Friday, October 30, 2009

kral'ın vedası: this is it

bundan yarım yıl kadar önce michael jackson vedasını "this is it"le yapacağını açıklamıştı. hayat ya da kader, ne derseniz deyin, bir şekilde yine "this is it"le veda ediyor popun kralı. ne yazık ki başka bir biçimde.
...
michael jackson'ın 50 konserlik maratonuna hazırlanırkenki prova görüntülerini içeren "this is it" gösterimde. normalde jackson'ın kişisel arşivi için çekilen, çok çok dvd extra'ları olabilecek görüntülerin şu anda sinemalara gelişi tabii ki kral'ın ölümüyle alakalı. ama içeriğinde zamanımızın en büyük entertainer'lardan birisine dair öyle ipuçları var ki, iyi ki görmüşüz dedirtiyor.
...
filmi izlemeden önce michael jackson'ın "this is it" konserlerinin ne kadar büyük olmasını istediğini hatırlamak gerek. ölümünden sonra rolling stone'un yayınladığı bir araştırmada yakınları jackson'ın bu turu nasıl gördüğünü anlatıyorlardı. menajeri frank dileo'ya "bunu dünyadaki en büyük gösteri yapmalıyız" demiş, tur direktörü kenny ortega'ya ise "konser başladığında alkışlamalarını istemiyorum. herkesin çenesini yerlere düşürmek istiyorum" diyerek açıklamıştı vizyonunu. böyle büyük bir iddianın altını doldurmak için ne kadar incelikli çalıştığını "this is it"te görmek mümkün. michael jackson'ı aklı bir karış havada, müziği unutmuş kendi dertlerine dalmış, düşmüş bir star olarak göstermeyi seven medyayı bir kenara bırakın. michael jackson konserlerindeki her ayrıntının üzerinden defalarca geçecek kadar bilinçli ve şovuna hakim bir adam. popstarlar hakkında düşündüğümüz "her şeyi planlayan adamlar var, öndeki starlar sadece bir ürün" gibi genellemeleri paramparça edecek kadar hakim hem de.

müzik konusunda ise bundan bile mükemmeliyetçi. şarkıları stüdyoda yarattığı gibi (kendi deyişiyle de "insanların duyduğu haliyle") duyulması için inanılmaz gayret sarfediyor. davulcusuna, klavyecisine (şovun müzikal direktörü michael bearden), vokalistlerine müziğini anlatmak için dakikalarca uğraşıyor. ama bunu yaparken de sevimliliği ve kırılgan kibarlığı üzerinde. nadiren onlara kızdığını hissediyorsunuz, ama michael'ın siniri gerçekten normal insanların dünyasında şevkate denk düşecek kadar yumuşak. kulaklığındaki sesin çok yüksek ve rahatsız olduğunu söylerken "kulağım yumruklanıyormuş gibi hissediyorum," diyor mesela. "sevgiyle yapalım. sevgi. S-E-V-G-İ." michael jackson'ın tüm bu çalışmalar sırasında ne kadar formda ve sağlıklı olduğunu görmek de şaşırtıcı, dahası kahredici.
...
"bu turne gerçekleştirilebilseydi neye benzeyecekti?" sorusunun cevabını "this is it"teki görkemli çalışmalardan anlayabilir hayranlar. ama kanımca bu belgesel çok daha değerli bir şey veriyor: michael jackson gibi, çağımızın gördüğü en gizemli, en mitik kişiliklerden birisini doğal haliyle görme imkanını. ne yazık ki, michael jackson belki de akılalmaz büyüklükteki şöhretinin bir bedeli olarak hayatını kaçarak, saklanarak geçirdi. "this is it" hayranlarına michael'ı bu kadar yakından görmek için verilen ender fırsatlardan birisi. keşke bunu hayattayken de deneseydi! kendisini sevenlerden bu kadar uzakta durmasaydı, sadece müziğini ve yeteneğini değil, kişiliğini de daha yakından tanımalarına fırsat verseydi demeden edemiyor insan.

Thursday, October 29, 2009

kings of convenience - declaration of dependance

fark ettiniz mi bilmiyorum, kings of convenience'ın albümün en iyi şarkısını en başa koymak gibi bir alışkanlığı var. önce "winning a battle, losing the war," sonra "homesick" ve nihayet "24-25." artık koşullanma mı oldu bilemiyorum ama ilk turlarda "declaration of dependance"ın en sevdiğim parçası ikilinin "yaş" mevzuuna dair tatlı dille yara açtığı bu şarkı oldu.
...
kings of convenience hüznü sever, ama onların "mrs. cold" gibi hınzır hınzır gülümseyen şarkılarını da sevenler az değildir. o kanadın da takipçisi şarkılar var yeni albümlerinde. doğrusunu söylemek gerekirse kings of convenience'tan beklenenleri yerine getiren bir albüm zaten "declaration of dependance." sürpriz yapmıyor, ama kings of convenience'tan çok da sürpriz beklendiğini sanmıyorum. "know how" veya "i don't know what i can save you from" gibi ilk dinleyişte vuran, ileriki seferlerde de sözleriyle her seferinde ayrı darbeler indiren parçalar var mı derseniz, o pek yok işte bence. daha içine kapanık, emek isteyen bir albüm. ama su gibi arpejler ve müzik tarihinin en uyumlu vokal duo'larından erlend oye ile eirik glamboek boe'nin insanı dipten ve derinden vuran sesleri sayesinde insanın elinin bol bol gittiği bir albüm bu. dolayısıyla dinlene dinlene gizli favoriler de su üstüne çıkacaktır. "24-25" dışında "peacetime resistance" onlardan biri oldu bile. sözleriyle de "me in you." bir düşünün, şu naiflikte kaç dize okudunuz ki son zamanlarda: seni izliyorum şimdi / bir elinde bir kale kuruyorsun / diğer elinle de yıkmaya çalışırken.

Tuesday, October 27, 2009

ian brown - my way

the stone roses boşanması gerçekleştiğinde çocuklar da paylaşıldı tabii. manchester efsanesinin inceliği john squire'da kaldı olabilir ama delikanlılığı (manchester ağzıyla swagger'ı) ian brown'la yaşamaya devam ediyor.
...
üstadın son albümü "my way" harika bir şarkıyla, "stellify"la açılıyor. ian brown'ın son yıllarda izlediği yolu özetleyen bir şarkı: minimal melodiyle adeta rap'e yaklaşan bir hava ve ister istemez insanda kolu bacağı kafayı popoyu oynattıran bir groove. "marathon man" ve "own brain" gibiler de ortaya koyuyorlar bu çizgiyi. önceki ian brown işlerinden ayrılan nokta ise orkestrasyonun sonunu synth'lerin alması. ama "in the year 2525"ta üflemelilerle yakalanan eşsiz atmosferi de unutmamak lazım. geçen aylarda radyo eksen sayesinde fark ettiğim nefis bir şarkı bu, bir fütürizm klasiği (şu an dinleyince retro-fütürizm oluyor tabii). zager and evans'ın orijinal versiyonu da bir acayip ama ian brown kendi dokunuşunu katmış şarkıya.
...
albümün yılıdızı ise "always remember me." en derinden gelen sesiyle başlıyor brown şarkıya, ağır ağır yükselen atmosferle birlikte etkileyici bir yoğunluğa erişiyor. motown ruhuna sahip "so high"a da dikkat.
...
"my way" iyi bir albüm, ian brown'ın denemekten sıkılmadığını gösteren bir kayıt. yalnız her şey bir yana, feci kötü bir kapağı var.

Monday, October 26, 2009

filmekimi 09 günlüğü #2

che 1 - arjantin / che: part one (steven soderbergh)
che 2 - gerilla / che: part two (steven soderbergh)
¡hasta la victoria siempre!
...
steven soderbergh'e sempati duymamak mümkün değil. istese "ocean's fourteen" ve "ocean's fifteen"i çekebileceği, las vegas'ta kaymak gibi ortamlarda aylarını geçirebilecekken yapımcılığını ve görüntü yönetmenliğini de (malum, peter andrews mahlasıyla) kendisinin üstlendiği bir projeye girişiyor. benicio del toro dışında (ufak rollerdeki julia ormond, matt damon ve rodrigo santoro'yu da kenarda tutarsak) bir tane ünlü oyuncu olmadan yapıyor bunu. üstelik hollywood'un sevdiği gibi, salma hayek, javier bardem, antonio banderas, luis guzman, alfred molina gibi onlarca hispanik asıllı oyuncuya rol verip gişe artırma ihtimalini de kenara atarak. latin amerika kırsalına kendisini veriyor ve hırsla, tutkuyla çalışıyor. bunu "epik bir macera," "kahramanlık öyküsü" olarak çekmiyor. kafasında "film" çekmek var, ve bunu yapıyor.
...
bunu kenara koyduktan sonra ortaya çıkan işe bakalım, iki film arasındaki farkları ortaya koyarak. birinci film "arjantinli," guevara'nın castro'nun emrinde küba'da yaptığı devrime odaklanıyor, ama ileri ve geri gidişlerle geniş bir che portresine ulaşıyor. ikinci filmde ise soderbergh ilk filmde bıraktığı yerden devam ediyor, che'nin devrimi latin amerika'ya yayma fikrinden. bu içerik farkı, biçimsel farklar da yaratıyor. soderbergh açık şekilde ilk filmi daha geniş açılarla, kimi zaman karanlık ama sıcak tonlarla çekmiş. "gerilla"da ise daha kuru, mat görüntüler var. sürekli elde taşınıyor kamera ve daha dar çerçeveler var. bu tercih tarihsel bilgiye sahip olmayan izleyiciye dahi filmin nasıl ilerleyeceğinin hissini veriyor aslında. "arjantinli"de coşkulu bir şekilde, gümbür gümbür geliyor devrim. "gerilla"da ise bolivya'daki devrim çabasının küba'daki kadar kolay olmadığını her an hissediyor izleyici.
...
"gerilla"da "arjantinli"deki sıçramalı kurgu yok. ayrıca ritm olarak da ilk filmin hızını ikinci filmde bulmak mümkün değil. "arjantinli"de adeta iki filmlik malzeme iki saate sığmaya çalışırken "gerilla"da bu, iki filmin güçleri arasındaki farkın en büyük sebebi kanımca.
...
soderbergh'in röportajlarını okursanız bunca tercihi ve çok daha fazlasını görüp usta bir yönetmenin filmini nasıl işlediğine tanık olmanız mümkün. bir noktada benicio del toro'ya fazla yakın plan almama tercihini şöyle açıklamış: "bu kadar kolektivist bir insanın filmini çekerken ona odaklanmak, che'yi tamamen yanlış anlamak olurdu." tek kelimeyle nefis!
arjantinli 8/10
gerilla 7/10
...
polytechnique (denis villeneuve)
kanlı çarşamba
...
bilinen en büyük okul katliamlarından birisi, aynı zamanda tarihin en mizojenist eylemlerinden birisi. gerçek bir olaydan hareketle kurgusal bir iş çıkarmak aslında fazla manipülatif olduğu için biraz burun kıvrılabilecek bir durum, ama yine de "polytechnique" ajitasyondan uzak durmaya özen gösteriyor. şiddet sahnelerine gelince, "aşırı gösterme" ya da "hiç göstermeme" gibi keskin bir tavrı yok. sadece (sapıkça bir ifade olacak ama) eldeki sinemasal malzemeye ihanet etmiyor ve birkaç şoke edici sahne sunuyor. bunu sömürü boyutuna getirmemesi filmin artısı.
kanada'da gerçekleşiyor olmasıyla douglas coupland'ın "hey nostradamus!"unu da açık şekilde anımsatıyor "polytechnique." her iki eser de katliamdan sonrasına değiniyor ama "polytechnique"te "ne olabilirdi?" sorusu da sorulmaya çalışıyor. iki eksisi var yalnız. birincisi "elephant" sonrasında "okul katliamı" konseptinin giderek bir alt-tür haline dönüştüğü zamanlarda gelmesi. bununla bağlantılı olarak ikincisi, filmin karakterlerine yeterince yakın duramaması. yine de etkileyici, şiddet, feminizm, gençlik konuları üzerine düşünülebilecek ve aslında çok da bilmediğimiz bir olaya dair bir şeyler öğrenebileceğimiz bir film olması açısından değerli.
6/10
...
cennette beş dakika / five minutes of heaven (oliver hirschbiegel)
azrail'e beş, warhol'a onbeş!
...
oldukça ilginç bir film bu. bir anlamda "polytechnique" gibi, bir cinayetin sonrasına odaklanıyor "cennette beş dakika." konusuna çok dalıp izleyecek olanların keyfini kaçırmak niyetinde değilim ama şık bir fikir var. olasılıklara açık bir çıkış noktası: salya sümük ağlatabilecek potansiyel de var, nefes nefese izlenecek intikam olasılığı da. durgun bir kurguyla iki karakterin psikolojilerine eğilmek de şık bir tercih. ama karakterler yeterince derinleşmeyince, eldeki iki büyük oyuncunun üzerinde bile karton kıyafet gibi duruyor bu karakterler. tam ısınmaya başlıyorsunuz filme, dünyalarına girmeye başlıyorsunuz, film bitiyor. yine de şöyle şık bir numarası var filmin, spoiler'a kaçmayacaktır: filmin merkezine "buluşma" fikrini koyuyor alman yönetmen. michael mann'in "heat"te yaptığı gibi, filmi onun etrafında örüyor. iki ana karakterin birbiriyle bu kadar az birlikte göründüğü az film vardır.
...
hirschbiegel değişik bir adam. "das experiment" kopardığı gürültüye karşın kötü bir filmdi bence. "der untergang" ise müthiş soğukkanlı anlatımıyla çok çok iyiydi. "cennette beş dakika"da formu biraz düşmesine karşın yine de iyi iş çıkarmış, yalnız, modası geçmiş estetik unsurlardan medet umduğu sahneler filmin gücünü, havasını bozuyor. eh, eski alışkanlıklardan kurtulmak zor!
6/10
...
9 (shane acker)
"dünyanın sonu geldi, ama hayat devam etmeli."
...
bazı filmlerde, özellikle animasyonlarda orijinalliğin eksik olduğunu fark etmezsiniz. "arayüzü" o kadar güzeldir ki, konusunu anlattığınızda sıradan gelecek olan bir film, izlediğinizde bambaşka bir tecrübe olur. "9" öyle bir film. hem distopya, hem de masal unsurları (pinokyo!) taşımayı beceren, çok yaratıcı bir görsel yapısı olan, varoluşçu bir film. öte yandan tipik bir "mücadele" ya da "kahramanlık" filmi. kusursuz değil ama özellikle görsel açıdan muhteşem bir çalışma çıkarmasıyla iyi bir film "9." filme notum 9. ama 14 üzerinden!

Tuesday, October 20, 2009

filmekimi 09 günlüğü #1

kapitalizm: bir aşk hikayesi / capitalism: a love story (michael moore)
güç insanlarındır!
...
michael moore büyük adam. eğer herkes sizden ne bekleyeceğini bilerek salona giriyor, ve beklediğini bulduğu halde 100 dakikanın sonunda yine ağzı açık çıkıyorsa büyük sinemacı/belgeselci/habercisinizdir. moore, bu üç sıfatın her birine de haiz bir adam. belgesel janrını yeniden popüler yaptığı için bile efsaneleşecek, orası kesin. ama önce amerikan halkına, sonra da tüm dünyaya defalarca uyanış çağrısı yapışı asıl güçlü yanı. kendisine "amerika'nın muhalefeti de sistemin bir parçası yapmasının maşası" falan gibi ezberden laflarla sallayanların ağzını açık bırakacak kadar sistem karşıtı bir film "kapitalizm." kimilerine göre fazla kolaycı olabilir filmi, ama sokaktaki adamın dilinden konuşup bu kadar derinlere inebilen pek insan yok. tepeden bakmıyor moore, gereğinde vatanseverliği de, dini de kullanıyor. ajitasyonu da yapmasını pek iyi beceriyor. ama en sonunda bir salon dolusu insana kendisini alkışlatıyor. daha önemlisi, gerçeğin ne kadar kötü olduğunu ortaya koyduktan sonra insanlara kendilerini yılmış hissettirmiyor. değişme gücünün insanda olduğunu haykırıyor. her defasında. "kapitalizm: bir aşk hikayesi" bunun başka bir adımı sadece.
8/10
...

dönüşüm / ne te retourne pas (marina de van)
yabancı ev sendromu
...
enteresan bir psikolojik gerilim "dönüşüm." filmi taşıyan iki süperstara (sophie marceau ve monica bellucci) sahip. enteresan bir çıkış noktası olduğu da muhakkak, zira filmin ilk bölümünde senaryonun ipuçlarını öğrenirken merak duygusunu oldukça yüksekte tutuyor. eksik ise bahsettiğimiz "psikolojik gerilim" tanımında gizli. psikolojik boyutu kaldıracak derinlikten yoksun "dönüşüm," gerilim ise umut veren ilk yarım saatten sonra unutuluyor. oyuncuların karizması dışında filmin en büyük artısının makyaj ve özel efekt çalışması olması ise fransız sineması adına enteresan bir adım sayılmalı!
5/10
...
gel porno çevirelim / humpday (lynn shelton)
erkek erkeğe
...
amerikan bağımsız sinemasının yeni dalgasının, "mumblecore" diye ifade edilen akımın seveniyseniz keyifli bir film "humpday." ultra-gerçekçi oyunculuk, duygusal patlamalardan, kurgu oyunlarından, aşırı müzik kullanımından itinayla kaçınma bu alt-janrın kilit unsurları. tema olarak da 90'larda çocukluğunu/ilkgençliğini yaşamış bir kuşağın arada kalmışlığına sıklıkla eğiliyorlar. bunu uzak mesafelerde yaşanan aşk hikayesiyle de, üç kişilik bir yol öyküsüyle de yapabiliyorlar ama "humpday"de uzun zaman sonra dönen eski dost üzerinden yapıyorlar. kafadarların porno çekmeye karar verişleri asıl konu. alt metinde ise kendi hayatınıza dair pek çok dert bulmanız olası. benim payıma "kim olmaya çalıştım? kim oldum? insanların aslında göründüğüm gibi olmadığıma inandırmak için nereye kadar gidebilirim?" soruları düştü.
7/10
...
hayata çalım at / looking for eric (ken loach)
futbol hayatı kendine benzettiğinde
...
40 yıldır britanya toplumunun sosyal yapısına dair deşmediği çukur kalmamıştı ken loach ustanın. "my name is joe" başta olmak üzere futbola da dalmıştı elbette. ama "looking for eric"te, sosyal olana değil, kişisel olana dalıyor loach. kaybedenlik-kazananlık arasındaki doğru parçasını, ve iki ucu birbirinden ayıran "çabalama" gerçeğini futbolseverlik üzerinden kuruyor. bu enteresan bir hadise, bırakın "22 kişinin bir topun peşinden koşması" geyiği üzerinden görenleri, futbolu hayatının ciddi bir parçası yapmayanların kolay içine giremeyeceği bir dünya var burada. siyasi görüşlerini kulübün sahipleri üzerinden tanımlayan, hayattaki konumunu oyuncuların duruşlarıyla belirleyen insanların filmi bu aslında. sonlarında loach'ın eric'in küçük dünyasından tekrar ingiltere'nin bugününe kayması odak noktasını değiştiriyor, ama tonunu kaybettirmiyor. gerçekten beklediğimize değen bir film.
8/10

2009 güncelleme #5: Manic Street Preachers - Journal For Plague Lovers

bu yaz ingiltere'deki bazı market zincirleri "journal for plague lovers"ın kapağını sansürleyerek sattı. manic street preachers en son ne zaman tehlikeliydi? "the holy bible"da "bacağımı paslı bir çiviyle çizdim, ne yazık ki iyileşti" dediklerinde olabilir mi acaba? iki albümün arasındaki kan bağını ele veren detaylardan birisi. üstelik bu "eskiye dönüş" hikayelerini çok seven müzik yazarlarının bir yakıştırması değil sadece. "journal..." "everything must go"dan bu yana richey james sözlerinin kullanıldığı ilk manics albümü. dahası, (nicky wire'ın belli dokunuşları dışında) her bir satırı james'in kan damlayan kaleminden çıkmış olduğu için "the holy bible" ruhuna en çok yaklaşan manics kaydı.
...
sadece ruhsal bir yakınlık yok burada. evet, 15 yıldır manics'in yaptığı en ayrıksı, en depresif sözlere sahip albüm. içinde ikiyüzlü toplumlara, modern dünyaya, kapitalizme küfürler, alaylar var. hem "evli bir adam bir katoliği düzerse ne olur?" diye dalgasını geçiyor, hem "anne sex pistol ne demek?" saflığına erişiyor. ama liriklerin ötesinde grubun müzikal olarak da "the holy bible"a, en azından 90'ların ortalarındaki manics sound'una yakın durduğunu belirtmek gerekli. az yakalayıcı nakaratlardan james dean bradfield'ın haykırış vokallerine (en azından bir oranda) geri dönmesine, gergin gitar riff'lerinden kuru davul tonlarına kadar "the holy bible" kokuyor. ama yine de bunu "the holy bible vol. ii" gibi değil de, richey'nin kaybolmamış olduğu paralel bir evrende 1996'da yapılmış olan bir manics kaydı gibi düşünmek lazım.
...
grup üyeleri yazın verdikleri röportajlarda bu albümün kayıt sürecinin çok özel olduğunu açıkladılar hep. "o sözler üzerine çalıştığımızda yıllar sonra ilk defa tam bir grup gibi hissettik" diyordu james dean. bu albümün son on yılda çıkan tüm manics albümlerinden farkı orada işte. "know your enemy"den beri yorulduğunu gizlemek için kendisini fazlasıyla zorlayan bir gruptu manic street preachers. "journal for plague lovers"ta ise olgunluğun bir zayıflık olmadığını bilerek, belki 13 yıldan beri ilk defa bu kadar açıyorlar içlerini. bunu da artık dünyada var olmayan bir insan sayesinde yapabiliyor olmaları ise acı bir ironi.

Monday, October 19, 2009

passion pit - manners

eğer uzaktan the shins solisti james mercer'ı andırdığını bir kenara koyarsanız, michael angelakos'un vokali oldukça kendine özgü bir tını yakalıyor passion pit müziğinde. hani banyoda kendi kendinize şarkı söylerken farklı sesler denersiniz, barry white gibi kalın perdelere çıkarsınız, ya da bee gees falsettoları denersiniz. işte angelakos sanki o sesten söylüyor. ya da benim banyolarım fazla renkli.
...
fakat o neşeli ve samimi atmosfer passion pit'in ilk albümü "manners" boyunca varlığını koruyor. ilk şarkı "make light"ta onları bir arcade fire klonuna benzetiyoruz (so 2005!) ama ikinci şarkıdan itibaren renklerini belli ediyorlar. çocuk korosunun eşlik ettiği "little secrets" sevimli bir pop şarkısı, yağmurlu bir sonbahar sabahına güneş doğduran cinsten. indie ruhunu popun içine öyle güzel yedirmiş ki bu massachusetts'li çocuklar, guillemots'un ikinci albümünde nasıl çuvalladığını ve aslında gelmesi gereken noktanın bu olduğunu anlıyor insan. albümün sonlarına doğru gelen şarkılarda da inceden prefab sprout ve onların krem şanti pop'unu anımsamak mümkün.
...
bir parça gecikmeli bir çekme kaset keşfi olduğu konusunda haklısınız, zira bu müziği yazın dinlemek daha isabetli olurdu. ama belki de su yolunu bulmuştur ve sonbahara soundtrack yapmak daha iyi olacaktır "manners"ı.

Tuesday, October 13, 2009

filmekimi '09

hesapta iki hafta önce yazılacaktı bu yazı, filmekimi rehberi hesabı. herhalde gidecek olan biletlerini almış, gitmeyip filmlerle ilgilenenler torrentlerden filmleri emmişlerdir. ama yine de filmekimi'ne kısa bir giriş yapalım, preview şeklinde. madem haftaya yine emek'e taşınıyoruz.
...
galalarda hemen her yıl olduğu gibi yine woody allen ve michael haneke var. festivalin en çok ilgi gören filmleri bunlar olacaklar elbette. ama "whatever works" ("kim kiminle nerede") ile "das weisse band"ı ("beyaz bant") bu festivalde izlemek şart mı, tartışılır. illa gireceklerdir gösterime. jane campion'ın "bright star"ı ("parlak yıldız") veya ken loach'un "looking for eric"i ("hayata çalım at") daha öne alınabilir bu yüzden. özellikle "looking for eric," futbolseverlerin çok zamandır beklediği bir film, eric cantona'yı yeniden, hem de kendisi üzerine kurulmuş bir filmde izlemek çok çok önemli bir şans. beyazperdenin görmüş olduğu en güzel kadınlardan michelle pfeiffer'ı ne zamandır nitelikli bir filmde izlemiyor olduğumuzu düşününce "cheri" de ("aşkım")listeye eklenebilir ama kendisini delikanlılarla gönül eğlendiren orta yaş üzeri bir kadın rolünde izlemeyi hazmetmek kolay olmayabilir!

kara mizah, ultra doğal oyunculuk, homoerotizm ve pornoyu kaldıramayacaklar da "humpday"i ("gel porno çevirelim") hazmetmekte zorlanabilirler. ama amerikan bağımsızlarının tadını sevenler (ki duplass soyadına kesin aşinadırlar) mutlaka bilet alacaktır. amerikan bağımsız sineması deyince aklınıza 90lar gelmesin ama. o dönemin bağımsızları şimdi başka yerlerdeler çünkü. bakın steven soderbergh'e! muhteşem bir hızda üretti son on yılda; ve en çok yoğunlaştığı projesini nihayet perdede görebileceğiz. tabii ki benicio del toro'lu che ikilisi. (üçlemenin iki filmde bitenine ikileme mi diyeceğiz? hadi yavrum ikile!) ikisi de bir şekilde tabii ki izlenecek, ben burada izlemeyi seçtim. matt damon'ı jason bourne gibi 10 parmağında 25 marifet değil de daha bir coen-vari bir ajan rolünde izlemek isteyenler "the informant!"a ("ispiyoncu") da bakabilirler.
...
"das experiment"ten ("deney") "der untergang"a ("çöküş") olağanüstü bir çıkış yaşayan oliver hirschbiegel'ın "five minutes of heaven"ı ("cennette beş dakika") ilgi çekici. shane acker'ın karanlık animasyonu "9" ve kanada'nın columbine'ını anımsatan "polytechnique" de öyle. londra görüntüleri izlemek için "london river"ı ("londra nehri") düşünüyordum ama eledim. michael moore'un kapitalizm hicvi ("capitalism: a love story" - "kapitalizm: bir aşk hikayesi) ile park chan-wook'un yeni kan banyosu ("bakjwi" - "kan arzusu") ise benim listemin kral köşesinde duruyorlar.
...
herkesin kral köşesi kendine tabii ki. film sayısı önemli değil, maksat festival tadını almak, en azından bir festival deparı atmak istiklal caddesi'nde. söz konusu festival olunca gerisi teferruat ne de olsa.

Monday, October 12, 2009

orta dalga özgürlük - the boat that rocked

"Here's a rather long record. I hope I'm here at the end of it."
...
sadece müziği yapanın değil, onunla ilgili olan her şeyin büyülü olduğu zamanları hatırlıyor musunuz? internet tüm aracıların önemini sıfıra indirmeden çok önce, müziği dergilerde yazan, televizyonda çalan, hatta kent çarşısında satan adamlar bile kutsal kişiliklerdi, anımsar mısınız? ve tabii ki dj'ler! yüzlerini görmediğimiz ve sadece karizmatik seslerini duyduğumuz için adeta gaipten gerçekleri sunmakla yükümlü mesihlerdi onlar!
...
bizim 90'larda yaşayabildiğimiz özel radyo patlamasına denk düşen, ingiltere'de 60'ların sonunda kültürel hayatı derinden etkilemiş olan "korsanlar" "the boat that rocked"ın ana kahramanları. bürokrasiye göre onlar güzel kızları sevişmeye, temiz yüzlü erkekleri saçlarını uzatmaya, ikisini de geceyi birlikte geçirmeye davet eden şeytanlar. ya da tanrısal müzikleri insanlara sunup onların gözlerini açan melekler. benim ve filmin hangi noktada durduğu belli elbette.
...
yönetmen richard curtis bu adamlara da öyle bir değer atfetmiş ki, onların her birine şirinler veya fantastic four gibi karikatürize özellikler yükleyerek bu dj'leri gerçeküstü bir konuma yerleştirmiş. ama bu gerçeküstülük "the boat that rocked"ın gücünü azaltmıyor. daha ziyade müzik seven ve özgürlüğüne düşkün izleyicide orada olma isteği uyandıran bir "öte dünya" hissi uyandırıyor.
...
kusursuz bir film değil belki "the boat that rocked," fakat iki saati biraz aşan süresinin her dakikasında izleyiciye gülmek ya da ağlamak gibi duyguları yaşatmaya and içmiş bir senaryo ve kurguya sahip. bunun da altından kalkıyor. elbette britanya sinemasında son yılların (belki de tüm zamanların!) en parlak oyuncu kadrosu da oldukça yardımcı oluyor richard curtis'e. sonuç? defalarca izlenecek ve her seferinde müziğin var olduğuna şükrettirecek bir seyirlik.

Wednesday, October 7, 2009

paris, istanbul

paris'te türk mevsimi
...

istanbul'da türk mevsimi
...
istanbul'daki beş büyük camiden birisinin mahyasından "istanbul'un kurtuluşu" şerefine verilmiş bir mesaj. paris'teki türk mevsiminin kutlanışıyla arasındaki 77 farkı bulunuz.

Tuesday, October 6, 2009

2009 güncelleme #4: Kasabian - West Ryder Pauper Lunatic Asylum

beşiktaş'ın başkanı bir grup adam tutup kendisini protesto edenleri dövdürmeye başlamadan birkaç hafta önceydi. manchester united maçından önce inönü stadyumunda kasabian şarkısı "underdog" çalındı. parça sonuna gelmeden önce kesildi ama hala çok inandığım bir tür olan stadyum rock'ın nasıl bir şey olduğunu tam da ideal yerinde görmek etkileyiciydi.
...
"underdog," kasabian'ın üçüncü albümü "west ryder pauper lunatic asylum"ın açılış şarkısı. bir rock'n'roll klişesi sayılabilecek riff'ine rağmen muhteşem bir enerjisi var. yine de albümün geri kalanını düşününce yanıltıcı bir şarkı bu. zira kasabian'ın bu albümde yapmaya çalıştığı şey stadyum rock değil. defalarca benzetildikleri, hatta noel gallagher'ın ayrılığından sonra yüksek sesle tahtına talip oldukları oasis benzeri bir müzik de değil. vokalist tom meighan'ın (ingilizlerin "swagger" dedikleri) "delikanlı" tavırları grubu oasis benzeri lad rock çizgisine yaklaştırıyor ama ellerinde serge pizzorno gibi bir adam varken bu mümkün görünmüyor.
...
hem gitaristlik, hem de yarı zamanlı prodüktörlük görevlerini üstlenen pizzorno, kafayı enteresan sound'lara takmış bir adam. kasabian'ı "yeni oasis" yarışmasında diğerlerinden ayıran şey de o. çünkü kafası kazınmış, günde 8 pint'tan aşağı bira içmeyen göbekli ingilizleri oasis gibi tavlayamayacak bir müzik yapıyorlar. onlar oasis'ten çok primal scream yolunda gidiyorlar bu anlamda. dan the automator'ın katkılarıyla baş döndürücü bir zenginliğe ulaşıyor albümün ses yelpazesi. "where did all the love go?" mesela, solcu bir örgüt tarafından rehin alınmış bir boney m şarkısı gibi. "fire" patlamalarına kadar sakince ilerleyen bir western şarkısı. "west ryder silver bullet" rosario dawson'ın varlığıyla 90'lar tarantino filmlerinden birisinde arkada çalan tekinsiz şarkılar hissini veriyor. toprak altından ilerliyormuşçasına derinden gelen gitar groove'uyla "vlad the impaler" da ayrı dikkat çekici bir şarkı.
...
kasabian ikinci albümü "empire"da oasis olma sevdasına kendisini fazla kaptırmıştı. "başkası olma kendin ol, böyle çok daha güzelsin" düsturunu çok geç olmadan hatırlamış olmaları sevindirici.

Monday, October 5, 2009

12 eylül'e mektuplar

kimisi bilgisayarda yazılmış, kimisi eskimiş kağıtlara elyazısıyla. günü gününe yazılmış olanlar da var, bugünden geçmişe bakarak kaleme alınanlar da. bazıları içeride kağıda dökülmüş, bazıları dışarıda. ama "kadınlar saçlarını çözüyor / 12 eylül'e mektuplar" sergisindeki mektupların bir ortak özelliği var: tüm ülkenin koca bir cezaevine döndüğü günlerin belgeleri onlar.
...
bir uçan süpürge projesi "kadınlar saçlarını çözüyor." türkiye'nin farklı köşelerinden kadınların darbe dönemine ilişkin mektupları sergileniyor burada. 12 eylül'ün tüm ülkenin olduğu gibi nasıl kadınların da üzerinden geçtiğinin notunu sessizce tarihe düşmek işlevi görüyor. sus emri verilmiş bir toplumun sesinin az da olsa ne kadar acı dolu çıktığını görmenizi sağlıyor. hiç soğukkanlı, dışarıdan bakan bir sergi değil bu, uyarayım. tam içinden, içeriden bakışlar var o günlere. bu yüzden de 12 eylül'e dair cümleler boğazınızda düğüm oluyor, gözlerinizi yaşartıyor. çok daha önemli bir şey de yapıyor. böylesi bir karanlığın yaşandığı günlerden sonra hala güneşin doğmadığını, ülkenin bu karanlıkla yüzleşmediğini, yok yere susturulan, düşündüğü için işkence edilen, değiştirmek istediği için öldürülenleri bağrına basmadığını, o günlerin faillerini ise hala yargılayamadığını yüzünüze vuruyor.
...
bienal kapsamındaki sergi, garajistanbul'da 10 ekim'e kadar sürecek. görmenizi öneririm.

Sunday, October 4, 2009

ışıklar kapanınca - the xx

dünyanın en kozmopolit kentlerinden birisi de olsa, londra'nın müziğe kattıklarını (tüm brit müziği tutkuma karşın) yeteri kadar çeşitli bulmuyorum. özellikle mainstream'de olay "birisi bir orijinallik bulsun da biz de taklit edelim" şeklinde yürüdüğü için ortalık nme'nin deyimiyle "topshop indie" gruplarından geçilmiyordu. yanlış anlaşılmasını istemem, onların da birçoğunu seviyorum, ama farklı renkler yeteri kadar çok değil. sürüyü takip edenler çoğunlukta. the xx ise onlardan birisi değil. gerçek anlamda özgün bir sound'u ve kentin çok kültürlü havasını yansıtacak bir üye profili var.
...
dört tane 20 yaşında "çocuk" var the xx kadrosunda. tiplerine baktığınızda bir post-hardcore, ya da dubstep grubu beklemeniz mümkün. pakistan asıllı baria qureshi sayesinde beklentiler daha da karışıyor. echobelly zamanlarından beri görmediğimiz londralı asyalı azınlığa mensup bir üye, akla asian dub foundation, cornershop gibi üyeleri bile getiriyor. ama neticede bambaşka bir şey ortaya çıkarıyor the xx.
...
karanlık, mahrem bir müzik yapıyor bu londralı çocuklar. vokalistler ışıkları kapattıktan sonra birbirlerinin kulaklarına fısıldıyorlar gibi. ikincisinin gitarları interpol akıcılığında, ama hiçbir anda gerilim yaratma peşinde değil. baria'nın klavye melodileri düşsel bir atmosfer yaratıyor, jamie smith'in basları da kalp atışları gibi, ruh pompalıyor the xx'in müziğine.
...
"vcr," "crystalized" ve özellikle "basic space" gibi birbirinden harika şarkılar var the xx'in ilk albümü "xx"te. ama işin özü tek bir vasat an bile yok bu indie rock-soul kırması müzikte. yılın en güzel, en sessiz sedasız keşiflerinden birisi.