Thursday, September 30, 2010

internetten son çıkan ışıkları söndürsün

Sevgili seyirciler, önümüzdeki günlerde erişime kapanacak siteler: twitter, tumblr, flickr, facebook, blogger, digg...

"sansürün porno-küfür falanla ilgili olmadığı ortada. niyet, bilinçsiz bir müdahale aslında. türkün özgürlükle imtihanı söz konusu olan, otoritede bunu her fırsatta durdurmaya çalışıyor refleks olarak. internet, erişimi olan her halk tarafından (dünyanın tüm bölgelerindeki tüm halklardan bahsediyorum) bokunu çıkarıncaya kadar kullanılmakta, buna hiç şüphem yok. arada yunan sivri kardeşler çıkıyor bunu türk düşmanlığı için kullanıyorlar. bizimkiler geri durur mu, hemen bir cevap. aynı şeyler kürtlerle de yaşanıyor, ermenilerle de.

otoritenin elinden gelen, karşıt fikrin bize yayılmasını engellemek. youtube gibi aslında kontrolü gayet sık yapılan ve düşmanlık içeren videoların kolaylıkla silindiği bir platformun varlığı asıl sorun bunlar için. ama mesele, aslında otoritenin internet konusunda ne kadar aciz ve bilgisiz olması. interneti, "bir erkek kadın kılığında şov yapıp küfrediyor" gerekçesiyle kapattıkları televizyon kanalı zannediyorlar. içindeki yazarın fikirlerini beğenmediğinde yasaklayabildikleri gazete biliyorlar. bunu anlayamadıkları sürece sözlük'e de, youtube'a da, bunun gibi platformlara da yasaklar sürecek. birileri de arka kapıdan girecek. absürd ve trajik bir yasakçı zihniyet kendini tatmin edecek. olan ise, bu saçmalıklarla dünyayı kendine güldüren, dışarıya faşist bir diktatörlük görünümü veren cennet vatanımıza olacak."

2008'de youtube yasağı icin bunları yazmışım bir forumda. hala da oradan ilerlemediğimizi görmek mümkün. bugün video paylaşım sitelerinin uzak ara en klası, en eli yüzü düzgünü, seviyesi en yüksek olanına türkiye'den erişim engellendi. bundan sonra vimeo'ya girmek icin de türlü cambazlıklar yapacağız.

bundan birkaç hafta önce kanada'da yaşayan ve buraya tatile gelmis, internet konusunda da sağlam bilgi sahibi bir arkadaşıma bir video linki yollamıştım. normalde annesinin kullandığı bilgisayardan siteye girmeye çalışınca başarısız oldu tabii. ona söylediğim "ktunnel'dan girebilirsin" cümlesine yanıtı şöyleydi: "o ne?"

yasaklar gelmeye devam edecek. biz 17 temmuz'daki sansüre karşı yürüyüş benzeri inisiyatifler geliştirmezsek hızlanacaktır da. şu an asıl mesele, internetin ruhunu kesinlikle çözememiş, onun kendine has kontrol dinamiklerini anlayamamış yasalarla, interneti otobandaki kamyonlarla aynı bakanlığa bağlayan bir devlet yapısıyla alakalı. yoksa aklıevvelin birisi çıkacak video'lar yüzünden facebook'u, aramalar sonucu "edepsiz" sitelere yönlendirdiği icin google'ı şikayet ettirip erişime kapatacak. biz de kıllanan adam gibi, "elveda ay, elveda feza" diyeceğiz her seferinde.

Wednesday, September 29, 2010

"gidenlerden"

tahminen 2005 civarından bir fotoğraf, istanbul'un karında kışında bira almışız. geyik yapıp maç izleyeceğiz. üniversite yıllarında daha iyi yapacak bir şey var mıydı ki?

2007 sonlarında, dolapdere'den taksim'e doğru, her zamanki gibi kambur ve yere bakarak yürümekteydik fırat'la. bir sıkıntımız vardı (her zamanki gibi) ve "ne yapsak da atsak" diye düşünüyorduk. o anda "blog açalım" dedi. "tamam" dedim, ama her zamanki planlarımız gibi fikirde kalacak, uygulandığını görmediğimiz projelerden birisi olarak gördüm bunu. ne var ki, fırat inanmıştı bu fikre. sonrası işte bugün bu yazıyı okumanıza kadar iyi kötü geldi.

o günlerden sonra hayat isteğimiz doğrultusunda ya da bir şekilde başka yerlere yolladı bizi. kabaca 7 yılı birlikte, eğlenerek gülerek, bolca kavga edip, epeyce hüzünlenerek geçirdik. ama bu adama kızsam da, bozulsam da, beni en iyi anlayan, birlikte en çok eğlendiğim, en aydınlığımı da, karanlığımı da en iyi paylaşan adamlardan olduğunu bildim. öyle çok vakit geçirdik ki o yıllarda, tüm üniversite hayatıma baktığımda kocaman bir fırat görüyorum, uğur gürsoy'un fırat'ı değil, benim dostum olan fırat'ım!

iş güç, onun ankara'ya taşınması derken ister istemez üniversitedeki kadar bir olmuyorsunuz hiçbir arkadaşınızla. ne onun suçu, ne benim. ama hayat, müzik, sinema ve birçok konudaki halimiz ve fikirlerimizle ne zaman bir araya gelsek kaldığımız yerden devam ettiğimizi gördüm. bu, benim başka ülkelere ve kentlere uğurladığım pek çok dostum için geçerli. çoğu zaman "kalan" kişi olduğum için o vedalarla baş etmenin bir yolu bu: dönüşlerin değerini bilmek.

sizin için pratikte bir fark yaratmayacak belki, hatta üç yıldır ayrı kentlerde olduğumuz için o kadar da farklı bir boyuta da geçmeyecek iletişimimiz, ama yine de vedalar hüzünlü hep. o dostun döndüğünde yine dost olduğunu görmekse hepsine değer.

yolun açık olsun fırat, güle güle git, her anının tadını çıkart. döndüğünde de yine burada bir dostunu bıraktığın gibi bulacağını unutma. anlatacağın üç-beş anıyı yine gülerek dinleyecek, "acayip güzel albüm ya" diye iki tavsiye verecek olan adam buralarda olacak...

Tuesday, September 28, 2010

linkin park - a thousand suns

utanacak bir şey yok, herkes ara ara başka birisi olmayı hayal eder. başka bir yolu seçse nerelere gidebileceğini düşünmeyi sever. aslında olduğunuz kişiyi zedelemiyorsa bu hayal, bir sorun da yoktur üstelik. bazı gruplar da bunu yaşarlar. r.e.m.'in "monster"da yaptığı budur. birçok hayranı kabullenmese de, bir albümlüğüne başka bir grup olmayı denemiş ve ayrıksı, güzel bir iş yapmıştır adamlar. belki birkaç gün sonra belle and sebastian'ın yeni albümü "write about love"da da bahsederiz bu konudan.

gelgelelim, linkin park'ınki resmen patolojik vaka. başkası olma merakı değil, düpedüz "kendinden sıkılmak" bu. ilk iki albüm "hybrid theory" ve "meteora"da etkilenimleri açık olan ama niyetini de belli eden, kendisini gerektiği kadar ciddiye alan "teenage angst" albümleriydi (bir teenage angst albümünün dünyanın sırrına vakıf olduğunu iddia etmesinde sorun yoktur, zira bir ergen de her şeyi bildiğini, dünyadaki bütün dertlerin kendisinde toplandığını zanneder). bir dolu hit çıkarttı ve işin açığı bunların bir kısmı 2000'ler mainstream rock'ının en büyük şarkıları arasındaydı ("in the end," "crawling," "one step closer," "breaking the habit," "numb" vs.).

ne olduysa "meteora" ve "minutes to midnight" arasındaki dört yılda oldu. en klişe tabirle "olgunlaştık" dedi altılı. daha büyük sulara dalmak istediler. rick rubin'le stüdyoya girdiler, şarkılara yaklaşımlarını tepeden tırnağa değiştirdiler. rap vokalleri azaldı, nu-metal'ın imzası olan drop-d gitar akorları bir kenara kondu, arpejlere geçildi, chester bennington da gırtlağını yırtmadan şarkı söyleyebileceğini göstermeye çalıştı. araya pseudo-"with or without you" "shadow of the day" gibi parçalar atarak numaralarını açık ettiler: oynadıkları kulvar artık alternatif rock grupları için bir namus mücadelesi haline gelen "yeni u2 meydan savaşı" idi.
...
linkin park, orada da durmadı. yeni albüm "a thousand suns"ta bir önceki görevi başarıyla gerçekleştirdiğinin inancı ve güveniyle daha da farklı bir adım atıyorlar. albümlerinin kapağından şarkıları arasına yerleştirdikleri mini-geçişler sayesinde büyük bir albüm yaptıkları hissine oynuyorlar. belki o zaman aslında grubun kendisinden sıkıldığını, dinleyicilere enteresan gelen tüm yanlarından kopmaya başladıklarını fark ettirmez sanıyorlar. vokal melodileri hala kendilerini tekrar ediyor ("blackout" "faint"in kopyası, "burning in the skies" ise "somewhere i belong"la aynı müzikal cümleleri paylaşıyor) ama grup kendisini ilgi çekici yapan enerjisinden artık tamamen yoksun. "robot boy" elektronika ve alternatif rock postu giymeye çalışmış kötü bir r&b şarkısı, "wretches and kings" sıkıcı, ilk single "the catalyst" ise grubun eski hitlerine en yakın duran şarkı sayılmasına karşın sadece bir marş denemesi olarak duruyor.

yeni linkin park'ın en sevdiğim yanı ise perküsyon konusunda yaratıcı ve sınırları zorlayan işler yapmaları. bir önceki albümde "given up" ve "bleed it out," burada ise "when they come for me"nin ritm partisyonları keyifli. "when they come for me" de çok iyi bir şarkı değil, ama bariz afrika etkisiyle ayrıksı duruyor. onun için rob bourdon'ı mı tebrik etmek gerek bilmiyorum. albüm boyunca elektronik beat'ler olduğu için kendisine iş düşen şarkılarda fazladan iş çıkartmaya çalışmıştır belki.

chester bennington'ın git gide pasifleştiği, gitar sound'unu, dolayısıyla enerjisini yitirmiş bir linkin park bence yavaş yavaş nefes almamaya başlıyor. mike shinoda'nın müzik vizyonunun ise linkin park'a uzun vadede oyunu kaybettirecek bir yola soktuğunu düşünüyorum. bu kadar ciddi görünmek, bu olgunlaşma iddiasının altı müzikal olarak dolmuyor. bu elbise linkin park'a bol geliyor. onlar ise elbiseden değil, kendilerinden sıkıldıklarını fark etmiyorlar maalesef...

fazla karanlık mı geldi? "a thousand suns"la ilgili pozitif ve çok iyi yazılmış bir eleştiriyi zeynep okyay imzasıyla buradan okuyabilirsiniz.

Friday, September 24, 2010

Arcade Fire presents "The Suburbs"


arcade fire'ın son albümü the suburbs gerçekten çok ama çok iyi bir albüm.. "decade" listeleri yapılırken mutlaka yer verilecek albümlerden..

çetin'in dolu dolu değerlendirmesinden sonra elim uzun süre gitmedi bu albüm hakkında bir şeyler yazmaya.. albüm hakkındaki düşüncelerini müthiş bir samimiyetle muhteşem bir yazıda toplamıştı işte blogdaşım.. ama yazmadan edemeyeceğimi biliyordum, çünkü benim hayatımda da şimdiden çok önemli bir yere sahip bu albüm..

malum, iki albüm çıkardı daha önce arcade fire.. ilki indie camiasında 2000'lerde görülen en büyük bombalardan biriydi.. "funeral" 2004 yılında yayınlandığında o zamana kadar yapılmış hiçbir işe benzemeyen yapısıyla çoğumuzun aklını aldı götürdü.. sonraki albüm "neon bible" 2007'de yayınlandığında ise belki de inanılmaz derecede büyüyen beklentiler yüzünden genel bir hayalkırıklığına neden oldu.. bunda devamlı "ıssız koca bir kiliseye kapandık, süper şeyler deniyoruz, şahane bir şey çıkacak ortaya" şeklinde mülakatlar veren grubun da payı vardı kuşkusuz.. "biz çok farklıyız, yaptığımız başkalarına benzemez, kıyas kabul etmeyiz" tadında iddialı açıklamalar yaparak yaptıkları işi dünyanın en önemli işi sayan gruplardan hazetmediğim gibi arcade fire'dan yavaş yavaş soğudum böylece.. müzik dünyasındaki popülerlikleri de abartılı gelmekteydi tabi ki.. 2008'de wolf parade'in "at mount zoomer"ı çıktığı zaman "arcade fire bahane, wolf parade şahane" diye yazmamın bir nedeni bu gıcıklıktı..

aslında "neon bible" da fena bir albüm değildi.. intervention, my body is a cage gibi müthiş şarkılar barındırıyordu içinde.. ama sevimsiz bir albümdü işte.. böylece bir 3 sene daha geçti ve her yerde arcade fire'ın nasıl da mükemmel bir albüm yaptığını, listeleri salladığını okur oldum bir anda.. albüm internete düşeli henüz birkaç hafta olmuştu sadece! neyse ki sinik fırat her zamanki gibi iş başındaydı ve albüme şüpheyle yaklaşmayı başardım yine de.. peki sonuçta ne oldu? arcade fire'ın fendi fırat'ı yendi! hem de daha ilk dinleyişte..

ne diyebilirim ki.. her şarkı için uzun uzun methiyeler düzebilirim, ya da albümün bir bütün olarak nasıl da ince ince işlendiğini anlatabilirim.. ama bu yazıda benim yapabileceğim en iyi şey albümü dinlerken hissettiklerimi anlatmak olur sanırım.. the suburbs'te hafif rüzgarlı bir sahildeyim, dalgalar neredeyse ayağıma değiyor.. ready to start'ta ise küçük ağaçlarla örtülü bir tepeye tırmanıyorum durmadan, sırtımda okul çantam, yüzümde yine aynı rüzgarı hissederek.. modern man'de artık tepenin ortalarında bir yerde hafif bir düzlükteyim.. nefes nefeseyim ama hızla toparlanıyorum.. çok şey gördüm geçirdim.. suburban war'da çok sevdiğim birinin cenazesindeyim.. her yer gri.. ölümü bu kadar yakından hissetmemiştim hiç.. month of may'de gece vakti dar bir arka sokakta bana doğrultulmuş bir bıçak var karşımda, korkuyorum, ama kaçmıyorum.. deep blue'da aşık oluyorum, çok fena, her yerimde hissediyorum aşkı.. ağlıyorum ağlıyorum ağlıyorum.. we used to wait'te bir gökdelenin yüksekçe bir katındaki odamdan böcek arabalara ve karınca insanlara bakıyorum ve birdenbire merdivenlerden aşağı koşma isteğiyle yanıp tutuşuyorum.. sprawl II'de baştaki sahildeyim yeniden, gün batıyor, havada tül perdeler dalgalanıyor, yüzüme vuran tuzlu suyun hiç bu kadar güzel gelmediğini düşünüyorum, hayata tutunuyorum, sımsıkı.. yaşıyorum, evet.. the suburbs (continued) ile artık uyku vaktinin geldiğini farkediyorum ve sıcak yatağıma giriyorum, yorganımın içine kıvrılıyorum..

bir grubun bir albümünü sevdiysem sabırsızca bir sonrakini beklemeye başlarım normalde.. ama bu sefer durum farklı.. arcade fire bundan sonra ne yapar bilemiyorum.. işin güzel yanı, şu anda ilgilenmiyorum da bununla.. bilgisayarımda, telefonumda, harddiskimde öyle muhteşem bir albüm var ki, tek bildiğim ve düşündüğüm o.. onu dinliyorum, her gün, tekrar tekrar.. kabul, the suburbs, ready to start, deep blue, suburban war ve sprawl II'yu biraz daha şımartıyorum.. her dinleyişimde yeniden hayran kalıyorum yapılan işe, verilen emeğe..

arcade fire'ı tereddütsüz bir biçimde sahiplenebilirim artık.. "iyi grup" deyip geçmeyeceğim bundan böyle.. çünkü çok çok güzel bir albüm "the suburbs".. hep dinlenecek, hep sevilecek, hep anlatılacak..

Tuesday, September 21, 2010

sheryl crow & cesc fabregas

Q: En son ne zaman hiç tanımadığın birinden hoşlandın?
Sheryl Crow: Dün akşam. Televizyonda bir futbol maçı izlerken [menajerinden ismini öğreniyor] Cesc Fabregas'ı beğendim. Görünüşü ve duruşu çok hoşuma gitti. Güzel siyah saçları da vardı. Ama bilirsiniz, televizyonda gördüğün bir sporcudan hoşlanmak pek de sağlıklı bir davranış değil, yanılıyor muyum? Sadece fanteziden ibaret olay. İki tane küçük çocuğum var. Dışarı da fazla çıkmıyorum. Ama eğer bana onu bana ayarlarsanız, size minnettar kalırım!

(Q'nun Eylül 2010 sayısından)

Monday, September 20, 2010

yeni sezon şerefine: babylon'un unutulmaz anları

babylon sadece bir konser mekanı değil. kendi kitlesini, kendi kültürünü yaratmış, taklit dahi edilememiş bir ekol. bundan on yıl önce karanlık asmalımescit sokakları bugün istanbul'un hipster tayfasının bir numaralı uğrak yeriyse bundaki rollerini yadsımak da mümkün değil. evet, enteresan bir kitlesi olduğu iddia edilebilir babylon'un, zira başka mekanlarda yarı-boş mekanlara çalacak gruplar orada sold out olur. ama böyle bir müdavim kitlesi yaratabilmek, türkiye gibi eğlence ve müzik kültürünün rüzgara göre sıkça yön değiştirdiği bir ülkede çok önemlidir.

ben hafta içi bir akşam, köşedeki bakkaldan alınmış bir birayı kapıda içerken (çünkü içeride pahalıdır) konser saatini beklemeyi ve tanıdık yüzleri selamlamayı, memleketimden hipster manzaraları görmeyi çok az şeye değişirim. madem bugün yeni sezon açılıyor tindersticks'le, kısa bir "babylon'da unutamadığım konserler" listesi yapayım. listeye giremeyen ne elbow'lar, ne sebadoh'lar, ne tortoise'lar, marnie stern'ler, annie'ler, the national'lar var aslında, ama en özelleri ayırmaya çalıştım. 10 küsur yılda, tahminen 50 küsur konserde nice anı birikti yoksa, saymakla bitmez...

5- laika (6 ocak 2001)
iki gece için oradalardı, ben de ikincisinde damlamıştım. belki çok kimsede iz bırakmamıştır, ama benim ilk babylon tecrübemdi ve mekandan da, grubun performansı kadar etkilenmiştim. vokalist/gitarist margaret fiedler'ın gitarını eline alışı, ilk akoruyla birlikte grubuyla birlikte bizi kıyamet-vari bir kaosun ortasına çekişi dün gibi aklımda. halbuki 10 yıl olmuş.

4- lambchop (3 aralık 2006)
tamamen kişisel sebeplerden çok özel bir konser. o günlerde yeni tanıştığım ve bugünlerde evlilik hazırlıkları yaptığım kadınla asmalımescit'te birkaç votka fazladan içmek uğruna birazcık geç girdiğimiz, kapıdaki adamın "bis yapıyorlar ama girin isterseniz" deyişi, kurt wagner ve tayfasının dört şarkısını izleyip çıkışımız... harikaydı!

3- animal collective (24 ekim 2008)
animal collective dünyayı ele geçirmeden evveldi. "strawberry jam" ve "person pitch" denen başyapıtlar sonrası, "merriweather post pavilion" evvelinde babylon'da çalmışlardı. iki saatlik ışık ve ses deneyimini tarif etmem zor, kulağım sanırım bir daha eskisi gibi duymadı! konserden önce gazeteden arkadaşım aslı sağlam'la birlikte yaptığımız panda bear ve geologist röportajı ise benim hayatımda gerçekleştiğim en güzel söyleşi olarak hatırımdadır. biz bira içtik, onlar türk kahvesi. biz 10 dakikaya razıydık, onlar 45 dakikalarını ayırdılar. en ufak bir soğukluk ya da ukalalık göstermeden, uzun uzun müzik konuştuk. çok özel bir gündü.

2- broken social scene (9 mayıs 2008)
günümüzün en önemli indie rock gruplarından birisi, üst üste iki gün babylon'u sold-out yapmıştı. yanlış bir şey yok, beklenen bir hadise olduğu bile söylenebilir. ama özellikle "you forgot it in people" denen başyapıtın üstünden girip altından çıkmaları muhteşemdi. kevin drew ve brendan canning arasındaki paslaşmaların da tadı damağımdadır. indie rock'ın en güzel gitar çalan adamları, "kc accidental," "anthems for a sixteen-year-old girl," "cause=time," "lovers' spit" ve diğerleri... 15 dakikaymış gibi gelen, su gibi akıp giden konserlerdendi.

1- patti smith (25 eylül 2007)
bu konsere dair söyleyebileceklerimi zamanında sıcağı sıcağına yazıya dökmüşüm aslında. çok özel, çok yoğun, çok güzel bir konser olduğunu anımsatmaktan başka yazacak şeyim yok. hem istanbul'a, hem babylon'a, ama en çok punk'ın poet laurate'sine yakışan bir deneyimdi.

Sunday, September 12, 2010

Requiem for Formula 1

Az önce formula 1 italya grand prixsini izledim.. ferrari alonso ve massa ile 1. ve 3. sıraları aldı; duble olmasa da monza'yı parti ortamına çevirebilecek bir başarı ferrari için.. ki yine öyle oldu, Schumacher'in 2006'daki zaferinden sonra evindeki ilk birincilikti bu ferrari için, önemliydi.. ama benim için f1'e olan ilgimin ve daha da önemlisi sevgimin nasıl da azaldığını da tescilleyen bir yarış oldu.. 2000'lerin ortasında (hatta başlarından beri) beri formula 1'in izlenilirliğini artırmak adına f1 yönetimi ve Fia'nın Ferrari hegemonyasını kırmaya yönelik binbir çeşit kural değişikliği sonunda meyvesini verdi, ama aksi yönde : ben dahil milyonlarca kişi bu sporu düzenli olarak takip etmeyi bıraktı.. rekabet arttı belki, daha fazla pilot şampiyonluk için yarışıyor bugün.. ama yarışların gerçekten de heyecanlı geçtiğini söylemek mümkün değil bana kalırsa.. yetenekli olsa da renksiz pilotlar bunda çok önemli bir paya sahip bence.. dünün vasat hatta vasat altı pilotlarının bugün aynı pilotajla ve sadece daha iyi bir araca sahip oldukları için (bkz. weber ve button) ilk sıralarda yer almaları f1 için pek de umut verici olmasa gerek..

evet, büyük rekabetler, hırslı düellolar yok artık bu sporda.. çok klişe biliyorum ama dayanamayıp söyleyeceğim: nerde o hakkinen-schumi rekabeti! her zaman bir ferrari taraftarı oldum, mclaren'a gıcık olurum, ama hakkinen saygı uyandıran bir rakipti.. aynı şeyi schumi'nin sonraki rakipleri için söyleyemedim hiçbir zaman.. renksiz, tatsız, heyecansız bir seyirlik oldu artık f1 benim için.. podyum sevinçleri bile eskisi değil artık, inanılmaz derecede "kuru"..

alonso'nun zaferi


schumacher'in zaferi

başa dönelim.. bugün alonso birinci oldu, ferrari için çok önemliydi, tifosiler çılgına döndü falan.. alonso nasıl kutladı peki ferrari takımı adına kazandığı ilk monza zaferini? aracının üstüne çıktı, taraftarları selamladı, indi, podyuma çıktı birkaç kez el salladı, milli marşlardan sonra aşağıdaki binlerce insanın üstüne şampanya fışkırttı, ve gitti.. bu kadar.. ve bunları yaparken yüzünde hiçbir heyecan ifadesi yoktu.. tam 91 kez birincilik yaşayan schumi ise her seferinde çılgınca sevinir ve yaşadığı duyguları tv başındaki bizlere kadar aktarırdı.. işte şimdi onun 4 yıl önceki son zaferini hatırlıyorum ve üzülüyorum..

Saturday, September 11, 2010

milli takımı tutmak

bu yaz bir+bir'in dünya kupası'na eğildiği sayısında şöyle bir soru vardı: "güney afrika'da türk milli takımı da olsaydı diyen var mı?" 2004 playoff'larında letonya, 2006 baraj maçında ise isviçre tarafını tutmuş birisi olarak bu soruya bir soruyla cevap verdim: "siz hala orada mısınız?"

yanlış anlamayın, milli takımı tutup tutmamak zorunluluğa bağlanacak bir konu değil, hepsi o. solun futbolla imtihanında çetrefilli bir konudur milli takım. geçen yıl taksim'de ibrahim altınsay'la birlikte katıldıkları bir panelde benzer bir soruyu ters köşeden sormuştu bağış erten: "peki sizce milli takımı tutmakta bir sakınca var mı?"

türk milli takımını sorgusuz sualsiz desteklemek, eleştiriyi vatan hainliği olarak algılamak ne kadar hastalıklı bir duyguysa, bu ülkede yanlış giden şeylere dair tüm eleştiriyi spora yöneltmek, "türk milli takımıysa tutmam" mentalitesi de o kadar yanlış bence. benim ilk paragraftaki milli takım antipatimin sebebi 2002'den başlayarak devam eden, altınsay'ın "bu türkiye'nin değil, bir takım komplekslerin takımı" konusuyla özetlenebilecek bir dizi çirkin, ilkesiz davranışın sonucuydu. kırılma noktam ise 2008 oldu. başlarındaki fatih terim'in yarattığı antipatiye karşın sahadaki takımın emeği, 2002'nin aksine hakemle değil de rakiple oynamaya başlamaları sonucu çok uzun zaman sonra ilk defa sevdim o takımı. 2010 elemelerinde de tarafsızdım, iyi oynadıklarında arkalarındaydım, kötüyken de üzülmedim, sahiplenmedim. kimine kaypakça gelebilir, ama bu kendimce "türkiye de tutulabilir, tutmaya değer oldukça" gibi bir duruştu.

basketbolda ise durum çok daha farklı. yıllardır hiçbir turnuva öncesinde bu takımı sahiplenme konusunda bir ikilem yaşamadım. basketbolun futboldan her zaman daha programlı ilerlediğini, daha uzun vadeli planlarla yönetildiğini ve daha başarılı olduğunu tartışmak yersiz. bunun da ötesinde bir gerçek var ki, bunu 2010 dünya basketbol şampiyonasında fark ettim.

kişisel olarak istediğiniz noktada olabilirsiniz ama yurtdışına çıktığınızda sahip olduğunuz pasaportla değerlendirilmeniz kaçınılmaz. en çok da, siyasetçileriniz, sanatçılarınız ve sporcularınızla temsil ediliyorsunuz haliyle. bu yaz güney afrika'da onlarca insan bana "burada türkiye de olmalıydı" dediğinde 2008'deki takımın yarattığı mucizeler vardı akıllarında, fatih terim'in egzantrik saha kenarı performansı değil! ya da geçen yaz londra'da bir gece yarısı san sebastian'lı bir çocuk bana sarılıyorsa nihat kahveci'nin o kentte bir kahraman olmasından dolayıydı bu! işte tam da bu sebepten 12 dev adam beni mutlu ediyor, gururlandırıyor. ben, sahadaki temsilimin az da olsa bana benzemesini istiyorum. abartılı değil, futbolculuğunu sevsem de slovenya maçından sonra 12 dev adam'ı "türklüğe yakışır şekilde oynadılar" diyen küçük fatih, küçük emre oluvermiş arda turan'la, ya da volkan demirel'le oturup konuşabileceğim bir şey olamaz. ama hidayet'le, sinan'la, ömer'le karşılaşsanız oturup konuştuğunuzda sizden o kadar uzak olmadığını görürsünüz. isteyen tepeden bakma olarak görsün ama gazeteci olup da sporculara bir parça yakın durduğunuzda bunu eminim hissederdiniz. ben hayat görüşü, duruşu olarak kendime yakın hissedebildiğim için de çok seviyorum bu takımı...

sadece saha dışı faktörler söz konusu değil elbette. takım olarak savunma yapıp takım olarak hücum eden, rolleri paylaşmaktan gocunmayan, yıldızla 12. adam arasında ego açısından en ufak bir çatışmanın bile yaşanmadığı, maç sonunda sevincini muhabirle birlikte yaşayabilecek kadar candan, zaferini bir hesaplaşma platformu olarak görmeyecek kadar oyuna odaklı, birçok rakibi kasten maç kaybetme ucuzluğuna düşerken çıkıp oyunu oynayacak kadar sportmen, bu topluluğun beni temsil etmesi beni gururlandırır. ucuz bir milliyetçilik değil bu, bu topraklardan planlı, programlı ve sporun ruhuna uygun bir takımın çıkabileceğini görmenin, bunun tüm sporlara, hatta belki alakasız alanlara da ilham verebileceğini ummanın güzelliği...

o zaman, haydi çocuklar... iki hafta süren çabanızın karşılığı bugün ve yarın gelecek galibiyetlerle altın olsun...

Friday, September 10, 2010

Iron Maiden'ın son harikası..


Pink Floyd'la birlikte en sevdiğim gruptur Iron Maiden.. başka onlarca grup gelip geçer arada ama bu ikisinin yeri sanırım hiç değişmeyecek..

işte o Iron Maiden 2006 yılındaki "A Matter of Life and Death" albümünden sonra bir ay kadar önce 15. stüdyo albümü "The Final Frontier"ı yayınladı.. 4 yıl, iki Maiden albümü arasındaki en uzun süre.. Bruce Dickinson ve (daha az sarsıcı olsa da) Adrian Smith'in gruptan ayrılışları ve elele geri dönüşlerinin damga vurduğu 90'larda bile böyle bir ara yaşanmamıştı..

albüme geçmeden önce şunu netleştirmemiz lazım: dolu dolu 35 yıllık kariyere sahip ve (ilk başta üzücü gelse de) artık yaşını başını almış bir heavy metal grubundan her yıl ya da iki yılda bir albüm yayınlamasını beklemek son derece anlamsızdır.. zaten gencecik rock gruplarının 35 dakikalık kıytırık albümlerinin arasına bile 3-4 yıl gibi bir zaman koydukları günümüz dünyasında bunu Maiden'dan bekleyen fazla insan olduğunu da sanmıyorum.. Iron Maiden ayarında bir grup için bu ara normaldir, hatta gereklidir.. gelelim daha önemli olan konuya: bu grubun yeni albümlerini değerlendirirken artık 80'lerdeki albümleriyle kıyaslamamak hepimiz açısından en sağlıklısıdır.. evet, Iron Maiden en iyi albümlerini 1980'lerde yapmıştır ve bu hep böyle kalacaktır.. ve yine söylenebilir ki, Iron Maiden özelinde bu da normal ve iyi bir şeydir, zira asla kolaycılığa kaçmayan sevgili grubumuz için bu gerçeği kabullenmek demek, farklı ve yeni bir şeyler yapmak konusunda daha da cesur olması ve son demlerinde hayatın tadını doya doya çıkarabilmesi demektir.. (80'ler karşılaştırmasından sıkılma konusunda neyse ki yalnız değilim)

bunları vurguladıktan sonra gelelim konumuza.. "The Final Frontier", bana kalırsa, 6 kişilik dev kadronun ilk albümü olan 2000 tarihli "Brave New World" ile birlikte Iron Maiden'ın 80'ler sonrasında yayınladığı en iyi albümdür.. kusursuz değildir, sağında solunda olmamışlıklar, fazlalıklar vardır, ama her şeyiyle dürüst ve samimi, enerjik ve sapasağlam bir albümdür.. buyurgan geniş zamanı bırakalım da albümün içine girelim..


aslında "The Final Frontier" bir double albüm olabilirmiş.. zira, ilk 5 şarkı ile sonraki 5 şarkı ayla güneş gibi farklı yapıdalar.. ilk bölüm nispeten kısa, vurucu şarkılardan oluşurken ikinci bölüm "A Matter of Life and Death" usulü progresif çizgiye kayan uzun parçalardan müteşekkil..

albümü dinlemeye başladığımızda ilk farkettiğimiz 2000'lerin Maiden geleneği "kısa single parçası" girişinin bu albümde yerini iki parçalı uzunca bir şarkıya bırakmış olması.. grup burada uyanıklık yapmış: Satellite 15...The Final Frontier'ın ilk kısmı (Satellite 15) uzun enstrümental bir bölüm ve onu takip eden vokal bölümünden oluşuyor, hemen arkasından ise bildiğimiz gaz parça (The Final Frontier) geliyor.. işte maiden şarkının bu ikince bölümünü single yapıp klip çekti.. eh, mantıklı.. söz konusu iki parça arasındaki kontrastın verdiği enerjiyi gayet başarılı bulduğumu söylemeliyim..

ikinci şarkı El Dorado herhangi bir Maiden şarkısının bitişini andıran bir girişle açılıyor ve Metallica'nın - çok sevdiğim- "Master of Puppets" albümünü anımsatan riflerle ilerliyor.. albümün en deli dolu şarkılarından biri.. nakaratın konser favorilerinden biri olacağını kestirmek zor değil..

Mother of Mercy ile işlerin ciddileşmeye başladığını hissediyorsunuz.. Maiden'ın klasik "tanrıya sitem-savaşın anlamsızlığı" teması etrafında ilerleyen son derece düzgün bir şarkı.. sonundaki tokat gibi dörtlük şahane..

Coming Home.. işte yeni Iron Maiden klasiği.. Wasted Years ve Wasting Love'dan sonraki en vurucu ballad.. sözler ve müzik sanki tarihin ilk zamanlarından beri birbirlerine kavuşmayı beklemişlercesine uyumlu.. çok güzel çok..

The Alchemist, El Dorado çizgisinde, yine bol elektrikli bir şarkı.. özellikle nakarat çok etkileyici.. en haz aldığım yeri ise Dickinson'ın "this is my house" ve "this was my house" dediği dizeler..

altıncı şarkı Isle of Avalon ile birlikte albümün, nasıl olup da 76 dakika sürdüğünü anlamamızı kolaylaştıran ikinci yarısına geçiyoruz.. söz konusu 5 şarkı ortalama 9 dakika uzunluğunda! Yanılmıyorsunuz, "The Final Frontier" grubun en uzun stüdyo albümü..

Isle of Avalon iyi bir parça, ama albümde uzunluğuyla beni az da olsa sıkan tek şarkı.. biraz tek düze, biraz fazla tekrarlı.. 5. dakika dolaylarındaki sıradışı gitar oyunlarını oldukça ilginç bulduğumu söylemeden geçmek istemem yine de..

gerçekten fazla uzun tek parça olan Isle of Avalon'un ardından albümün en karizmatik parçası Starblind ilaç gibi geliyor.. zekice ve bir önceki şarkıdan çok daha ince elenip sık dokunarak yazıldığı belli olan bu parça gerçekten de inkar edilemeyecek kadar tazeleyici.. albümün en iyisi olmaya aday..

The Talisman uzunluğuyla Isle of Avalon kadar üzmese de Maiden'ın iyilerinden olarak anılmayacağı aşikar.. işte Maiden'ın talihsizliği de burada.. ne Isle of Avalon ne de The Talisman kötü şarkılar.. ama yine de benim gibi bir tip çıkıp ileri geri konuşabiliyor.. herhangi bir grup için süper şarkılar olabilecekken bir Iron Maiden albümünde sönük kalıyorlar işte.. Şarkı Dickinson'ın iki buçuk dakikalık şiir dinletisiyle açılıyor, sonra artık ezbere bildiğimiz Iron Maiden gitarları-vokalleri-davullarıyla devam ediyor.. güzel aslında yahu..

The Man Who Would Be King ilginç bir şarkı.. "hmm, çok da renkli değil sanki, tekdüze" diye düşünürken birden şarkının orta yerinde "Powerslave" döneminden kalma bir bölümle karşılaşıyorsunuz.. keyifli olmuş, hoşuma gitti.. (bu arada, şarkının adını ilk gördüğümde aklıma The Libertines gelmişti.. onlar da yeniden birleşmişler sanırım.. hayırlısı..)

son şarkı, When the Wild Wind Blows.. en uzun şarkı.. kimseye aldırmayın, bu şarkı çok güzel.. hayalkırıklığı hissi veren girişine rağmen hemen toplarlıyor ve yine sözlerle müziğin müthiş uyumu dinleyeni hemen sarıveriyor.. sözler çok anlamlı, çok önemli vs. olduğu için söylemiyorum bunu (ki aslında gayet hoş sözler).. daha ziyade, vokalleri de genel olarak bir enstrüman gibi olarak algılama eğiliminde olduğum için vurguluyorum.. şarkı epey uzun, evet, ama içinde 3-4 farklı parça barındıyor adeta.. özellikle 7. dakikaya girerkenki bölümü çok çok sevdim.. ve lanet olsun ki ben çok parçalı/katmanlı şarkıları çok seviyorum.. iyi yapıldığı zaman tabi ki.. eh, boşuna Pink Floyd-Iron Maiden demedim başta.. söylemeden geçemeyeceğim: Dickinson'ın 8:20'de bir "I can't believe all the lying" deyişi var ki.. off..

şarkılar tek tek böyle.. herkes kendi değerlendirmesini yapacaktır tabi ki, bunlar sadece benim düşüncelerimdi, paylaşmak istedim.. umarım fazla sübjektif olmamışımdır, zira saat gecenin 3'ü ve ben Iron Maiden'ı gerçekten çok seviyorum.. unutmadan, albüm İngiltere dahil 28 ülkede listelere ilk sıradan giriş yaptı.. bol bol olumlu eleştiri aldıklarını da söylememe gerek yok sanırım..

2005'te eski davulcuları Clive Burr'e yardım konserlerinden..

50'li yaşlarını yaşayan bu adamlardan hala aynı enerjiyi, aynı kendini adamayı, aynı zindeliği görmek gerçekten çok güzel bir duygu.. konserlerine gitme imkanı bulamadım bu yaşıma kadar, ama gidenlerden biliyorum, hala zımba gibiler.. stüdyo albümü tabi ki bunu aynı derecede yansıtamayabilir, konser atmosferi farklıdır doğal olarak.. ama Maiden öyle bir grup ki, albümü dinlerken ister istemez kendinizi konserde hayal ediyosunuz.. ben El Dorado'yu dinlerken Nicko'nun davulundan sıçrayan suları, akıttığı terleri, When the Wild Wind Blows'u dinlerken Dickinson'ın yumruğunu sıktığını görebiliyorum.. Steve'in gülümsemesi, Dave, Adrian ve Janick'in birbirleriyle paslaşmalarını yaşıyorum adeta.. başka da bir şey istemiyorum zaten.. tamam istiyorum, önümüzdeki iki sene içinde Endonezya'ya gelsinler..

Thursday, September 9, 2010

Bono'dan mektup

geçen pazar sabahıydı. gazetede günlük toplantımızda genel yayın yönetmeni david judson "bono darfur'la ilgilenmiyor muydu? bundan sonra gidip tayyip erdoğan'la konuşmak enteresan" dedi. ilginç adamdır david, kıvrak bir zekası vardır ve haberi verirken twist bulmak konusunda muhteşemdir. "muhtemelen erdoğan bugün ona türkiye'nin ne kadar geliştiğini anlatacak. biz de anlatmayacağı şeyleri yazalım" dedi. başyazıyı öyle kaleme aldı. birkaç gün sonrasında, salı akşamı, yani u2'nun türkiye konserinin ertesi günü bono joost lagendijk aracılığıyla yazıyı okuduğunu ve bir cevap kaleme almak istediğini iletti. tesadüf, o sırada david ve gazeteden iki arkadaşla birlikte bardaydık. müthiş sevindik hepimiz. david'in nefis benzetmesiyle denize bir şişe atmıştık ve içindeki mesaj alınmıştı (david'in o coşkuyla bütün masadaki hesapları ödeme gazına gelmesi ise ayrı bir sevinç kaynağıydı). köşe, bugün hürriyet daily news'ta ve cansu çamlıbel'in çevirisiyle hürriyet'in manşetinde yer aldı. gözden kaçmasın istedim. burada bulunsun istedim. hürriyet'in manşetinde bono varken spor sayfasında imzamın olmasının, bono imzalı bir yazının bulunduğu gazetede künyede spor editörü olarak da olsa ismimin geçmesinin küçük ve kimine göre anlamsız gururu bir yana dursun. tartışılmış ve tartışılmayı hak eden bir görüşmeye, u2'nun her anlamda çok konuşulan ve bu yanıyla sosyal, politik ve ekonomik olarak büyük bir hadise olmuş türkiye seyahatine dair fikir verecektir. "bono evet diyecekmiş" gibi zeka dolu esprilerin ötesinde bir bakış da sunacaktır görmek isteyene. ben de bu şekilde u2 bahsini (şimdilik) kapatmak isterim.

Meeting Turkey and Erdoğan by Bono

With the crowd still ringing in my ears as we arrive home, I wanted to thank you for your open letter. It was measured and thoughtful. It would be foolish to come to your magical country and try and unravel its mysteries in just a few days... a few years, even.

Your politics are certainly complex, but the desire not to dwell too much on the past is the simplest and strongest melody line my ear picked up. The future feels very present here... you can see no end to great growth and opportunity for Turkey, if good decisions are made in a transparent manner.

Prime Minister Erdoğan couldn’t have been more hospitable to this band of minstrels and was very generous with his time. We spent an hour and a half in his company in a wide-ranging conversation, covering many topics from the serious to light stuff. We talked about his time as a prisoner of conscience for reciting a poem that was on the school curriculum. He seemed open to any line of inquiry – from our questions about human rights in Sudan and the floods in Pakistan to the treatment of conscientious objectors such as İnan Suver. He said he would look into it...

The PM’s daughter Sümeyye was very impressive in her knowledge of development issues and had just come back from delivering aid to the flood victims in Pakistan with her mother... by the way, we now have in our possession a gift from the wall of one of the PM’s offices – the proclamation of Turkey’s aid to Ireland during our great famine in the 1850s.

It is obvious to point out that we were honoring his invitation and not there to endorse any party [or] political point of view. We are not naive to the fact that a populist liberal rock band being so close with the sitting government before such an important referendum was risky for both sides, and could have been used by both sides, were we to comment. This was not the case.

Such local issues were not our business... however an artist will always raise their voice when other creative or critical voices are stymied. The strength of any government can be measured by its ability to accept criticism. A free press is the cornerstone of democracy. I’m pretty sure if I weren’t an over-rewarded, over-the-top singer in a rock band, I would be a journalist – and a critic. If there is, as you say there is, soon to be a likely 90 journalist prisoners of conscience in Turkish jails, I agree that would undo so much recent progress and return the country to the dark days of Fehmi Tosun, whose wife, Hanım, and family we were so honored to host at the show.

The thing about such discourse between artists and government is that it shouldn’t be extraordinary. It is the very definition of a whole society that artists, scientists, sports people, religious, secular, whomever – all make a contribution.

The band was honored to have Zülfü Livaneli and his brother Ferhat onstage Monday night. He took the crowd’s voices to a special place and generational divisions melted. We sang “Mothers of the Disappeared” for Fehmi, followed by Zülfü’s love song to the martyrs of democracy – “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor”... the entire stadium sang every word... I thought to myself... U2 has a long way to go to reach this level of connection... not bad for a first date though.

I’m getting too serious here. Our time in Istanbul was not all activism and conscience – we had some great silliness, from stopping traffic to walk the bridge (our sincere apologies for the tail back), to belly dancing and a few glasses of champagne Saturday night.

Again, thank you for such a considered open letter, and thanks to all the people we’ve met over the last days and nights. We came as students of this great city – we are leaving as fans.

güzel bir gündü...

yıllar önce roll’da okuduğum (muhtemelen les inrocks ya da mojo kaynaklı) bir billy corgan röportajında şöyle bir şey diyordu kel kafalı smashing pumpkins vokalisti: “şu anda ben new york’ta ünlü ve önemsenen bir adamım ama türkiye’de, iran’da, hindistan’da hiçbir şeyim. orada da yollarda yürürken durdurulmak, müziğime ilgili tebrik almak isterim.” “bizi iran gibi görüyorlar” klişesinden öte, türkiye’nin nasıl bir gizem olduğuna dair iyi bir ipucuydu. u2’nun istanbul konserinde de bono ve ekibinin başka bir dünyaya geldiklerinin izlerini aldık. gelmeden önceki demeçlerinde “umarım orada müziğimizi dinleyenler vardır, hele müziğimizi radyoda duymak muhteşem olur” cümleleri, “istanbul’a gelmek adeta mitolojik bir tecrübe olacak” ifadesi bununla ilgiliydi. sözün özü, u2, istanbul’a gelmeyi gerçekten önemsedi. tepeden bakmadılar, bu ülkeyi, bu kültürü öğrenme, tanıma hevesiyle geçti tüm istanbul seyahatleri. konserin her anında belliydi bu niyet. örneğin geçen yıl izlediğim wembley konserinde grup kendi seyircisi önünde şov hevesindeki bir forvet gibiydi. quaresma seyircisinin önünde en klas stoplarını, en şık şutlarını yapar ya, aynen oydu. o seyirci onu istiyordu çünkü. istanbul konserinde ise bono belki bir adım geride durdu. bildik numaralar burada ters tepebilirdi. o yüzden bildiğini okuyup yuhalanma pahasına egemen bağış'tan bahsetmeye devam etmedi. bu yüzden her zaman sahneye çıkardığı kızı dudağından öpme geleneğine ara verdi!

bakın, bono'nun (daha sonra bu sayfada yer vereceğim) açık mektubunda yazdığı, "stadyum 'yiğidim aslanım'ın her kelimesine eşlik etti. bizim bu seviyede bir bağ kurmamıza çok olduğunu farkettim" cümlesi önemli. bu, hem tevazu, hem de bir tespit. zira biz batı değiliz, türkiye'yiz. en çok dinlediğimiz sanatçılar dünyanın herhangi bir yerinde olabileceği gibi, u2, lady gaga veya eminem değil. burada grup yorum stadyumu sold-out yapabilir, ama u2 ve metallica bile yapamaz. kötü olduğu için değil, ama durum bu. biz, ayrı bir dünyayız. özellikle avrupa için dünyanın geri kalanına açılan bir kapı olduğumuz için de burası önemli. bunu dile getirdiklerinde tipik batılı yalakalığı olarak görüyor birçok kişi, ama bono'nun ülkemize dair bilgisini de göz ardı etmemek lazım. bu adamlar türkiye bilmezken fehmi tosun ismini gündeme getirdi, birçok kişinin gözardı ettiği inan suver konusunu başbakana açtı. bu, türk entelektüeli için başlı başına bir utançken bunu gündeme getiren adamı tu kaka ilan etmek acı bir trajedi. adam, "köprüde yürümek istiyorum" dedi, trafikte kalanlar edebiyatı yaptık, wta istanbul cup için, avrupa-asya masa tenisi buluşmaları için, david coulthard’ın şovu için kapandığında kimsenin ağzını açmadığı köprü birden herkesin derdi oluverdi! köprünün önemini anlattı, yalakalık saydık, kuruçeşme'de konser veren nice ünlüler oraya "nehir" deme cehaletini gösterdiğinde umursamamıştık bile! (tespit için sevgili dostum erdem tatar'a teşekkürler)
...
zülfü livaneli'nin sahneye davet edilmesine de bu pencereden bakmak lazım. kimisi "bir gün önce tayyip erdoğan'ı gördükten sonra düşen puanlarını ters cenahtan birisini sahneye çıkararak yükseltmeye çalıştı" diyecek kadar komikleşti ama onları boşverin. bir kereliğine muhteşem liberalliğinize de mola verdirin. sevmiyor olabilirsiniz, son 20 yılda siyasi olarak dönüştüğü çizgiden memnuniyetsiz de olabilirsiniz ama orada bulunması gereken politik bir şarkıcı ismi düşünürseniz zülfü livaneli en ideal isimdir bana kalırsa. 1980'ler karanlığında çok kilit bir isimdir livaneli. kusursuz değildir, ben de eleştirmişimdir ama burası türkiye. elimizde bir neil young, bir billy bragg, bir bruce springsteen yok. tıpkı bir u2'muzun, bir r.e.m.'imizin, bir depeche mode'umuzun olmadığı gibi. bu müzik kültüründe zülfü livaneli önemli bir isimdir ve nefret de etseniz orada durduğunda çok büyük bir u2 hayranı olarak benim yüzümü kızartmayacak bir isimdi. arthur o'shaughnessy'den iki dizeyle u2'ya sıcak bir "hoşgeldiniz" yapacak kadar da zarif durdu sahnede. "yiğidim aslanım"ı korsan söylediğini iddia edecek kadar gözü kararmış solcular da mevcut aramızda, sanki u2'nun kendisinden izinsiz sahnesinde bir nota çalmak mümkün olabilirmiş, sanki the edge gitarını ferhat livaneli'ye elleriyle vermemiş gibi! "yiğidim aslanım" söylenirken bono'nun eli kalbinde dinlemesi, konser sonrasında da hayranlığını ifade etmiş olması sanırım böyle düşünenlere yeterli yanıttır. yine de müziğin evrenselliğine inanan birisinin, "mothers of the disappeared"la "yiğidim aslanım" arasındaki bir sigara içimlik mesafeyi böyle bir yanıta gerek duymaksızın anlaması gerekir aslında.
...
yine de konserin doruğu "yiğidim aslanım" değildi, her ne kadar eşsiz bir anı yarattıysa da. o dorukları dünyanın en güzel gitar riff'ine sahip "where the streets have no name," bir sonraki yüzyıla kalması garanti olan rock türküsü "i still haven't found what i'm looking for," 2000'lerdeki en parlak u2 şarkıları "beautiful day" ve "walk on," u2'nun ilk protesto zirvesi "sunday bloody sunday" ve hakkı yenmiş klasiklerden "new year's day" yarattı. bunlar hem aşkı, hem öfkeyi, hem kişiselliği, hem toplumsallığı, hem barışı, hem savaşı, dünü, bugünü ve yarını anlatan eşsiz şarkılar. dışarıdan bakanların asla görmediği, ama bir konserde farkına vardığı üzere, u2'nun gücü her zaman bu şarkılardır. o teknolojik delilik insanları konsere çeker, ama onlara muhteşem deneyimi yaşatan ışıklar veya sahne düzeni değil, dört adamın yarattığı büyüdür. u2'yu dünyanın en özel sahne gruplarından birisi yapan da budur zaten. zira vertigo tour'da 360° tour'un tam aksine sadece gitar-bas-davuldan mürekkep, u2 standartlarında minimal sayılabilecek bir set vardı ama yine de o turne de unutulmazlar arasındadır. 360° tour'un farkı, türkiye gibi bir ülkeyi u2 konusunda uyandırması oldu, hepsi bu. zira geçen yıl tepeden izlerken teknolojisine, uçuk fütürizmine vurulduğum konseri bu sefer sahada, en önlerden izlediğimde sadece dört kişinin yarattığı saf rock'n'roll büyüsüne kapıldım. etkisi daha bile çok oldu. üç gün geçti ama hala gözümü kapattığımda o uzay gemisinin altında olmak istiyorum, insanlar konuşuyorlar ama ben hala bono'yu duyuyorum. geri dönmeye direniyorum.
...
bu büyüyü yarattıkları için bu dört adama, yaklaşık 20 yıl önce olduğu gibi bugün de minnettarım. şafak ongan'ın dediği gibi türkiye'de kaotik bir atmosfere düştüklerinden onları yanlış yorumlayanlar oldu (ki u2, önyargılar konusunda zaten bereketli bir gruptur her daim ve her yerde) ama bence üç günlük tartışmaya sahnede noktayı koymasını bildiler. zira tüm politik boyutunun ötesinde u2'nun taviz vermediği tek alan müziktir. ne şovun, ne de politikanın müziği ezmesine izin vermez bu adamlar. onlar da bunu yaptılar. müziklerini çaldılar, rock'ın ne olduğunu bir kez daha hatırlatıp gittiler. onlardan yadigar binlerce anı ve şu mütevazı cümle kaldı geriye: "buradaki ilk gecemizde 50,000 kişi: bu hayal edebileceğimizden de fazlası."

Monday, September 6, 2010

bu gece, o gece

bu blog'da defalarca yaptığım gibi bir yazı yazmak istemiyorum. kendime "büyük" ve "en" kelimelerini yasakladım. bu gece bir konser var, müzik dinleyeceğiz. güzel olacak.

siyasi tartışmalara da girmeyeceğim. bu grubun vokalistinin politik duruşunu, diplomatlığını falan da anlatmayacağım, kimseye karşı da savunmayacağım. gerek yok. bu gece bir konser var, eski usül barış mesajları verilecek, o eski rock konserleri gibi. güzel olacak.

sonra o pençe denen uzay gemisinden, nasıl bir renk ve ses cümbüşü yaratacağından da bahsetmeyeceğim. irlanda'da lisede kurulmuş, küçük odalarda çalarak müziği öğrenmiş dört dostu izleyeceğiz sahnede. 30 yıl sonra, milyonlarca dolar kazandıktan sonra hala o dört adam olarak kaldıklarını göreceğiz. güzel olacak.

gitmeyenler umarım güzel vakit geçirirler. gidenlere ise tek bir tavsiyem var. oraya bu gruba dair tüm fikirlerinden arınarak, ruhlarını açarak gitsinler. bilin ki sizi saf düşüncelerle dolduracak, o açık ruhunuza dokunacaklar. güzel olacak.

bu gece bir konser var... çok güzel olacak.

Wednesday, September 1, 2010

şimdiden yılın albümü: arcade fire - the suburbs

"the suburbs"ün çıkış noktası, bir arkadaşının win butler'a gönderdiği bir fotoğrafla şekillenmiş. yıllardır görüşmediği çocukluk arkadaşı bir mektubunda oğluyla çekildiği bir fotoğrafını göndermiş arcade fire ön adamına. yıllardır görmediği arkadaşının kesilmiş saçları, omzunda taşıdığı çocuğu, butler'a ilham vermiş. çocukluğunu geçirdiği banliyölere dair bir albüm kaydetme fikrinin doğduğu nokta bu olmuş.
...
yine de "the suburbs"ü değerlendirirken iki noktaya dikkat etmek gerekiyor. birincisi, win'in albümü açıkladığı cümleleri: "bu, banliyölere bir aşk mektubu değil. bir itham da değil. sadece banliyölerden atılmış bir mektup." ikincisi, bunun albümün "konseptinden" ziyade "teması" oluşu. arcade fire, "the suburbs"ü adeta bir film gibi örmüş. 63 dakika boyunca sound bütünlüğünden ziyade bu tema etrafında dönüp durmaları bu hissi veren.
...
ilk şarkı "the suburbs"ün 70'ler popuna dokunan yanı, tam da bu duyguyu destekliyor. "edward scissorhands"te tom jones'un "it's not unusual"ın (defalarca) kullanılmasına benzer şekilde, hafif, bol tekrarlı bu şarkı sizi banliyölere bırakıveriyor. banliyöde büyümüş bir çocuğun hissi tam da bu olmalı. hiç geçmeyecekmiş gibi gelen günler, büyük bir boşluk duygusu. sanki "the suburbs"den "ready to start"a geçiş de tam çocukluktan deli ilk gençlik yıllarına tekabül ediyor. biraz zorlasak "modern man"deki durgunluğu da onun bir sonraki evresi olarak görebiliriz, isterseniz.
...
ama sadece kronolojik olarak ilerlediğini söyleyebileceğimiz bir film değil bu. karakterlerin geçmişini, geleceğini gördüğümüz, hüznüne de, öfkesine de, enerjisine de, sükunetine de şahit olduğumuz bir öykü adeta. ama en çok, geçmiş vurgusu var. ne zaman oyunlar oynamayı bıraktık, ne zaman çocukluk arkadaşlarımız başka şehirlere taşındı, ne zaman saçlarımızı kestirdik, ne zaman evlendik, ne zaman çocuklarımız oldu? geçen zamanın peşinde, eski fotoğraflara bakma hissini takip eden bir albüm "the suburbs." kabaca özetlersek, ilk albümde ölüm, ikincisinde ise tüm insanlığın hızla yaklaşmakta olduğu kıyamet merkezdeki temalar ise, "the suburbs"te de bu: geçmiş. zaman.
...
kanımca arcade fire'ın gitarları öne çıkartması ve ilk defa dokunduğu elektronik seslerin varlığı biraz da bundan. zamana böylesi vurgu yapan bir albümde müziğin de zamanımıza daha fazla dokunması çok anlamlı. ben "funeral" ve "neon bible"da "carnivale"-vari bir dünyada, bundan üçyüz yıl önce kasaba kasaba dolaşıp insanlara derdini anlatan bir kara kumpanya olarak görürdüm arcade fire'ı. "the suburbs"te hiç olmadığı kadar günümüze aitler. ama bunu 2010 yılının sound'u olarak değil de, daha geniş anlamda okuyun lütfen. hayatımızı yaşadığımız çağ anlamında günümüz. zira benzersiz güzellikteki "sprawl ii (mountains beyond mountains)"ta sisler arkasından bir 1970'ler pop şarkısı duyuyoruz. "month of may"in cbgb'den fırlama enerjisi, "empty room"daki kemanlı shoegaze tadı da unutulmamalı.
...
eğer bir filmse "the suburbs," ben en çok regine chassagne'in oynadığı rolü sevdim burada. win butler'ın biricik eşi, ilk iki albümde dünyanın sonunun geldiğini çaresizce haykıran geri vokalleriyle zaten dikkat çekmişti. ama burada aşık, özlemli bir kadın. "empty room" ve "sprawl ii" albümün en güzel şarkılarıysa bunda regine'in payı çok çok büyük.
...
elbette yukarıda bahsettiğimiz sound farkının yaratması muhtemel bir sorun var. ilk iki albümün benzersizliğini buradaki sessel ve tematik konsepte kurban ediyor arcade fire. ben yine onların müziğini başkalarına benzetmemekte inatçıyım, ama bu albümü dinlerken yapılacak referanslar ilk iki albüme göre çok daha fazla sayıda. ama bu da başlı başına grubun cesaretini gösteren bir tavır. şöyle açıklayalım, önceden kendi tepelerinde rakipsizdiler zaten, şimdi o rakipsizliği diğerlerinin yanlarına indiklerinde de göstermek durumundalar. tabii ki bunu fazlasıyla başarıyorlar.
...
bu kadar büyümüş olmak ("the suburbs" billboard albümler listesine bir numaradan girdi, yayınlandığından beri de ilk 10'dan düşmedi) arcade fire'da da bir hesaplaşma yaratıyor tabii. "ready to start"ın olağandışı açılış dizelerine dikkat edin: "iş adamları kanımı içiyorlar, sanat okulundaki çocukların yapacaklarını söyledikleri gibi." kabaca bir tercüme de olsa, sanat-ticaret ikilemini bu kadar netlikle anlatan bir dize okumamıştım daha önce. "city with no children"da da benzerbir duygu var üstelik: "bir vaizden alıntılar yapan milyonere asla güvenilmez / onlardan olmadığımı düşünürdüm ama artık bu konuda şüphelerim var."
...
burada çok önemli bir nokta var. arcade fire, çağdaşları arasında görülmeyen bir ciddiyetle çalışıyor müziği üzerinde. zahmetsizce yapılmış hissi veren müzikleri herkes sever, kendini fazla ciddiye almamak da önemli bir erdemdir, ancak arcade fire'ın müziğini ve kendini ciddiye alış biçimi karşısında da saygı duymamak mümkün değil. bahsettiğimiz gibi albümü film gibi örme kısmı bir yana, sound konusunda kolaylıkla duyulmayacak detaylara bile nasıl kafa yorduklarını bilmek de bunun göstergesi. örneğin bu albümdeki her bir şarkıyı önce plaklara kaydetmiş grup. "biz de birçok şeyi mp3'ten dinliyoruz ama biz birbuçuk yıl oturup mp3 kaydetmedik. çoğu kimsenin farkına bile varmayacağı ufak farklar üzerinde çok çalıştık" diyorlar. ve bir dinleyici olarak ben de bundan etkileniyorum. müzisyen ne kadar ince çalışıyorsa müziği üzerinde, o kadar çok dikkati, emeği hak ediyor. en azından "the suburbs" için durum bu. last fm'ime de yansıdığı üzere, son bir ay içinde neredeyse başka hiçbir şey dinlemedim. kimi zaman güne "the suburbs"le başladım, kimi zaman uykuya dalmadan önceki sessizlikte bu filmin kulağımdan yola çıkıp zihnimde bir kez daha oynamasına tanık oldum. kimi zaman da yolda, şehrin gürültüsü kulağımdaki müziğe üstünlük sağlamaya çalışırken, hafif açık bir pencere yüzüme rüzgardan tokatlar indirirken ve pencereden şehrin polaroid görüntülerine tanık olurken dinledim "the suburbs"ü. her seferinde tüylerim diken diken oldu, duygulandım, daha önce hissetmediğim şeyleri hissettiğime, kimi zaman da çok iyi bildiğim duyguları paylaştığına şahit oldum. her seferinde "the suburbs (continued)" gelip çattığında 1950'lerden yadigar bir fransız filminin finaline tanık olmuşçasına durdum, nefesim kesildi. dinledim. çok dinledim. ve çok sevdim. bir yazı daha yazıp albümün bambaşka erdemleri üzerine de kelime harcayabilirdim, ama elimden gelen bu kadarıydı. bu kadar büyük, bu kadar güzel bir albüm dinlememiştim çünkü ne zamandır.
...
"the suburbs," şimdiden 2010'un en iyi albümü. 2011 ve 2012'nin de. nereden mi biliyorum? çünkü arcade fire sadece üç yılda bir albüm yayınlıyor.