölçekte tutuluyor, 15-20 bin civarında bilet satılıp sold-out oluyor. Glastonbury'nin ütopik kültürü, Reading'in teenage festivali oluşu gibi, Green Man de kendini en "dost canlısı" festival olarak tanımlıyor. Harika müzik, büyüleyici atmosfer, nefis yemek, bolca aile görüyorsunuz Green Man'de. Glastonbury'de de çoluk çocuk gelen aileler görmüştüm, ama Green Man'deki kadar çok çocuğun olduğu bir festival görmedim. Uzaktan bunu duyduğumda yadırgamıştım, ama festivalde bunu görünce bunun içerideki sıcaklığı artıran bir unsur olduğunu düşündüm. Çocuklar için oyun alanları, sirkler, el işi çadırları, eğitici bilim standları, ya da uçsuz bucaksız çim gibi yerler var içeride. Bunlar sadece çocuklar için değil ama. İstediğiniz gibi siz de hulahop çeviriyor, top oynayabiliyor ya da plaktan saat yapmayı öğreniyorsunuz. İsterseniz filminizi izlemek için Cinedrome çadırına geçiyorsunuz, isterseniz komedi performanslarını ya da söyleşileri izlemek için Talking Shop'a. İkinci elcilerden, el işi eşya yapıp satanlara kadar alışveriş de yapıyorsunuz. Dükkanlardan yemeklere her şey yerel, "corporate" hiçbir şey yok. 

Bu anlattıklarım, Green Man'i müziğin ötesinde tecrübe edilecek, bir müzik festivalinden çok bir şenlik havasına çeviren unsurlar. Ama elbette Green Man'e yolumu düşüren müzikti. Ülkenin berbat gündemiyle geçen bahar aylarında "yazın bir festival bulsam da gitsem" araştırmalarım sırasında denk geldiğim ve beni en çok ferahlatan line-up buradaydı. Son yıllarda en sevdiğim kadın sanatçılar Neko Case, Sharon Van Etten, Anna Calvi ve Angel Olsen (bir St. Vincent eksikti!) bir yandan, belki de en çok değer verdiğim iki reunion olan Neutral Milk Hotel ve Slint bir yandan. Artı bu yılın parlakları The War On Drugs, Mac DeMarco ve daha pek çoğu... Tarih, fiyat, vize gibi konularda en optimum olan festival buydu zaten, akreditasyon geldikten sonra Avrupa'nın diğer köşelerindeki tüm ihtimalleri eledim. 
Aslında ilk planım biraz Galler'i de gezecek kadar bir iki gün erken gelmekti ama beni vazgeçiren bir iki unsur oldu. Birisi fazladan otel parası bayılacak olmak, ikincisi kamp gereçleri ve kocaman sırt çantasıyla fazladan birkaç tren in-bini yapmamak, üçüncüsü de tam 10 gün boyunca yağmur gösteren Galler havası! Neyse, festivalin başlayacağı sabah düştüm yola. Ve bir şekilde Helen'ın arabasındaydım. Adalılara göre normal, bana ise rüya gibi gelen yollardan, dağlardan geçtikten sonra festival alanına birkaç kilometre kala bir grup polis tarafından durdurulduk. "Son yıllarda festivalde uyuşturucu kullnımı çok arttı o yüzden biz de önlemleri artırdık. Şimdi, eğer uyuşturucu maddeniz varsa bize söylerseniz bir şey olmadan geçip gidersiniz. Ama yok derseniz ve köpek bulursa tutuklanırsınız." Ulan ben temiz geldim ama polise zaten alerjiğiz, bir de gazetede yazarken bile ürktüğüm "arrested" kelimesini bana bakarak söylüyor keltoş polis. Yılda bir iki gün nefes alalım diye festivallere kaçıyoruz, burada da mı buldun beni otorite? Hayır, Türkiye'de uyuşturucu çok daha büyük suçtur ama polisin köpekle araması falan, tuhaf durumlar. Sonra polis beni geçti ve Felix'e kuruldu. Felix'in muhabbetinden arada bir takılan bir eleman olduğunu tahmin etmek zor değil ama insan "Ulan eleman bizi de yakar mı?" diye düşünüyor. Polis de Felix'e psikolojik baskı kurmaya çalışıyor falan, tuhaf durumlar. Neyse, arabadan çıktık, köpek girdi, sağı solu kokladı çıktı. Arabaya tekrar bindiğimizde hislerimizin ortak olduğunu gördük. "Ulan temiziz ama köpek bu, çantaya bir koku sinmiştir bir şey olur, al başına belayı." Sonunda Helen ve Felix'in ortak fikri, Galler'de pek bir olay olmadığı için polislerin kendilerince fazla gaza geldiği oldu. "Hot Fuzz" olayı gibi, ama tam ters yani. 

Kendimi dört gün yağmura hazırlayarak gitmiştim, ama bir isteğim vardı, çadırı kurana kadar yağmur yağmasın. Tam tersi oldu. Çadırı kurarken sağlam yağmur yedim ve eşyalarımın büyük çoğunluğu ıslandı, ama kalan günlerin tamamı neredeyse kupkuruydu. Buna şükretmeli. Artı, 2006 ya da 2007'deki Rock N Coke'ta kocaman bir çadırı devasa yağmur altında (nasıl yaptığımı hala bilemediğim şekilde) kurduğumdan beri kendimi bu konularda kompetan görüyorum. Rock En Seine'in sıcağı, Glastonbury'nin rüzgarı yıkamamış beni, Green Man'in yağmuru mu bitirecek heheyt! Çadırı kurduktan sonra güneş tepeden göründü ben eşyalarımı ve kendimi kurumaya bıraktıktan ve biraz dinlendikten sonra festival alanına doğru geçtim. Perşembe günü keşif günüdür. Ana sahne açılmamıştır, standlar yeni kuruluyordur ve bazı sahnelerde güzel müzikler vardır. O güzel müziklerin bir kısmı Jimi Goodwin imzalıydı. Doves'un has elemanı Jimi Baba, "Odludek" albümüyle solo kariyerine başlamıştı. Doves da iki başyapıttan sonra iki albümde orta şeker gitmişti, bir de Goodwin "Bu eski grubum Doves'tan bir şarkı" diyerek iyice üzdü. Ama çaldığı şarkının "The Sulphur Man" olması, üzerine de "The Last Broadcast" patlatması mutlu etti. "Odludek" de temiz albüm olmuş, Doves'un zirve günleri tadında değil, ama babanın sesi kıvamında. Akşamın olayı ise The Waterboys. 2012'de Rock En Seine'de izlemek beni çok heyecanlandırmıştı. Şimdi bucket list'imde değiller, ama sahnede hala harikalar. Mike Scott baba seyirciyle nefis iletişim kuruyor, bir şarkıya doğaçlama bir monolog ekleyerek performansı adeta kabareye yaklaştırıyor. Anlattığı hikayede kendisi Green Man'e sevgilisiyle gelmiş bir adam, sevgilisiyle birlikte oluyor, ama sonrasında "Ah, hayır, bunu ikinci defa yapamam çünkü Far Out Stage'de The Waterboys var. Biliyorum sen pek sevmezsin ama bence fena değiller" diyor! Scott'ı ilk izlediğimde efsane "The Whole Of The Moon"u tam bir gün önce ölen Neil Armstrong'a adamıştı. Bu sefer de acı tesadüf, şarkıyı Robin Williams'a adıyor: "Too high, too far and too fuckin' soon" deyişi tam Williams'a cuk oturdu. 

Cuma sabahı festivalin en güzel zamanlarındandır. Daha yükselişteyizdir, zirveye çok vardır. Niyetim erken gruplara uzaktan bakmaktı, zira öğleden sonra festivalin basın mensupları için tertiplediği tanışma organizasyonu vardı. Ayıptır söylemesi, 11.30'da çıkan Wildest Dreams'i geç uyandığım için tuvalet ve lavabo kuyruklarındayken kaçırdım. Ana sahne olan Mountain Stage'in açılışı için güzel gidermiş. İyi albüm yapmış DJ Harvey ve tayfası, başka bir yerde yakalamak eğlenceli olabilir. Sonra Highasakite geldi, müziklerini seviyorum ama o hava ve saat için biraz fazla ağırdı kanımca. Britanyalı folk veteranı Michael Chapman babaya biraz bakıp arkaya geçtim. Genelde insanlarla tanışma konusunda pek iyi değilimdir ama neyseki Adalılar söylenenlerin aksine çok sıcakkanlı insanlar. Net olarak konuşmayı çok seviyorlar. Eh, benim de Türkiye'den geliyor oluşum müthiş bir "ice-breaker" çünkü yanılmıyorsam Britanya dışından kalkıp gelen başka bir gazeteci yok benim dışımda. God is in the TV'den bir kızla tanıştım, "Bu beşinci festivalim" dedi, Green Man'e beşinci defa geldiğini anlıyorum. Hayır, beş hafta sonu üst üste başka festivallere gidiyormuş! Bir yerden sonra zor geldiğini anlattı, eve gidip bir-iki gün kalıp çıkmak ve çadırlara dönmek zor geliyor dedi, doğrudur. Ama uzaktan nefis geldi kulağa. Arkada bize ayrılan biraların sonuna geldikten sonra festival alanına döndüm. Azıcık Tunng izledim, beklediğimden enerjiklerdi. Ama öğleden sonra güneşininin altında, hazır biradan çarpılmışken olabilecek en güzel müzik Jonathan Wilson'dan geldi. Hep derim, bir festivalde psychedelik lazımdır. Sen içeceksin, gitar melodileri uzayacak, (olumlu anlamda) içini bayacak, beynini bulandıracak... Wilson sonrasında bir parça kendime gelmem gerekti ama, çünkü Sun Kil Moon çıkacaktı. Mark Kozelek bu yılın en iyi albümlerinden birisini yaptı, malum. Sahnenin kenarına geçti, diğer grup üyeleri diğer köşede. Oturdu, çaldı. Yüzü hep asık, sert bir personası var. Bu adamı kızdırmak istemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Birkaç şarkı sonra seyirciyle ilk temasını kurdu: "Jabberwocky iptal edildi. Ve çok mutluyum. Çünkü yoruldum. Dolayısıyla bu haftasonunu burada geçirebilirim. Arada takılırım, içerim ve birileriyle yatmaya çalışırım. Ama beceremem..." Sonra da kameraya dönüp "Bu kısmı çıkartın" dedi, dudağının kenarına küçük bir gülümseme oturdu. Şarkıları bazen kaldırması güç gelecek kadar ağır, belki de bunu dengelemek için mizah da kişiliğinin bir parçası olmuş. Arada gitar çalmadığı şarkılarda ayağa kalktı, (sanırım) votka şişesini kafasına dikti. Çaldı, söyledi. Etkileyiciydi. Bir ara seyircilere baktı, "Ne kadar çok beyaz insansınız" deyip güldü. 

Performansın ardından bir bira almaya gittim. Festivale herkes kendi birasını getirdiğinden olacak, bar sayısı azdı. Ama yine de çok kuyruk oluşuyordu. Çok uzun sakallı, tahminen 50'li yaşlarında bir adam "Çekilin, ben alkoliğim" diye bağırdı, sonra bana gülümseyip "Yok, işe yaramıyormuş" dedi. Ayaküstü muhabbet ettik. Galliymiş, hatta festival alanına 50-60 kilometre mesafeden gelmiş. Geçen yıllarda İstanbul'u görmüş, hayran kalmış. "Katman katman tarih var" dedi. Sonra bana bir bira ısmarladı, misafirverlikten olacak. Ada insanına bir kez daha ısındım. Bira demişken, Green Man'de bir de Ale ve Cider Festivali vardı. 50'şer çeşit Ale ve Cider satıştaydı! Hepsini deneyen oldu mu bilmiyorum ama ben beş tane ale denedim. Sonra ana sahnede Augustines çıktı, Amerikalı enerjik bir grup, daha önceden dinlememiştim. İkinci sahne olan Far Out'ta Toy ve Poliça arka arkaya çıkıyordu, onlara pek bakmadım. Üçüncü sahne sayılabilecek Walled Garden'da Leeds'li Adult Jazz vardı. İlk albümlerini gelmeden dinlemiştim, iyi çocuklar, iyi de çaldılar, ama albümlerindeki "sessizlik" sahnede yerini biraz daha "jenerik" bir indie rock sound'una bırakmış. Stüdyodaki sahneye her zaman kusursuz tercüme edilemeyebiliyor. Gece kapanışta her iki sahnede epeyi iyi bir dörtlü var: Daughter ile Mac DeMarco, Beirut ile Caribou çakışıyor. Önce biraz Daughter, sonra Mac DeMarco'ya geçiyorum. Daughter kişisel ve sakin müziğine karşın büyük sahneyi tahminimden iyi kaldırdı. Britanya'da da epeyi büyümüşler. Mac DeMarco tahminimden daha az kalabalık, ama epeyi iyi çalıyorlar. Şarkılar arasında grup üyeleriyle muhabbetleri de komik. Beirut için biraz yorgundum, önceden de izlediğim için biraz bakıp kaçtım. Şimdi düşününce aslında Caribou'da kalmalıydım ama yorgundum ve 45 dakika beklemem gerekiyordu, bekleyemedim. Hele Caribou'dan sonra The 2 Bears da vardı ama olmadı. Belki biraz kahve ya da Red Bull falan alıp kendimi canlandırmayı deneyebilirdim. Bir dahaki sefere artık. 

Cumartesi festivalin büyük günü. Kişisel highlight'larımın büyük bölümü bugün çıkacaktı. Artı, iki gün tek tabanca takıldıktan sonra Londra'dan arkadaşım Onur da bana katılacaktı. Normalde yalnız tatil yapmayı ya da festivale gitmeyi seviyorum. Ama bir noktada insan paylaşmak istiyor. Cumartesi sabahının ilk isimleri Georgia Ruth ve Zachary Cole'u neden kaçırdığımı hatırlıyorum: İki günden sonra basın çadırında wi-fi yeniden çalışmaya başladı ve o gün Premier Lig başladığı için fantezi futbol takımımı kurmaya çalıştım. Mutual Benefit'e yemek yerken uzaktan baktık, ama Angel Olsen'la birlikte artık yaklaşma vakti geldi. Angel'ın sahne elektriği buz gibi. Tek kaşı havada, arada ufak gülümsemeler dışında ifadesiz bir yüzle söylüyor. Gerçekte daha güzel, hatta Emma Stone'a benziyor. Pek konuşmadı ama konuştuğunda "Siz hiç bir festivalde çaldınız mı? Biz çaldık. Hatta hala çalıyoruz, o yüzden bu alkışları hak ettik" gibi şeyler söyledi, dolayısıyla söylemese daha iyiydi. Ama olsun, müziği güzeldi, kendisi güzel söyledi, grubu iyi çaldı. Ardından Neko Case vardı ama önce sahneye bir adam çıktı. Elleri titreyerek tuttuğu kağıttan bir hikaye anlatmaya başladı. Birkaç yıl önce bu festivalde tanıştığı bir kızla ilişkisini anlattı. Evet, sonra kızı sahneye çağırdı, diz çöktü ve evlenme teklif etti. Harika bir andı, izleyicilerden pek çoğunun da gözlerinin dolduğunu bizzat gördüm. Sonra Neko Case çıktı, "Böyle bir şeyin nasıl üstüne çıkarsınız ki?" diye sordu. Neko'yu ne kadar sevdiğimi bu blogun sadık okuyucuları bilirler, ama bence kendisinin düzenli dinleyicisi olmayan kitleyi de kazanmayı başardılar. Geri vokalisti Kelly Hogan'ın seyircilerle diyaloğu her zaman olduğu gibi iletişimin çok özel bir parçası. Neko'nun da keyfi yerindeydi. 15 aylık uzun bir turnenin son konseriydi bu. Tüm grup rahatlamış görünüyordu, yine ağırlıklı olarak son üç albümden çaldılar. Aralık ayında Neko'nun peşinden Almanya'ya gitmiştim, demek ki o kadar acele etmeye gerek yokmuş, ama konserleri o kadar su gibi, şarkıları o kadar güzel ki, 3-4 kere olsa daha izlerim. Bir sonraki albüm için arayı bu kadar uzun tutmasın da. The Walkmen'i çok severim, Hamilton Leithauser'ın da ilk albümünü beğendim. Leithauser sahnede tam bir beyefendi. Üç sene önce Glastonbury sahnesinde de çok jantiydi, tüm çamurun içinde parlamıştı, şimdi de öyle oldu. Akşamüstüne yakıştı. 

Ardından Sharon Van Etten geliyordu ki, benim için festivalin zirvelerindendi. "Are We There" çok güzel albüm, ama ilk dinlediğime göre sürekli güzelleşiyor, derinleşiyor. "Tarifa" bu yıl en çok dinlediğim şarkı olacak gibi görünüyor mesela. Büyük ölçüde son albümden çaldı, iyi de etti. Şarkılarının ağır melankolik havasını yaptığı tuhaf esprilerle dağıttıysa da çok şekerdi, çok sempatikti, çok güzeldi. Son şarkısı "Every Time The Sun Comes Up"ta Leithauser'ı sahneye davet etti. En sonda da "Birazdan Rough Trade çadırında olacağız" dedi. Festivalden günler önce "Are We There"in plağını almış ama Londra'da bırakmıştım. Festivalden de "Tramp"in plağını aldım ve sırayı beklemeye başladım. Ağır ilerledi sıra, belli ki insanlarla vakit geçiriyor, "tatava yapma imzala geç" demiyordu. Sıra bana geldi, kendimi tanıttım, "Türkiye'den gelen bir müzik yazarıyım ama aynı zamanda büyük bir hayranım" dedim, çok güzel güldü. Son albüme bayıldığımı söyledim, teşekkür etti. Buradaki konseri hatırlattım, buraları çok sevdiğini söyledi. Bilmiyorum, ben inandım. Sonra bir fotoğraf çekildik, cep telefonumun Snoopy kabını beğendi, "Aa bunu nereden buldun?" dedi. Köşesi kırık olmasa çıkartıp hediye edeyim dedim, ama vazgeçtim sonra. Bir de ona "Albümü dinlediğimde senin için üzüldüm, çok hüzünlü bu şarkılar, kim seni böyle üzdü, şimdi iyisin değil mi" gibi şeyler sormak istedim, soramadım. Vedalaştık. Ana sahnede The War On Drugs vardı. Bu yıl özellikle Britanya'da çok büyüdüler. Eh, bu yoldan ilerlerse daha da büyüyecekler. Uzun gitar soloları olmayan bir Dire Straits ya da hitleri olmayan bir Bryan Adams gibiler. "Lost In The Dream" de tadı gittikçe artan bir albüm. İmza olayı yüzünden performansın yarısını kaçırdım ama yakaladığım kısımda "Red Eyes" vardı. Şarkının iki defa tekrar eden solo bölümünde güzel bir air guitar patlattım. Durduğumda önümdeki iki velet bana bakıyorlardı. "Ne bakıyorsunuz" diyecek gibi oldum ama meğerse ellerinde marshmellow pakedi varmış, bana ikram etmek istemişler. Aldım, "Eyvallah" dedim. 

Mountain Stage'i Mercury Rev kapatıyordu, üstelik "Deserter's Songs" çalacaklardı ama tüm gün ihmal ettiğim Far Out'a yollanmam lazımdı. Gün boyunca Ought, Fat White Family, I Break Horses ve Panda Bear kaçmıştı, Walled Garden'daki East India Youth'u da kaçıracaktım ama kaçmaması gereken bir grup çalıyordu: SLINT! Reunion'ları sevmem, bitmiş bir hikayenin yeniden başlaması pek lezzet vermez. Ama Slint'te durum farklıydı. Bir başyapıt yayınladıktan sonra karanlığa karışmışlar, o albümü hak ettiği kadar çalamamışlardı. Geçen yılki geri dönüşleri bu yüzden anlamlıydı. Konserleri de büyük lezzet verdi. Şarkılar eskisi kadar keskin, yükseliş ve alçalışları ilk günkü kadar çarpıcıydı. Kimi zaman sessizce şarkılar dinleniyor, kimi zaman da birlikte kopuluyordu. Ağır ilerleyen birkaç şarkıdan sonra "Bizimle kalın, rocker'lar yolda" anonsu yapmalarını biraz yadırgadıysam da seyirci mesajı aldı, finalde müthiş bir pogo döndü. Karanlıklar ardında, minimum diyalog, neredeyse hiç duyulmayan bir vokal ve muhteşem bir gürültü yağmuruyla süper bir konserdi. Bunun üzerine çok sevsem de The Field'ı izleyip büyüyü bozmaya gerek yoktu. 
Pazar, festivalin son günü. Akşama kadar pek çok çadırın indiğini, festival alanından yakındaki kent olan Abergevanny'ye servislerin kalktığını görebiliyorsunuz. Hüzünlü bir an. Ama daha izlenecek çok şey var. Sabah Galli sanatçı 9 Bach ve Other Lives'a uzaktan, kahvaltı eşliğinde baktık. Sonra Nick Mulvey vardı. İlk albümüne bayıldığım adam, "First Mind"ın sessiz ve atmosferik folkunu büyük sahneye nefis taşıdı. Ana sahnede olup çoğu zaman tek başına ve tek enstrümanla binlerce kişiyi etkilemek kolay değildi, ama hakkını verdi. Sonra Mountain Stage'de sıra Boy & Bear'indi ama son gün diğer taraflara daha çok baktık. Bilim çadırı, oyun alanları, kitapçılar, plakçılarla geçti gün. Bir de Rising sahnesine daha çok baktık. Konuştuğum bir İngiliz meslektaşım, "Bu festivalin asıl olayı keşif" dedi. Tabii bütün büyük grupları izlediği için söylemesi kolay. Ama Green Man de bu konuda bir repütasyon geliştiren bir festival. Michael Kiwanuka, Daughter, Ben Howard gibi isimlerin ilk olarak çıktığı festival bu olmuş. Ben de ara ara izlemelerim sırasında Flo Morrissey, LoveStopRepeat, Threatmantics, No Thee No Ess gibi grupları sevdim, yazdım deftere. Sonra saat 5 olunca ana sahne civarına döndüm ama, zira Anna Calvi vardı. İlk albümünden beri takipte olduğum Calvi, kanımca son yılların en dikkate değer müzisyenlerinden. İyi bir vokalist, daha iyi bir şarkı yazarı, çok daha iyi bir gitarist. Klişelerden uzak müziğini sahneye de nefis taşıdı. Gitar sololarıyla da seyirciyi avucunun içine aldı. Belki herkes hayran değildi, ama konser bittiğinde fazladan birkaç bin yeni dinleyicisi olduğuna eminim. Albümlerine baktığımızda Bill Callahan da aşağıda kalır bir isim değil, ama kendisinin cool'luğu, Anna Calvi'nin alev alev performansından sonra bana iyi gelmedi. Uzaktan baktık ama Far Out'ta Simian Mobile Disco'ya gitmek iyi geldi. Yeni projeleri "Whorl" birer synth ve sequencer ile canlı kaydedilmiş bir albüm. Grup da o albümü çaldı. Elektronik müzik adına yaratıcı bir deney, sonuca bakılırsa iş gördüğünü de söylemeli. Sonrasında biraz Real Estate, biraz da First Aid Kit'e baktık, biraz bira depoladık ve gecenin olayına hazır hale geldik. Neutral Milk Hotel izleyecektik ve her şey mükemmel olmalıydı. Biraz kafam olmalıydı ama konserde tuvaletim gelmemeliydi. Sahneye yaklaşmak için geç davranmamalıydım ama çok erken hareket edip yorulmamalıydım da. Konser başlamadan önce bir anons yapıldı, grup konserde cep telefonları dahil hiçbir kayıt yapılmasını istemiyordu. Sahnenin iki yanındaki ekranlar da kapatıldı. Sonra tam 22:30'da ışıklar söndü. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam sahnenin sağ tarafına geçti. Hiçbir şey söylemedi, elini kaldırıp insanları selamladı ve "Two-Headed Boy"u çalmaya başladı. Jeff Mangum karşımızda, tarihin en güzel albümlerinden birisinden çalıyordu! Şarkı "The Fool"a bağlanırken grup üyeleri gelip sound'u arşa değdirdiler. Sonrası, her anı mükemmel bir performanstı. Mangum'ın personası dolayısıyla içe dönük, soğuk bir performans beklerken tüm üyelerin enerjik çaldığı, belki Neutral Milk Hotel'in ihmal edilen lo-fi temposunun hakkını sonuna kadar veren bir konserle karşılaştık. Üflemeliler, gitarlar, feedback'ler, tamamen analog şekilde (mesela testereyle!) üretilen efektler, her şey kusursuzdu. İzlediğim en büyüleyici, en nefis performanslardan birisiydi. "In The Aeroplane Over The Sea"nin tamamı çalındı, birkaç şarkıda "On Avery Island" ziyaret edildi. Hemen herkes uyarıya kulak verdi, kimse cep telefonunu açmadı. Tamamen sahnedekine, müziğe konsantre olduğumuz o konserlerden biriydi. 10 yıldır böylesini yaşamıyoruz belki de. Neutral Milk Hotel de zaten bu konseri 15 yıl önce veriyor olmalıydı. Eğrisi doğrusuna denk geldi. 1990'ların sonundan bir günü 2014'te yaşadık, ama ne nostalji duygusu vardı, ne de bayatlamışlık hissi. Bir indie rock efsanesini kanlı canlı izledik. Aklımıza "Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" gelmedi. 

Konser bittikten sonra Green Man'in yanına gittik. Dört gün boyunca alanın ortasından herkese tepeden bakan dev adam geleneksel olarak bir kez daha yakılacaktı. Işıklar söndü, Green Man yakıldı, havai fişekler patladı ve 20.000 dost, belki de bir daha görüşmemek üzere ayrıldı. Mükemmel bir festivale mükemmel bir final oldu. 

Wednesday, August 13, 2014

Ne güzel filmler izlettin, ne mutlu ettin bizi sevgili Robin Amca!



Dün dünyanın en sevilen oyuncularından birinin, Robin Williams'ın ölüm haberiyle sarsıldık. "Sarsıldık" burada öylesine kullanılmış bir kelime değil, birçok insan gerçekten de böyle acı bir habere inanmak istemedi. Ama bu tatlılar tatlısı adam canına kıymıştı işte, hayata daha fazla devam etmek istemeyen diğer sayısız güzel insan gibi..  


Williams, hep akılda kalan komedyen imajının aksine, aslında çok farklı karakterlere hayat verdi kariyeri boyunca: “Mrs. Doubtfire” ve “The Birdcage” gibi filmlerde umarsızca güldürdü, “Dead Poets Society” ve “Good Will Hunting”de dramaya yatkınlığını hatırlattı, “Insomnia” ve “One Hour Photo”da ise düpedüz gerdi; üstelik her defasında kendine hayran bıraktı bizleri. Evet, repertuarı çok genişti Robin Williams’ın, ama şimdi düşünüyorum da, o şefkatli bakışıyla, o sevimli gülümsemesiyle, sıcacık gözleri ve yumuşacık (olduğunu tahmin ettiğim) sakallarıyla ben onu hep Adile Naşit kıvamında sevdim. Adile Teyzemizin Amerikalı ve erkek muadiliydi Robin Amca! Sadece filmleriyle değil, salt varoluşuyla bile çok şey kattı bize, hayatımıza.. Onsuz bu dünya biraz daha sıkıcı ve tatsız bir yer olacak. Toprağı bol olsun!

Umarım bu acı olay, depresyonu hala küçümseyen ve burjuva hastalığı olarak görmekte ısrar edenlerin, bu ciddi rahatsızlığa yönelik duyarsızlıklarının son bulmasına vesile olur.  


Hafif not: Dün akşam İlkay ile onun anısına bir film izleyelim dedik ve aklımıza, nasıl olduysa ikimizin de henüz izlememiş olduğu “Good Will Hunting” geldi. Film su gibi akıp giderken (ve ben Williams’ın oyunculuğunun yanı sıra, yine aramızdan zamansızca ayrılan Elliott Smith’ın şahane şarkılarının tadını çıkarırken) ilginç bir tesadüf yaşadım. Filmin sonlarına doğru kısa bir ihtiyaç molası verdik. Bu sırada twittera göz attım ve tesadüf o ki ilk okuduğum tweet, Le Figaro’nun Fields matematik ödülüyle ilgili tweetiydi. Neden tesadüf? Çünkü, izleyenler zaten biliyordur, filmdeki Profesör Gerald Lambeau karakteri Fields ödülüne sahip bir matematikçi ve Lambeau’nun bu prestijli ödüle sahip olduğu, mesleki başarısının altının çizilmesi bakımından özellikle vurgulanıyor. Ayrıca, sadece 4 yılda bir verilen Fields ödülünü ben hayatımda ilk kez bu filmi izlerken duymuştum. Gerçekten de çok tuhaf bir andı; haberi okuyunca bir süre ekrana bakakaldım, sonra kafamda garip düşüncelerle filmi bitirip uyudum.

Monday, August 4, 2014

Lana Del Rey: Şiddetin Ne Hoş

(Bu yazı, Blue Jean'in Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır) 
Lana Del Rey, tartışmalı “Born To Die” ile bir süperstar olmuştu. 7 milyon satan bir albümün aynısını yapmaktansa “Ultraviolence” ile sizi karanlık tarafa davet ediyor. Sonuç müthiş.

İstediğiniz pop müzik ansiklopedisine bakın, göreceğiniz şey aynıdır: İkinci albüm, bir yıldızın en zor dönemecidir. Lana Del Rey bu sorunu acısız atlattı. İkinci albüm sendromu mu dediniz? Hangi ikinci albüm? Onu üne kavuşturan albüm “Born To Die” zaten teknik olarak onun ikinci albümüydü. Eğer yeni sahne kişiliğinin ilk albümünü “Born To Die” sayarsanız, arkasından mini kayıt “Paradise”ı yayınlayarak sıra savdı. Doğrusunu isterseniz 2012’den bu yana o kadar farklı iş çıkarttı ki, “Ultraviolence”ın kaçıncı albüm olduğunu tartışmaya başlasak bir 15 dakikayı yeriz. Bir gerçek var ki, Lana Del Rey, bu şekilde ikinci albüm sendromunun arkasından dolaşmış oldu. Pek çok şeyde yaptığı gibi.
Benim diyen müzik yazarı, sosyolog ya da psikolog çıkıp “Ben Lana Del Rey’i çözdüm” diyemez. Günümüzün en göz önündeki, ama en gizemli figürlerinden birisi o. Her yaptığıyla sizi yanıltabiliyor, her sözüyle sizi ters köşeye gönderebiliyor. Ondan bir şey yapmasını bekliyorsunuz ve o asla onu yapmıyor.
Kendisini Lizzy Grant olarak tanıyan birkaç kişiyi boşverelim, ‘Video Games’ ile karşımıza çıktığında sanki bir zaman kapsülünden yeryüzüne çıkmış gibiydi. Tutkuları içinde patlamış, kendisini anlayan kimseyi bulamayan, sevdiği adamı bilgisayar oyunlarına kaptıran yalnız bir kadın. Yükselip yükselip düşen, bir türlü patlamayan, günümüz dinleyicisinin kulağının aradığı nakarat zirvesini sunmayıp hevesi kursakta bırakarak tahrik eden, bu yüzden doyurmayan, bir kez daha dinleme isteği uyandıran arsız bir şarkıydı. İlk albümü “Born To Die”ın da bu kadar vurucu, bu kadar seksi, bu kadar zamansız olmasını bekliyorduk. Ters ayakta yakalandık. Albüm belli başlı birkaç şarkısı dışında tamamen güncel seslerle örülü, hip hop’tan bolca beslenen bir liste albümüydü. Lana, önce sadece kafasını çıkarttığı indie tünelinden tamamen ayrılmıştı.

PLASTİK BEBEK
Aslında ona ilk kucak açanların sırtını dönmesi, “Born To Die”dan önce gerçekleşmişti. Saturday Night Live’daki en iyimser tabirle feci performansı Lana’yı viral yapan blogger’ları ve müzik eleştirmenlerini ondan uzaklaştırmıştı. Ayrıca hikayesinde birtakım tutarsızlıklar ve tuhaflıklar dikkat çekmeye başlamıştı. Kendisi yıllarca sokaklarda kaldığını, alkol tedavisi gördüğünü söylerken tüm kariyerinin babası tarafından finanse edildiği iddia edilmekteydi. İddialara göre o plastik bir bebekti; üretilmiş, paketlenmiş, raflara dizilmiş ve sizin tarafınızdan alınıp eve götürülmeyi bekleyen bir bebek.
Lana’nın anlattıklarına göre ilerlersek, “Born To Die” yaratım süreci sefalet içinde geçmesine karşın mutlu bir albümdü. “Ultraviolence” ise onun global bir süperstar olmasının ardından yapılmasına karşın mutsuz bir albüm. Yalnızlık, mutsuzluk, depresyon var burada. Seks ve aşk var, ama en hastalıklı haliyle. “Bana vurdu, ama öpücük gibi geldi” diyebilecek kadar hastalıklı. Şiddet var, dibine kadar. Hem karşıdan gelen, hem de kendine uyguladığı şiddet bu.
Lana şiddet ve ölüm duygusundan korkmuyor. Kurt Cobain’den Amy Winehouse’a, Elvis Presley’ye kadar tüm kahramanları ölü. Geçtiğimiz günlerde bir röportajında “Keşke ölmüş olsaydım” dedi. Şu anda 28 yaşında, yani lanetli 27’ler kulübüne artık katılmayacağı için şanslı hissedebiliriz. Ama Lana öyle düşünmedi: “Bunu sürdürmek istemiyorum. Ama sürdürüyorum.” Birkaç gün sonra, aslında bu cevabı vermek istemediğini, buna yönlendirildiğini iddia ederek The Guardian’a kızdı. Aslında kendisini röportajın bir yerinde ele veriyordu. Muhabir, konserlerinin sonunda 20 dakika boyunca hayranlarıyla kucaklaştığı zamanları anımsatıp “O zamanlarda yaptığın işi çok seviyor olmalısın” dedi. “Hayır,” diye cevapladı. “Ne düşündüğümü bilmiyorum. Tek bildiğim şu anda, burada, bu balkonda oturduğum.”

ZITLIKLARIN KADINI
Lana Del Rey tam bu anın kadını. Bir gün kalktığında dünyanın en mutlu insanı gibi hisseden, ama bir anda neden hala nefes aldığını sorgulayan birisi. O yüzden bir röportajda söylediği bir başkasını tutmuyor. Dürüstlüğü, tutarsızlıklarında. Gücü, zayıflığında. Güzelliği, karanlık tarafında.
Aralık ayında bir akşam The Black Keys üyesi Dan Auerbach’la takıldı. Birlikte bir şeyler içip albümünü dinlediler. O gece, “Ultraviolence” çoktan bitmiş gibiydi. Pek çok şarkıyı sıfırdan yeniden düzenlediler. Bazı şarkıları yavaşlattılar, bazılarına dumanlı gitar soloları eklediler. Bazı şarkıları yeniden söyledi Lana, ucuz mikrofonlarla, tek seferde. “Born To Die”ın pürüzsüz prodüksiyonuna karşın, loş, gergin, karanlık bir kayıt yaptılar. Daha çok yakıştı.
“Born To Die”dan sonra bir daha albüm yapmayacağını söylüyordu. “Anlatabileceğim her şeyi anlattım” diyerek. O zaman 25 yaşındaydı ve her şeyi yaşadığını düşünüyordu. Önceki albümlerde her yaşadığını anlatmak niyetindeydi, şimdi yaşadıklarından parçaları çekip çıkarmaya başladı. Onun peşine “Born To Die”la takılan genç dinleyicileri için “Ultraviolence”ın sert ruh haline, düşük temposuna alışması zor olabilir. Ama ‘Young and Beautiful’da sorduğu bu değil miydi zaten? “Artık genç ve güzel olmadığımda da beni hala sevecek misin?” Cevabı kendisi veriyordu: “Biliyorum ki seveceksin.” Yanında kimin olacağını bilmiyorum, ama bir bildiğim var, “Ultraviolence” Lana’nın kirli ve karanlık tarafına bir davetse, ben sonuna kadar varım.  

Sunday, July 20, 2014

Bir Sofar Sounds deneyimi

Sofar Sounds konseptini duymayan pek kalmamıştır herhalde. Dünyanın pek çok yerinde gerçekleştirilen, geçen yıldan beri İstanbul ayağı da başlayan farklı bir konser deneyimi bu özetle. Bir evin oturma odasının konforu ve yakınlığında gerçekleşen bir konserler dizisi bu. Konserleri izlemek isteyenler mail atıp isimlerini yazdırıyorlar, yaklaşık 40 kişilik davetli listesine girebilirlerse son birkaç gün bir mail alıp adresten ve katılan gruplardan haberdar ediliyorlar. Konserler ücretsiz. Ama en güzeli, telefonlar bir kenara bırakılıyor, kimse konuşmuyor ve müzik dinliyor. Son zamanlarda kaçınız bir konserde gürültüden sahnedekini duyamadınız? Eminim sayınız hiç de az değildir. Ama dönüp de bir kendimize bakalım, kaçınız telefonunuza konser boyunca hiç bakmadınız, gözlerinizi sahneden hiç ayırmadınız? Yalan yok, böylesi bir konsantrasyonu ve odaklanmayı uzun zamandır yapamıyorum. Bu yüzden gecikmeli de olsa ilk Sofar Sounds deneyimim beni çok heyecanlandırdı.

Dün sabah hepimize "Bu yağan yağmursa daha önce yağmur diye yağanlar neydi?" dedirten bir doğa olayı sebebiyle son gün içerisinde konserin adresi Levent'teki bahçeli bir evden Moda'daki bir eve taşındı. Çok da iyi olmuş, herhalde İstanbul'da gördüğüm en güzel evi görmüş oldum! Katılımcı gruplar da Biz, Can Kazaz ve Ah! Kosmos'tu.

Saat 19 gibi Biz sahne aldı. Daha doğrusu sahne almadı da, salonun kendilerine ait köşesine geçtiler, biz de diğer köşelere dizilmiş olarak onları izledik! Biz'in "Müzik İstiyoruz" kaydı, memlekette son yıllarda en sevdiğim indie işlerden birisiydi. (2012'nin En İyi Yerli Albümleri listemde Biz iki numaradaydı) Geçenlerde "Aydınlık Bizimdir" single'ını çıkarttılar ama asıl bu hafta itibariyle yeni albüm için kayda giriyorlarmış. Bir şarkı dışında (ilk albümün açılış şarkısı "Hepimiz Birimiz") dışında yeni şarkılarını çaldılar. Zaten bu tip bir konsere uygun şekilde yarı-akustikleştirilmeye müsait bir müzikleri vardır Biz'in, yeni şarkılar da çok çok iyi geldi. Biz, Mehmet Güren dışında tüm elemanlarını değiştirdi, gruba emek vermiş kimseye haksızlık olmasın ama şu anki kadronun kimyası ideal göründü. Grup sonbahar gibi albümün çıkmasını planlıyor, gelecek yılın baharında açık hava ve üniversite festivallerinde onları görmek güzel olacaktır. Küçük odaların tadı da ayrı tabii!

İkinci sırada Can Kazaz çıktı meydane. Kendisine de diğer gitarda Efe Demiral eşlik etti. Tatlı, küçük akustik şarkıları var Can'ın. Şarkıları kimi zaman indie'den pop balladları tarafına da geçiyor, ama yaratıcı sözleri ve sakin vokaliyle genç bir Bülent Ortaçgil ipuçları dahi veriyor. Epeyi heyecanlı gözüktü performansın başlarında, sanki çok bağırmaya bile çekindi başlarda. Sonra kendisi de söyledi, ilk konseriymiş. Umut veren, keyifli manevraları ve zekice sözleri olan sakin bir müzik yapıyor Kazaz. Yalnız konserden sonra öğrendim ki, geçen yıldan beri internette viral olan pek çok Tayyip Erdoğan remix'i yapan kişi de oymuş. Bu sakin, utangaç halinin gerisinde yaman bir adam var yani. Hem yeni albümü "Yollar ve Su"dan parçaları, hem de o remix'leri kendisinin Soundcloud adresinden bulabilirsiniz: https://soundcloud.com/cankazaz

Finali Ah! Kosmos yaptı. Geçen yıldan beri adını duymuş olmanız muhtemel, çünkü geçen yıl çıkarttığı "Flesh"le sadece buradan değil, yurtdışından da geri dönüş alan bir EP yaptı Başak Günak. Halen de memleket dışında pek çok etkinlikte çalmaya devam ediyor. Sahnede kendisine gitarda Övünç Dan, görsellerde ise Gizem Aksu eşlik ediyor. Söylenene göre bu, Sofar Sounds tarihinde insanların yerlerinde oturmadığı ilk konsermiş. Konser başlarken insanları "İsteyen ayağa kalkabilir, telefonla ilgilenebilir" diye bir "uyarı" yapmaları eğlenceliydi, ama pek çok kişinin de ayağa kalkıp müzik dışında bir şeyle ilgilenmemesi etkileyiciydi. Günay'ın şarkıları kimi zaman soğuk ve kişisel bir ambient sınırlarında, kimi zaman ise yüksek tempolu ve tüm kalabalığı angaje edebilen bir electronica karakterinde. Bazı şarkılarında tekrara dayalı gitar melodilerini kullanarak post-rock'a da selam duruyor hatta. Ah! Kosmos'un çok yönlü elektronik müziğini gerek Bandcamp sayfasından, gerek de konserlerinden takip edebilirsiniz. (http://ahkosmos.bandcamp.com/)

Güzel keşifler, bildik güzel sesleri yeniden duymuş olmanın hazzıyla su gibi akıveren üç güzel konserdi. Ama sanırım, asıl güzel doygunluk müziğin bana verdiği hazzın ötesinde, müziği paylaşmanın keyfindeydi. Geçen ay Glastonbury'yi BBC marifetiyle oturma odamdan izlerken, Arcade Fire'ın "Wake Up"ına onbinlerce insanın eşlik edişinde hissettiğim bir duygu vardı: "Ben hep birlikte Wake Up'ı, Seven Nation Army'yi ya da Where is My Mind'ı söyleyen insanlarla hemşehri hissediyorum, başkasıyla değil." Aynı dili konuşmak, aynı şehirde doğmak mesele değil, aynı şarkıları sevmek, söylemek. Dün kocaman bir salonu güzel müzikleri dinleyen insanlar olurken de aklıma geldi: Bu kadarken ve aynı şey için birlikteyken ne güzeliz. Geçen aylarda İstanbul Film Festivali'nin son hafta sonu, Record Store Day ve Bookserf'lü Olma Günü aynı güne denk geldiğinde hissettiklerim gibi. Eminim siz de bu tip bir şeye katıldığınızda daha mutlu hissedeceksiniz, daha fazla nefes aldığınızı hissedeceksiniz. Dün bunu hissettiren Sofar Sounds ekibine, çalan tüm gruplara, evini açan Gözde Hanım'a ve gelip huşu içinde müzik dinleyen herkes, iyi ki var. Bir de Kadıköy, son zamanlarda İstanbul'da en çok nefes alan yer, o da iyi ki var.

Facebook: http://www.facebook.com/sofaristanbul
Twitter: http://twitter.com/sofaristanbul 

Wednesday, July 9, 2014

Temmuz 2014'ün Çekme Kaseti

Bir ay daha geçti ve bir Çekme Kaset daha emrinize amade. 12 şarkı, 44 dakika: Yazın herkesin işi gücü var, kimseyi fazla oyalamaya gerek yok. Bu ayın listesi biraz gitarlı, sert oldu, öyle denk geldi. Nick Mulvey'ler, Olafur Arnalds'larla dengeyi bulayım dedim. İyi dinlemeler. 

Friday, July 4, 2014

(Şu ana kadar) 2014'ün En İyi 20 Albümü




Her akademik yılın başında "Bu sene günü gününe çalışacağım" sözü verirsiniz ama çalışmazsınız, normaldir. Ama ben bu sefer günü gününe çalışıyorum. Listeleri Kasım-Aralık ayına bırakmıyorum. Kendimce yılın albümü yarışı için bir "power rankings" yapıyorum, yılın yarısını bitirmiş olmamız gerekçesiyle şu ana kadarki yılın ilk 20'sini paylaşıyorum. Yıl sonunda kim nerede olacak, görmek ilginç olur. 
(Albüm yorumları bir ikisi dışında Blue Jean'de Çekme Kaset için yazdıklarım)

20. Perfect Pussy – Say Yes To Love
Syracuse, New York çıkışlı grup Perfect Pussy’nin 23 dakikalık ilk albümü 2014’ün ortasına yerine düşen bir noise-punk bombası. Le Tigre, Sleater-Kinney veya L7, Bikini Kill gibi Riot Grrrl gruplarını çağrıştırmaları doğal. Perfect Pussy aslında vokalisti Meredith Graves dışında erkeklerden kurulu bir grup, ama müziklerinin feminen öfkesi ve sertliği, onları bu klasmana sokuyor. Sleigh Bells’in distorsiyon aşkı ve Crystal Castles’ın agresyonunu bir grupta buluşturun, biraz da Japandroids enerjisi ekleyin: İşte size Perfect Pussy. 

19. Suzanne Vega – Tales From the Realm of the Queen of Pentacles
En sevdiğim şarkı yazarlarından Suzanne Vega, 2000’leri epeyi formsuz geçirdi. “Songs In Red and Gray” ve “Beauty & Crime” onun en iyileri arasında değildi, arada dört tane derleme albüm de ya maddi sorunlara, ya da yaratıcılık problemlerine işaret ediyordu. Neyseki sonunda bildiğimiz, sevdiğimiz Vega döndü. ‘I Never Wear White’taki gitarlar ve ‘Don’t Uncork What You Can’t Contain’deki gibi 50 Cent sürprizleri de bonus. 
Dinleyin: I Never Wear White 

18. Drive-By Truckers – English Oceans
Güneyli rock’ın en sevdiğimiz grubu hemen her yıl bir albüm yayınlıyor ve kaliteyi düşürmemeyi başarıyor. Yeni kayıtları “English Oceans” da neredeyse tek bir boş şarkı yok. “Sulandırılmamış” bir Kings of Leon dinlemek isterseniz, Neil Young’ın, Tom Petty & The Heartbreakers’ın mirasçısı bu çocuklara kulak kesilin. 
Dinleyin: Shit Shots Count

17. Damon Albarn – Everyday Robots
Britanya için artık “ulusal hazine” sayılabilecek Damon Albarn’ın ilk solo albümünü 2014’te yayınlamış olması nereden baksanız tuhaf durum. Dünyanın en meşgul adamlarından birisi olduğu için kendi başına çalışmamış olması şaşırtıcı değil. İlginç olan, “Everyday Robots”ın içeriğinin de şaşırtıcı olmaması. Albarn’dan nasıl bir solo bekliyorsanız öyle. Dupduru. 
Dinleyin: Mr Tembo 

16. James – La Petite Morte
2008’deki “Hey Ma” ve 2010’un minik ikizleri “The Night Before” ve “The Morning After”dan sonra James’in yeni hayatının dördüncü kaydı “La Petite Morte.” “Rüştümüzü ispatlayışımıza hoşgeldiniz” diyor Tim Booth henüz ilk şarkıda. 30 yıldan sonra bir grubun hala yüksek formda olması etkileyici. Bildik James dokunuşları, temiz bir Brit rock sound’u ve insana meydan okuyan sözleriyle klas bir dönüş kaydı. 
Dinleyin: Moving On 

15. Coldplay – Ghost Stories
Evet, “Viva La Vida Or Death And All His Friends” gibi bir başyapıtın, ya da “Mylo Xyloto” gibi bir pop şahikasının ardından şaşırtıcı bir hamle. Evet, bir şarkı dışında tüm albüm Joy FM dinliyormuşsunuz hissinden fazlasını vaadetmiyor. Ama bir şekilde, albüm o kadar sade, o kadar çıkıntısız, o kadar basit ki, neticede güzel. 
Dinleyin: Ink 

14. Beck – Morning Phase
Ama geçen yıl ortama verdiği üç şarkı ‘I Won’t Be Long,’ ‘Defriended’ ve ‘Gimme’ de “Morning Phase”in habercisi değilmiş. Onlar keyifli, yüzü gülen şarkılar. “Morning Phase” ise olanca optimizmine karşın her anında bir burukluk, ufak bir kırıklık barındıran bir albüm. Tarz olarak Beck’in ayrılık acısı albümü “Sea Change”in kardeşi şüphesiz, ama arada 12 yılın olgunluğu var. Sürprizler ve heyecanlar aramayan, oturaklı bir albüm. 
Dinleyin: Blue Moon

13. Thee Oh Sees – Drop
Kakofonik, çiğ punk sound’uyla sevdiğimiz Thee Oh Sees’in yeni albümü “Drop”ta 1970’lerin rock’ına atıfta bulunan renklere kayması bir ters köşe. İnsanın karnını gıdıklayan groove’lar, durduğu yerde durdurmayan gitar riff’leriyle, arada surf ve psychedelic rock’a selamlar duran, 30 dakikada vuran ve kaçan bir albüm. Gitar müziği sevenler için kaçmaz. 
Dinleyin: Drop

12. Sun Kil Moon – Benji
Kozelek’in kendi standartlarında bile aşırı depresif ve karanlık bir albüm "Benji." Arada 'Dogs' gibi dalgacı şarkılar varsa da çoğunluğu ölüm üzerine. Açılıştaki bomba ‘Carissa’ veya aile ikilemesi ‘I Can’t Live Without My Mother’s Love’ ile ‘I Love My Dead’ ilk dinleyişte ayrışanlar. Defalarca dinlemeden sonra tadını artıran diğerleri için “Benji”ye buyurun. 

11. Joan As Police Woman – The Classic
Joan Wasser, 2011’deki “The Deep Field”la birlikte sound’unu ciddi bir metamorfoza uğratmıştı. Daha tempolu, daha gitarlı, daha tutkulu, daha ateşli, canlı kanlı şarkılar vardı burada. “The Classic”te de bu yoldan gidiyor: Müziğinde her daim mevcut olan soul havasını çok daha kuvvetli hissettiriyor. Soul’un soul olduğu zamanlar, Motown’lar, blues damarından beslenmiş melodiler akıyor şarkılarında. 
Dinleyin: The Classic 

10. Angel Olsen - Burn Your Fire For No Witness
Bu sefer bazı şarkıları için yanına bir grup da aldı. Birazcık daha gürültülü şarkılarında lo-fi damarı tutturmuş. Ruhundan kaybetmiş mi? Hayır. Tek başına olan halini sevenler korkmasın, o depresif ruhtan şarkılar da hala var ve ucundan Leonard Cohen havası veriyorlar. Çok şık albüm. 
Dinleyin: Forgiven/Forgotten


9. Conor Oberst – Upside Down Mountain
Bright Eyes’a son verdikten sonraki ilk solo kaydı “Upside Down Mountain”ın (önceki solo işlerine göre) akustikten ziyade elektrikli indie rock’a yakın durması, ama folk damarından kopmaması güzel haber. 2004 civarında kendisine “yeni Dylan” diyenlerin sayısı az değildi, Oberst kendini bu etiketten sıyırmayı başardı ama hala günümüzün en dikkate değer şarkıyazarlarından birisi. 
Dinleyin: Hundreds of Ways

8. tUnE-yArDs – Nikki Nack
Merrill Garbus günümüz müziğinin en yaratıcı beyinlerinden birisi. Bir önceki albümü “whokill”de ikna olmayanlar şimdi “Nikki Nack” ile muhakkak oltaya gelecekler. Popun yakalayıcılığı, hip hop’ın yaratıcı prodüksiyonu, indie’nin kabına sığmazlığı ve dünya müziğinin sınır tanımazlığı vücut buluyor Garbus’un müziğinde. 
Dinleyin: Water Fountain

7. Lana Del Rey – Ultraviolence
Bu albüm için Dan Auerbach’a teşekkür etmek gerekiyor. Neredeyse bitmiş bir albümü bir gece dinledikten sonra Lana’nın kanına girmeseydi belki yine “Born To Die” gibi bir pop albümü dinleyecektik. Ama pürüzlü sound’u, kirli sözleri ve karanlık atmosferiyle “Ultraviolence,” Lana’yı ilk tanıdığımız ‘Video Games’in vaadini yerine getiren bir albüm. 
Dinleyin: West Coast

6. Wild Beasts – Present Tense
Wild Beasts günümüzün en yetkin, en yaratıcı ve en derin gruplarından birisi. “Present Tense”te farklı uçlara gidip geliyorlar ama sizi sarsmadan, savurmadan. ‘Sweet Spot’ın synth pop’undan ‘Daughters’ın karanlık new wave’ine hiç zorlanmadan ve dinleyiciyi zorlamadan geçiyorlar. ‘Pregnant Pause’un seksiliği bir yanda, ‘Palace’ın aşkı yan yana yürüyorlar. Çok narin, çok doğal, çok saf bir müzik Wild Beasts’inki. 
Dinleyin: Mecca

5. Cloud Nothings – Here And Nowhere Else
90’lar havaları deyince pek çok kişinin aklına Pearl Jam’i kopyalayan Creed veya 3 Doors Down gibi gruplar geliyor. Fakat erken 1990’lardaki Amerikan indie’si bundan çok daha fazlasıydı. Sterillikten uzak, punk çarpıcılığına sahip, insanı sarsıp kendisine getiren ama belki de hepsinden önemlisi, samimiyet dolu şarkılardı o dönemin kilidi. Cloud Nothings yeni albümünde işte bunu başarıyor. Hem de düz kopyacılık yaparak değil. 
Dinleyin: I'm Not Part Of Me

4. The War On Drugs – Lost in the Dream
“Lost in the Dream”de 1980’lerin rock radyolarının havası var. İnceden sisli bir sound’un arkasında temiz gitarlar, rol çalmayan davullar ve Adam Granduciel’in pürüzsüz vokalinin yanında yumuşak synth’lerle çerçeve tamamlanıyor. O çerçevenin içine iyi yazılmış şarkılar da oturunca parçalarının sürelerinin uyandırdığı intibaya ters bir şekilde zorlamadan akıp gidiyor tüm albüm. Biraz Dire Straits, biraz Bruce Hornsby, biraz da Roxy Music duyuyorsunuz The War On Drugs müziğinde. 
Dinleyin: Red Eyes  
3. The Black Keys – Turn Blue
Neredeyse yedi dakikalık muhteşem açılış şarkısı ‘Weight Of Love’a bakın: Pink Floyd’a selam duran blues gitar sololarıyla insanı yere yıkan bir parça. Hemen ardından soul’dan beslenmiş, ‘Howlin’ For You’ kumaşına yakın duruyor, üç numarada ‘Turn Blue’ ise Motown klasiği gibi. The Black Keys sekizinci albümünde, 2014 yılında büyük bir rock albümü nasıl yapılır, dersini veriyor.
Dinleyin: Fever


2. Sharon Van Etten – Are We There
Uykuya dalarken kafanıza takılan bir melodi vardır, “Bunu kaydetsem nefis olur” dersiniz ama sonra uykuya dalarsınız ve sabah o melodiyi hatırlamazsınız. İşte Sharon’ın melodileri öyle düşsel. Sanki incecik bir ipliğe asılmış da uçurumdan sarkıtılıyormuş gibi: Boşlukta salınıyor, ama hiç kopmuyor. “Are We There”de kompozisyonlar ilk üç albümüne göre daha kompleks, şarkılar öncekilere göre daha fazla genişliyor, büyüyor. Ama hala gitarının arkasına sığınınca gözlerini kapattığı belli olmaz zanneden o naif kızın elinden çıktığı belli bu şarkıların. Bu yüzden benzersiz güzellikte.

1. St. Vincent – St. Vincent
Bu albümün Annie Clark’a sadece indie dinleyenlerin değil, çok daha geniş bir kitlenin desteğini getirmesi kesin gibi. Bunu yaparken sound’unu bir kez daha yenilemesi dikkate değer. “Strange Mercy”yi müthiş bir albüm yapan gitarlar bir kenara bırakılmış, elektronik seslere yelken açılmış. 2012’de David Byrne’le yaptığı “Love This Giant” albümündeki orkestral eğilimler mi etkiledi bilinmez, ama mesela ‘Digital Witness’ gibi bir parçadaki şişman bas efektleri insanı karnından yakalayıp sarsabiliyor. ‘Birth in Reverse’ son derece yakalayıcı bir parça ve temposuna kapılmamak imkansız. Clark ‘Bring Me Your Loves’ta ise Animal Collective gibi cızırtılı seslerden destek alıyor ve vokaliyle şarkıyı iyice şımartıyor. Evet, bir rock kaydı değil bu, indie pop veya belki de daha isabetli bir tabirle art pop. 
Dinleyin: Prince Johnny