Monday, June 29, 2009

ve blur glastonbury'de...


"she's so high"la girmişler, festivalin en büyük kalabalığını toplamışlar, damon albarn'a "vay, amma çok insan var burada!" dedirtmişler. beyefendi formundaymış, hep pozitif enerjiden bahsetmiş, çok keyif aldığını göstermiş. "parklife" için phil daniels sahneye gelmiş. iki bis yapılmış, birinden önce seyirci hep bir ağızdan "tender"ın nakaratını söyleyerek blur'ü geri çağırmış. "tracy jacks" bile çalınmış, "the universal" finalde ağlatmış(tır herhalde). miş, mış, muş... bir glastonbury toparlaması yapmak istiyordum ama blur hepsinin üzerinde şu anda.

setlist'i de verelim tam olsun (nme.com'dan alıntıdır):

'She's So High'
'Girls And Boys'
'Tracy Jacks'
'There's No Other Way'
'Jubilee'
'Badhead'
'Beetlebum'
'Out Of Time'
'Trimm Trabb'
'Coffee And TV'
'Tender'
'Country House'
'Oily Water'
'Chemical World'
'Sunday Sunday'
'Parklife'
'End Of A Century'
'To The End'
'This Is A Low'
'Popscene'
'Advert'
'Song 2'
'For Tomorrow'
'The Universal'

Sunday, June 28, 2009

grizzly bear- veckatimest


grizzly bear'in "veckatimest"i nete ne zaman düştü hatırlamıyorum bile. 2009'un başıydı adeta: şubat sonu veya mart başı olsa gerek. ed droste'yi (evet, droste diye okunuyor: bilmeyenler için fotoğraftaki en az indie rock görünen, en zlatan ibrahimovic'e benzeyen ve, en kameraya bakan, grubun lideri) deli eden bir "sızmaydı" bu. albüm internete düştükten sonra blog'unda bu konudan bahsetmiş, "harika olduğunu düşündüğümüz bir albüm yaptık, her şeyine kafa patlattık ve bunun internete düşmesi bizi biraz üzdü.. evet, 90'larda olmadığımızı biliyorum ama yine de insanların bu albümle ilgili ilk izlenimlerinin düşük kaliteli mp3'lerden olacağını bilmek, sonra bunun üzerine yorumlar yazacak olmaları hoşuma gitmiyor" yazmıştı.
...
evet, tanıdık bir serzeniş: zaten albümünün internete düşmesinden yakınan bütün grupların tek derdi de "düşük kaliteli mp3'ler." kızmıyorum droste'ye, belki de samimiydi, ama artık aynı nakaratı duymaktan gına geldiği için bu geyikleri duymak istemiyorum sanırım.
...
tuhaftır, droste'nin şikayet ettiği şey, grizzly bear'in yükselişinde önemli bir paya sahip oldu. mart ayının başından mayıs'ın sonuna, yani "veckatimest"in resmen piyasaya sürüleceği zamana kadar kadar geçen sürede albüm blogosphere katmanında müthiş bir ilgi gördü, kulaktan kulağa yayıldı ve daha günışığına çıkmadan 2009'un en iyi albümü ilan edildi. hızını alamayan bir adam da bu yükselişe müthiş bir katkıda bulundu: fleet foxes vokalisti robin pecknold twitter'ına gönderdiği "grizzly bear'a yürekten tebrikler, 2000'lerin en iyi albümü!" mesajıyla albümün hype'ına hayp kattı.
...
ve mayıs 26'da albüm çıktıktan sonraki yedi günde olanlar oldu. grizzly bear'in en iyi rüyasında göremeyeceği kadar müthiş bir ilk hafta satışıyla "veckatimest" billboard albümler listesinin 8. sırasındaydı! geçen yıl fleet foxes'ın yaptığını bu yıl grizzly bear yapmaktaydı yani, belki daha da fazlasıyla!

sevinmemek elde değil. burada iki yıldır yırtına yırtına söylediğimiz, "endüstri çöktükçe indie çıkıyor" geyiklerimize nefis bir argüman daha bulmuş olduk, bu bir. droste'nin sızlanmalarına rağmen mp3 indirmenin aslında müzisyenlerin o kadar da aleyhine olmayabileceği konusunda da bir koz geçti elimize, bu iki. üçüncüsü ve belki en güzeli ise, "veckatimest" gibi harika bir albümün hakkı teslim edilmiş oldu.
...
grizzly bear'in fleet foxes ve animal collective'e benzetildiğini çok okumuşsunuzdur. birbirine pek de benzemeyen iki grubu anımsatmak zaten tuhaf bir durum, ama kısmen hak da vermek lazım bu tanımlara. akustik ağırlıklı bir albümde tuhaf ses örgüleri yakaladığı için animal collective'i çağrıştırıyor, folk rock'a temasıyla fleet foxes'a yakın duruyor grizzly bear, evet. ama ne animal collective kadar dolambaçlı, ne de fleet foxes gibi sade bu şarkılar. ama naif ve sarıp sarmalayan vokal armonileriyle iki grubu anımsattığı da söylenebilir.
...
ama daha sıcak, daha yakın bir şeyler var grizzly bear'de. şarkıların oyunlu hallerinin içinde droste'nin vokalinde tarif etmesi zor, samimi, tanıdık bir his var. tüm özgünlüğüne karşın marjinal ya da ayrıksı durmak için kasmamışlar. "about face"in melankolisinde veya "ready, able"ın dile takılmamak için kaçıp duran ve içinizde birkaç damara saplanan melodisinde dinleyiciyle aynı seviyede çalan söyleyen bir grup hissi veriyorlar bana.
...
enteresan bir detay ise pecknold ile droste'nin bir defa bile karşılaşmamış olması. birkaç defa telefonda konuşmuşlar, ama bu yaz avrupa'daki festivallerde oradan oraya geçerken iki grubun yollarının en azından bir iki defa kesişmesi durumunda gecikmiş bir buluşmayı gerçekleştirecekler. bu arada droste de pecknold'a güzelinden bi bira ısmarlasın artık, hakkıdır!

jarvis glasto

jarvis cocker'ın glastonbury'deki performansı sırasında bir hayran sahneye atlamış dün akşam. haberi duyunca intikam arayan bir michael jackson fan'ı olduğunu düşünmemek mümkün değil elbette. ama meşhur brit ödülleriyle alakası yokmuş durumun, jacko'nun ölümüyle de. sadece bir jarvis hayranı çıkmış, "bu adam olmasaydı britpop bok gibi olurdu" demiş. jarvis de utanmış. böyle yani...

Saturday, June 27, 2009

naturally soulful

"It took me a while to realise that if you sing from your heart it's naturally soulful anyway."
(paul weller)

Friday, June 26, 2009

jacko

MICHAEL JACKSON
"King of Pop"
1958-2009

Thursday, June 25, 2009

üç yılda bir placebo

dün akşam kuruçeşme sahnesindeki ilk şarkısını çaldığında bile birkaç tespit yapmak mümkündü placebo ile ilgili. yuvarlak hesap 15 yıldır bu işin içinde olmalarına, yanlarına 22 yaşında bir punk oğlan almalarına, hatta 33 derece istanbul sıcağında çalmalarına rağmen janti giyimlerinden vazgeçmiyorlardı, bu bir. yeni davulcu steve'in "kitty litter"ın sert gitarlarının altına döşediği vuruşlar elemanın uyumunu göstermesi açısından artı puandı, bu iki. ve parçanın sonlarındaki "i need a change of skin" bölümündeki vokal ve alkış katılımı gösteriyordu ki placebo sevenler bu ülkedeki en sağlam ve adanmış kitlelerden birisiydi, bu da üç.
...
"battle for the sun" resmi olarak çıkalı iki, internete düşeli üç hafta olmuştu, ama şarkılara katılım nefisti. ekşi sözlük'te eleştirilen bağırış çağırış konusunda rahatsız olmadım, arkalarda olmama rağmen (her placebo konserini biraz daha uzaktan izliyorum, hadi hayırlısı) normalde bira içip geyik yapmak için gelen kuruçeşme tayfası yerine şarkıyı söyleyen, el çırpan bir kitle vardı. önlerdeki coşku da arkadan gayet güzel görünüyordu. rock konseri izleyici katılımıyla güzeldir efendim! kitlesel enerji, kalabalığın coşkusu, toplu çığlıklar, alkışlar olmadığı sürece bir anlamı yoktur bu işin. placebo'nun bu konuda cephanesi sağlamdır, stadyum rock klişelerine düşmeden singalong şarkıları yazabiliyorlar, ama grup kadar kitlenin de hakkını vermek gerekir kanaatindeyim.
...
placebo konserlerinde hep burun kıvırdığım husus, konserin yarısını son albümlere yükleyip, eski albümleri sevenlere sürpriz bırakmamalarıdır. dün de durum değişmedi. ama bu kategoriye girebilecek yegane şarkı olan "blackeyed"ı çaldıklarında izleyicinin enerjisi belirgin ölçüde düştü. demek ki son üç albümü seven kitle çok daha yoğun türkiye'de. bırakın arada "ask for answers" ya da "the crawl" gibi sürprizlerle dağılmayı, artık "36 degrees" veya "slave to the wage" gibi eski hit'ler bile yer bulamıyor kendilerine placebo setlerinde. tuhaf, çünkü şu an "battle for the sun"dan baştacı edilen şarkıların da yüzüne bir sonraki turnede bakılmayacak. ya da "meds" ile "sleeping with ghosts"ta olduğu gibi değiştirilerek çalınacak. artık altı albümü olan bir grup olarak genel dağılımı daha iyi yapmayı öğrenseler keşke.
...
toparlayalım, brian'ın saçı beğenilmemiş ama kılığı kıyafetiyle uyumluydu bence. stefan'ın cool'luğu yine harikaydı. steve'in varlığının getirdiği enerji iyiydi. kemancı, ikinci gitaristin sound'u zenginleştirmesi, molko-olsdal ikilisinin altını iyi doldurdu. "special needs" yine can yaktı. placebo bir gün gecikmeli de olsa 3 yıl rutinini bozmadı, benim de bu adamlarla aşk/nefret ilişkim bitemedi. 2012'de istanbul'un başka bir mekanında yine gidip karmakarışık hislerle izleyeceğimden eminim placebo'yu. sahneden birazcık daha uzakta da olsa.

Wednesday, June 24, 2009

nida ve milliyet.com.tr

daha ne kadar alçalabilirsin internet basını! yazıklar olsun milliyet!

müzik tarihinden üçlemeler pt. 2




(emf - cha cha cha)

Tuesday, June 23, 2009

bir 21. yüzyıl şizoid albümü


green day baskı altında iyi sonuç veren bir grup değil. kariyerlerinin en iyi albümlerini de beklenmedik anlarda vermeleri bu yüzden anlamlı: 1994'teki "dookie" öncesinde lokal olarak bile pek tanınmayan bir ekiptiler, 2000'deki rock'n'roll tavırlı "warning"i hazırlarken spotlar üzerinde değildi, ("nimrod" için de benzerini söylesek başımız ağrımaz) "american idiot" çıkarken kimse hiçbir şey beklemiyordu onlardan. blink 182'nun altında çaldıkları bir turneden sonra çıkmış bir albümden bahsediyoruz burada!
...
"american idiot" doğru zamanda, doğru yerde çıkmasının ötesinde büyük bir albümdü. green day'in neredeyse küllerinden doğduğu, uzun ömür konusunda yeni kuşak ramones'luğa giden yolda olduğunu gösteren bir işti. bugün bakınca 2000'lerin en büyük rock albümü olarak değerlendiriyorum "american idiot"ı. "jesus of suburbia"yı da rock tarihine yazmakta sakınca görmüyorum.
...
şimdi bakalım, "warning" bir milyon bile satamamıştı, "american idiot" 14 milyon eve girdi. devasa turnesiyle, dvd'siyle, arkasından gelen u2 düetine yol açışıyla, green day'i yeniden büyükler ligine sokan albüm olduğu zaten malumu ilam etmek olur. ama tüm artılarının yanında bir soru işareti de getirdi "american idiot," bir sonraki adımda bunu nasıl aşabileceklerdi?
...
beş yıllık arada billie joe armstrong'un kendisini fazlasıyla hırpaladığı her yerde yazılıp çiziliyor. kayıtlar sırasında içindeki karanlığa daldığını, "21st century breakdown"ın konseptini üzerine kurduğu iki kişi olan gloria ile christian'ı oradan çıkarttığını anlatıyor sağda solda, her zamanki gibi konuşurken ya tavana ya da yere bakarak. işin ilginci, green day tarihinde ilk defa billie joe'nun grubu olduğu genel olarak kabul görmüş durumda. yıllardır yanında çalan mike dirnt bile billie joe'ya hizmet etmek için orada oldukları anlamına gelen laflar ediyor, tré cool onu paul ve john'un tek vücuttaki hali olarak anlatıyor.
...
armstrong'un bu albümü yaparken plaklarına daldığı, sık sık bir yol gösterici aradığını görmek mümkün. bir adamdan çıkmış bir çifti anlattığı için zaten kendi içinde "21st century breakdown" son derece karışık bir kafanın ürünü yani. 2000'lerin pete townshend'i rolünün o kadar kolay olmadığı ortada.
...
kanımca "21st century breakdown"ın sorunu da, erdemi de bu iddialarında, hırsında yatıyor. "american idiot" gibi bir kuşağın sesi olan, "quadrophenia"nın 70'lere yaptığını 2000'lere yapmak isteyen bir albüm bu. çok fazla şey olmak istiyor "21st century breakdown."
...
intro hüviyetli "song of the century"nin hemen arkasından gelen isim şarkısında amacına ulaşabileceğinin sinyallerini veriyor "21st century breakdown." kendi içinde farklı duraklara uğrayan, hem sert, hem duyarlı noktalara dokunan ve politik olarak elini en baştan korkak alıştırmayan ("working class hero" göndermesini ıskalamak mümkün değil) bir şarkı bu. "¡viva la gloria!" albümün en iyilerinden, büyü gibi bir şarkı. green day'in hep yapması gereken power pop şarkısı. "peacemaker" ve "¿viva la gloria? (little girl)" biraz aynı yolun yolcusu olsalar da nefis parçalar: her ikisi de meksika sıcağı yemiş şarkılar, ikisi de (özellikle ilki) single çıkarsa hit olmaya mahkum. "last of the american girls," "the static age," "see the light" derken albümün büyük çoğunluğu iyi şarkılardan oluşuyor aslında.
...
ideolojik olarak da sorun yok. hatta springsteen, u2, dylan gibilerinin ortalığı obama pembesine boyadığı bugünlerde birisinin bol fuck'lı cümlelerle aslında hala çamurun dibinde olduğumuzu anlatmasına ihtiyacımız var ve armstrong bu "birisi."
...
sorun, "21st century breakdown"ın bu kadar hırslı bir albüm olmasında. "the wall," "... ziggy stardust ...," "tommy" olmak istiyor bu albüm. fakat kondisyonu 70 küsur dakikaya yetmiyor. içerisindeki onca güzel şarkıya rağmen arada "21 guns" gibi bir "boulevard of broken dreams" kopyasını, "horseshoes and handgrenades" gibi yorgun bir hives şarkısını duyunca, birbirini tekrar eden temalara denk geldikçe (yaklaşık 40 dinleyişten sonra hala "last night on earth" ve "before the lobotomy"yi ayırt etmekte güçlük çekiyorum) kaydın iddiası biraz yarı yolda kalıyor. ve bunun en büyük sebebi olarak da grubun kendi kendisini baskı altına sokmasını görüyorum.
...
ama yıllardır "20 yılın en büyük albümünü yapıyoruz" gibi helyum dolu açıklamalarla piyasaya dağılan the killers, razorlight gibileri düşününce green day'in çabasına saygım artıyor. her şeyiyle çok emek verildiği belli bir iş çünkü bu, ve ciddiye almamanın daha cool göründüğü, klasik rock ahlakının demode bulunduğu zamanlarda 14 yaşındaki teenage punk'lardan 20'lerin sonundaki geek'lere ve yaşı daha ilerlemiş rocker'lara üç episodlu, din-politika-muhafazakarlık karşıtı bir rock opera sunup eli yüzü düzgün bir iş çıkartabilmek hiç de az iş değil. "21st century breakdown" bu yüzden yüzde 70 civarında bir başarı sağlıyor. green day'in en iyi üç albümü arasında yer almayacak olması ise grubun sadece iki albümden ibaretmiş zannedilen parlak katalogunun başarısı aslında.

müzik tarihinden üçlemeler pt. 1

mudhoney

bu yazın enteresan etkinliklerinden birisi, antalya'da düzenlenmesi planlanan wakeupnow festivaliydi. mudhoney ve napalm death gelip antalya sıcağında çalacaklardı, olmadı. festivalin seneye ertelendiği söylendi. benim de mudhoney'nin kült vokalisti mark arm ile bir ay önce blue jean için yaptığım röportaj güme gitmiş oldu. gitmesin...

CANEY CANEY CANEY, İŞTE MUDHONEY!
WakeUpNow’ın en önemli iki konuğundan birisi grunge’ın gizli kahramanlarından Mudhoney. Böyle olunca grubun lideri Mark Arm’a telefon açıp ifadesini almak farzdı. İstanbul’da akşam olmuştu, fakat Seattle'da sabahın ilk saatleriydi...

Günaydın Mark. Daha önce uğramadığınız bir ülkede konser verecek olmak size neler ifade ediyor?
Gerçekten çok fazla şey. Enteresandır, ne kadar uzun süre ortalarda olursak o kadar kapı açılıyor bizim için. Türkiye'den hiç teklif almadık daha önce, ama 90'lı yıllarda Almanya'da yaşayan bir Türkle tanıştığımı ve onun sürekli "Türkiye'ye gelmelisiniz!" dediğini hatırlıyorum. En çok yaklaştığımız buydu! (Gülüyor) Süper heyecan verici bir olay bizim için.
Grunge’ın öncülerinden birisiniz. 1990’lar başında Seattle’da büyük rock hareketi oluşurken içinde olmak nasıldı?
Aslına bakarsan bu konuyu pek de düşünmüyorum, röportajlar dışında, çünkü bu bana çok soruluyor. Biz Mudhoney'yi kurduğumuzda bir punk grubu olarak düşünüyorduk kendimizi. Ama deri ceketli mohawk saçlı kalıpları içinde bir punk grubu değil. The Replacements gibi bir rock'n'roll grubu da, Butthole Surfers gibi çılgın, psychedelic, gerçekten tuhaf bir grup da punk rock'tı benim için. Biz bu alanın içine yerleştik işte. Post-punk mı denir artık ne denir, bu kategoriler ne anlama geliyor bilmiyorum zaten. Seattle'daki müzik sahnesindeki arkadaşlarımız da kendilerini böyle görüyorlardı, çok daha eski bir geleneğin parçası gibi.
Grunge sorusunu özellikle sormamın sebebi şu: Tahminimce Türkiye'de sizi izleyenlerin içinde Mudhoney'yi fazla dinlememiş ama grunge hayranı olduğu için gelenler de olacak.
Bence bu harika. Sadece şunu söyleyeyim, Antalya'da hava yazın çok sıcak olacak değil mi? Gelecek olanlar, oduncu gömleklerinizi giymeyin yeter!
Sizin kuşağınızdan birçok grup milyonlarca albüm sattı, ama siz onlardan birisi olmadınız. Diğer yandan, o grupların birçoğu artık ortada yok, siz ise hayatta kalmayı başardınız. Bununla ilgili nasıl hissediyorsun?
Çok şanslı hissediyorum! En başından beri hit şarkıları olan bir grup olmayacağımızı biliyorduk. Benim sesim de mesela bir Kurt Cobain'in ya da bir Layne Staley'nin seviyesinde değildi, ya da Chris Cornell'in sahip olduğu tekniğe asla sahip değildim. (Uzun sessizlik) Ama Screaming Trees de Mark Lanegan ile o dönemin en iyi vokalistlerinden birisine sahipti, ama onların da bir tane minör hitleri oldu: 'Nearly Lost You.' Bilmiyorum bundan ne çıkarabiliriz. Mesela İngiltere'ye gittiğimizde bize sorarlardı: "Zengin rock yıldızları olduğunuzda paranızla neler yapacaksınız?" "Biz zengin rock yıldızları olmayacağız ki!" diyorduk. Ait olduğumuz müziğin tarihini biliyorduk. Bizim soyumuz The Stooges veya New York Dolls'tu, beter olası Eagles ya da Billy Joel değildi ki! Benim gerçekten çok çok çok çok sevdiğim grupların çoğunun hiçbir zaman hit şarkısı olmadı. Birkaç istisna elbette var, Neil Young veya 1974'e kadarki The Rolling Stones gibi.
O dönemin kült firması Sub Pop’ta çalışıyorsun şu anda. Bu nasıl oldu?
Burada çalışmak isteyip istemeyeceğimi sordular, ben de tamam dedim ve işi kaptım! Unvanım "depo yöneticisi" ama depoda benden başka kimse yok, dolayısıyla kendi kendimi yönetiyorum. Kolay iş aslında: Albümleri dükkanlara ve dağıtımcılara gönderiyorum, stokları kontrol ediyorum falan.
Eminim defalarca sorulmuştur ama merak ediyorum: Grunge terimini ilk defa kullananın sen olduğu doğru mu?
Bunun sorumluluğunu almayı reddediyorum! (Gülüyor) Bu terim ben daha gitar çalmaya başlamadan önce etraftaydı, müzik eleştirmenleri "grungy" (pasaklı) tanımını kullanırlardı. Bir temizlik malzemesi reklamında "Banyonuzdaki kirleri (grunge) temizleyin!" dendiğini bile hatırlıyorum! Yani bu kelime benden çıkmadı.

Monday, June 22, 2009

efes pilsen one love 8

ilk gününü kaçırmıştım efes pilsen one love'ın, ama sadece akşamında da olsa ikinci güne katıldım. klaxons, m83 ve tricky'nin iyi olduğunu duydum farklı yerlerden, ama cumartesi santralistanbul boşmuş. pazar ise inanılmazdı. one love tarihinin moby konseriyle beraber belki de en kalabalık günüydü (parkorman'la santralistanbul'u kıyaslamak zor gerçi). cumartesi pazara göre çok daha prezentabl bir gün olmasına rağmen bu kalabalığın açıklaması röyksopp'tu. evet, bu norveçli elemanlar gerçekten çok seviliyorlar türkiye'de.
...
insanlar aradıklarını buldular mı bilmiyorum. dans etmek isteyene de, arkalara geçip chill out kafası yaşamak isteyenlere de istediklerini verdiler. "remind me," "poor leno" ve "what else is there?"in gördüğü ilgi de etkileyiciydi, ama yine de grubun sahnesinin daha etkileyici olması gerektiğini düşünüyordum. klipleri bu kadar yaratıcı bir grubun ışıklandırmada bile bu kadar zayıf olmasını yadırgadım. sahne eksikliğini kapatan anneli drecker oldu elbette. taa 2002'de a-ha'nın "lifelines"ında morten harket ile yaptığı "turn the lights down" düetinden beri takipçisiyim, sahnede albümden bile etkileyiciydi.
...
starsailor enteresan bir grup. aynı yolun yolcuları gibi göründükleri coldplay aldı yürüdü zaten, kendilerinden sonra parlayan snow patrol ile keane de yıldızlığın sefasını sürüyorlar ama bu çocuklar mütevazılıklarının ve ikinci-üçüncü albümleri civarında attıkları bir iki adımın cezasını çektiler sanki. "love is here" sonrası onlar için limit gökyüzüydü sanki. h2000'de onlarla yaptığım bir röportajı hatırlıyorum. "2000'lerin en parlak ilk albümlerinden birisini yaptınız" dediğimde utanarak gülümseyip teşekkür etmişlerdi. ikinci albümde phil spector'la çalıştılar, iyi de şarkıları vardı, ama olmadı işte. birden rüzgar değişti, "uncool" oldular. hala geri dönmeye çalışıyorlar.
...
türkiye için durum daha da farklı. nedense izleyicimiz starsailor konusunda fazla şımardı. daha vasat gruplara gösterilen ihtimam onlara gösterilmiyor sanki. gerçi "alcoholic"teki vokal katılımı iyiydi, ama genel olarak geyik yapılan ve arada sahneye bakılan bir konser olarak görüldü gibi. neyse, bu da james walsh ve tayfasının bileceği iş.
...
bu yıl en güzel line-up'larından birisine sahipti one love, özellikle önceki yıl yarattıkları ufak hayal kırıklığını unutturdular. peter gabriel'dan moby'ye, manu chao'dan morrissey'e, beastie boys'dan black eyed peas'e kadar onlarca harika gece yaşattıkları istanbul'un bu festivale ihtiyacı var çünkü.

Friday, June 19, 2009

londra'da bir hafta içi akşamı: the week that was ve diğerleri


jarvis cocker + the horrors'ın troxy'deki konseri sold out'tu, kings of leon'un o2 arena'daki performansı için karaborsacılara 175 pound (!!) vermeyi gözüm yemedi, gözü geçtim, bütçem de kaldırmazdı zaten. blur'ün, pixies'in gizli konserlerini de ertesi sabah nme'den okuyoruz, bir türlü zamanında harekete geçemedik. çarşamba akşamı güzel bir grup izlemek için son şans the week that was'ın borderline diye ufak bir kulüpteki konseriydi.


geçen yılın keşifleri arasında yer alan, hatta debut albümlerine yıl sonu listemde de 34 numarada yer verdiğim bir gruptu the week that was. alternatif rock'ı progresife yaklaştıran bir müzik yapıyorlar ama prog rock'ın klişelerinin tuzağına düşmeden. enstrüman hakimiyetleri yerinde, ama "bakın biz virtüözüz!" diye altını çizmiyorlar yaptıkları için. peter brewis'in araştırıcı akorlarıyla sürükleniyorlar. konserde de normalde prog rock terimini duyunca koşarak uzaklaşacak bir grup insana çaldılar.
...
aslında daha çok ünlü olmamalarının sebebi biraz da bu. the secret machines de, cave-inn de, battles da indie rock'ı matematikselleştiren veya progresifleştiren albümlerle takdir topladılar, ama bu müzik arenaların müziği değil neticede. londra'da bir hafta içi akşamında 200 kişiye çalmaktan daha iyisini hak ettikleri de kesin ama.


kendi halinde güzel ve samimi bir folk yapan genç şarkı yazarı theoretical girl de, sunderland'li tayfayla aynı plak şirketini (memphis industries) paylaşmanın da etkisiyle geceyi açtı. kısa performansında baymadı, germedi, hatta fazla duygusallıktan cheesy'leşmedi, iddia ettiği gibi. albümü "rivals" ve önceden ortalarda dolanan bir dolu ep'si piyasada. bu hafta sonu glastonbury'de de (bu sefer grubu the equations'la) çalacak, belki ondan sonra yolu daha da açılır.



dan michaelson & the coastguards gecenin ikinci sırada çalan grubuydu. smog, lampchop gibi gruplardan etkilenmiş gibi duran, nasıl ingiliz olduğuna anlam veremeyeceğiniz kadar amerikalı bir alt. country yapan bir tayfa. dan michaelson'ın tom waits-vari, lekeli bir ciğerden çıkan sesi enteresan tabii, ama ben en çok fotoğrafta yakında duran gitaristi sevdim, süper slide çalıyordu.

böyle işte. epeyi low key bir konser de olsa, hem sevdiğim bir grubu izlemiş oldum, hem de iki taze grubu tanıdım. 8 pound'a daha iyisini bulmak da pek kolay değil tabii!

Wednesday, June 17, 2009

blur'ün gizli konseri

bu iki resim arasında bir benzerlik var, ikisi de londra'daki meşhur rough trade east'te çekildi. bir zamanlar the smiths'e ev sahipliği yapmış plak şirketi, daha sonrasının ise müzikmarket zincirleri fırtınasına ve mp3 devrimine karşı koyabilmeyi başararak kült seviyesine erişmiş müzik dükkanı. alttaki resim pazar gününden, üstteki resim pazartesi akşamından. alttaki resimdeki benim, üstteki ise blur.
...
pazartesi akşamı yeni döneminin ikinci konserini verdi blur. günün sabahında graham coxon'ın twitter'ından verdiği işaretle koşup bileklikleri kapan 170 tane hayran pazartesi akşamı rough trade'de bu müthiş olaya tanıklık ettiler. çoğu zaman ya geç, ya yanlış, ya da eksik yaparım bir şeyleri. bu sefer geç değil, erkenciydim. ama yanlış ve eksik bakiydi.
üzüldüm mü? tabii ki! 24 saat farkla blur'ü canlı izleme fırsatını kaçıran kim üzülmez? ama böyle fırsatların bir değil, yılda 365 kere yaşandığı kentte yaşamıyor olmak, işte o daha çok üzen...

Tuesday, June 16, 2009

"transformers: revenge of the fallen" london premiere


megan fox at her ugliest but still kinda cute, shouting "i'm so sorry" to the fans for having to stop greeting them, due to london rain.
......
...

Friday, June 5, 2009

işten sevgiler..

heyyoo, işten blogger'a girebiliyorum bugün; üzümünü yiyip bağını sormama taraftarıyım.. üstelik işler yavaşladı ve ben bu akşam 9 günlük bir izne çıkıyorum.. önce istanbul, sonra yalova (aka: yatış)..

uzun zaman oldu buraya yazmayalı, hatta bloga girmeyeli.. çetin'in "yaşlandığını anlama" yazısına cevap vermek istiyorum öncelikle: aynı şeyi ben de bikaç ay önce yaşamıştım, hatta son derece gıcık bi şekilde duvara vurmuştum.. sonra utandım kendimden tabi ama uyuyamamanın aksiliğiyle yaptım işte.. neyse ki ben de hala yer yer uyarılıyorum, o yüzden geçiş aşamasındayım diyebilirim..

ha bu arada, the cure öldü, morrissey yaratıcılık eksikliği sendromundan muzdarip, doves yeniden doğuş peşinde, built to spill'ın yeni albümü gelse keşke..

kalın sağlıcakla..

Thursday, June 4, 2009

90lar ucuz popunda seks

......

Tuesday, June 2, 2009

pepsi!?

fakat pepsi'nin yeni reklam yüzünün seda sayan olması? fakat "pepsi yaşatır seni pepsi" diye giden jingle'ı nil karaibrahimgil'in yazmış olması?
...
"think global act local"ın yeni bir yorumu mu bu? mcdonald's'ın dürümü gibi... reklam felaket, ama daha felaketi melodinin dile takılması...

noel gallagher

"elimde olsa yeniden yaşamak isterim anlamında değil, oradan geçtim, bitti. ama oasis'in ilk günlerinden knebworth'e kadar olan her şey yeniydi. o günden sonra hayatımda daha önce yaşamadığım hiçbir şey yaşamadım. artık wembley'ye bir limuzinin arka koltuğunda giderken 'bir rockstar'ım' diye düşünüyorum. o zaman öyle değildi, her anında karnımda kelebekler uçuşuyordu."
...
noel gallagher'ın q'da yayınlanan muhteşem söyleşisinden bir paragraf. belki de geleneksel rockstar'lığı yaşamış son gruplardan birisinin lideri olduğu için, bir de harbiden açık sözlü olduğu için noel'in söylediklerine önem veririm hala. "liam'ı sevmiyorum" dediğinde de inanıyorum o yüzden. dediğine göre henüz birbuçuk yaşındaki oğlunu liam görmemiş. noel "o adamı" evinde istemiyormuş çünkü. "çocukluğundan beri bir şeylere kızgın"mış liam.
...
"her zaman böyleydi. sanki çorbalarla dolu bir dünyada elinde çatal varmışçasına sinirliydi. ne bileyim, konser öncesinde özel soyunma odasındaki kül tablasının rengini beğenmediği için kavga çıkartmayı anlamıyorum. hatta ben özel soyunma odası istemesini de anlamıyorum. bob marley'nin wailers'tan ayrı bir odası olduğunu düşünmüyorum. bence hep birlikte aynı odada beklerlerdi onlar."