Monday, January 31, 2011

Biutiful: Ölüme dokunmak

Bu filmi izlemeden önce umutsuzluğa, karamsarlığa, hüzne, kızgınlığa, çirkinliğe hazır olun. Bu filmde parıltılı Hollywood filmlerinden hiçbir şey yok zira. Film sırasında yemek almamanız önerilir, yutmakta zorlanabilirsiniz, boğazında kalıverir…

Böyle bir açılış yaptıktan sonra filmin çarpıcı olduğunu itiraf edebilirim. Gerçekliği, hüznü, gösterdikleri insanın boğazını düğümlüyor. Bu bakımdan "Biutiful"un etkileyici bir film olduğu bir gerçek.

Inarritu'nun ilk üç filmi, yani Ölüm Üçlemesi, farklı sınıftan, hatta bazen farklı ülkeden insanların birbirlerinin hayatlarına nasıl trajedilerle dokunduğunun çarpıcı örneklerini içeriyordu. "Biutiful"da ise o farklı sınıfa çıkma ihtimali bile olmayan insanların öyküsü var. Ülkelerini terk edip Barcelona'ya göç etmiş, ancak kentin o pırıltısıyla alakası olmayan hayatlar süren insanlar bunlar. Çocuklarının isimlerini o muhteşem futbol takımının (eski) yıldızı Eto'o'dan hareketle Samuel koymak, hissedebildikleri tek aidiyet belki de. Onun dışında yaşadıkları, dünyada en alt tabakada ne yaşanıyorsa, aynısı.

"Biutiful"un değindiği sömürülen haklar teması bu büyük soruna gelişmiş ülkeler nezdinde dikkat çekmesi bakımından önemli. Ancak belki de tam da bu dikkat etme çabası Biutiful’un zayıf noktası olabilir. Nerede bir mesaj seyircinin gözüne sokulur, orada film inandırıcılığını kaybeder. Ne yazık ki film bu soruna, yani göçmenlere ve yaşadıkları sorunlara değinen izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunu düşündüğüm Ken Loach filmi "It’s a Free World… / İşte Özgür Dünya"ya yaklaşamıyor.

Neyse ki Inarritu’nun usta kamerası mesajı inandırıcılığı kaybetme noktasına götürmüyor. Bu konuda filmde herşey fazlasıyla gerçek zaten, gerçek apaçık ve net. Inarritu omzundan indirmediği, bir planda bile sabitlemediği kamerasıyla hep karakterlerinin yanı başında. Sürekli yakın planda ve olayların tam içinde. Bu yanıyla 2000'lerin en parlak yönetmenleri arasında bulunan Dardenne Kardeşler'e yakın duruyor Inarritu. Tutunmaya çalışan göçmenler hikayesi, tokat gibi çarpıcı "Lorna'nın Sessizliği"ni anımsatıyor insana. Belçikalı biraderler gibi, adeta bir haberci gibi tanıklık ediyor hikayesine Inarritu da.

Ancak diğer yanda filmde mistisizm, ruhlarla konuşabilme gibi gerçek üstü öğeler var. Metafizik olanı gündelik hayatın tam içine yerleştirişi ve filmin bunu açıklamak yerine kendi dünyası içerisinde kabul edilmiş halde bırakması Julie Bertucelli'nin "Ağaç"ını, Ozon'un "Ricky"sini veya Apichatpong Weerasethakul'un "Boonmee Amca"sını anımsatıyor. Ama işte gerçek, gerçeküstü, kanser, manik depresiflik, ebeveynlik, göçmenlik, fakirlik, ihanet ve daha başka bir sürü temanın bir arada toplanması bir dağınıklık hissiyatı yaratıyor ve bence filmde seyirciyi zorluyor.

"Biutiful"un o kadar çok değindiği var ki, filmin neden 148 dakika olduğunu anlayabilirsiniz. Yönetmen bir filmde her şeye (her şey derken dünyadaki sorunlarının çok ufak bir kısmı) değinmek için filmini çok uzun tutmuş. Film uzun olabilir, çok fazla soruna da değinilebilir. Ama senaryoda sorundan soruna geçişler bu dağınıklığı artırmaya sebep oluyor. Filmde bütünlüğü tek sağlayan, filmden kopmamanızı sağlayan kişi Bardem’in oynadığı Uxbal karakteri. O karakteri Bardem’den başkası oynasaydı belki filmin etkisi bu kadar derin olmazdı. Ama Bardem’in oyunculuğu sizi ekrana kitliyor ve filmi de taşımayı başarıyor. Hem ciddi hataları, hem de önemli erdemleri olan Uxbal için umut etmenizi sağlıyor, umudun çok az olduğunu bilmenize rağmen.

Kısaca "Biutiful"u izleyin. Ama "Paramparça: Aşklar Köpekler" gibi bir başyapıt beklentisinde değil, çıplak gerçekliğe 148 dakika boyunca İnarruti’nun gözünden bakacağınız bir film beklentisiyle izleyin. Film olmasa bile Bardem'in oyunculuğu mutlaka sizi çarpacaktır.

Sunday, January 30, 2011

universiade erzurum 2011 (iki)

universiade perşembe günü resmen başladı ve cuma eve döndüm. açıkçası daha her şey yeni başlıyordu ve izlenecek çok spor, tanışılacak çok insan ve öğrenilecek çok şey varken uzaklaşmak biraz kötü oldu. ancak kalanların da hali o kadar parlak değildi. açılış töreni sonrasında tüm basın ağlama duvarı gibiydi. ve son derece haklılardı: açılış töreninin bitişinde medyayı (ve görebildiğim kadarıyla takımlar ve protokol dışında hiç kimseyi) oradan götürecek bir ulaşım düzenlenmemişti.

büyük organizasyonlarda medya oteli ve çeşitli merkezler arasında otobüsler durmadan çalışır. isterse bomboş gitsin, o otelden belli bir saatte havaalanına veya maç günü olmadığı halde stada giden bir araç olur. burada ise ulaşımdan sorumlu insanlara haber veriyorsunuz gitmek istediğiniz yeri, araç ayarlayıp gönderiyorlar. iyi niyetli bir çaba, ancak gecenin bir yarısında medya merkezinde ulaşımdan sorumlu adam bulmak pek de kolay bir şey değil.

ilginç bir konuya bağlayayayım. cuma sabahki curling maçlarında iskoç bir gazeteciye "fotoğraf alanına girmenize izin yok" dediler. adam 64 yaşında bir curling muhabiri. (sırf bu cümle türkiye'de gazetecilik yapmak isteyen insana bir şişe viskiyi bir dikişte bitirtir). adı leslie ingram-brown. iskoçya'dan sadece bunun için gelmiş, curling için. ve fotoğrafı yukarıdaki basın tribününden çekin diyorlar. adam da "ışıklandırma rezalet, tepeden çekersem çok gölgeli ve kötü görünür" diyor, görevliler olmaz diyor. adam gidip bir fisu yetkilisini buldu, yetkili kadın da adamı tanıyormuş (adam yazarlığının yanında olimpiyatlarda curling hakemliği de yapmış). meselenin fotoğraf alanının dar olduğu ve bu yüzden üçten fazla fotoğrafçının aynı anda foto-pit'e girmesinin izin verilmeyeceğini söylediler. bunu fotoğrafçılar kendi aralarında ayarlarlar zaten. arada "lost in translation" bir durum varmış, görevli çocuklar eksik bilgilendirilmiş sadece. ancak bunun gibi eksik o kadar bilgilendirme vardı ki, ellerinden geldiğince çalışan çocukların değil, onları yönlendiren her kimse onların çok büyük koordinasyon problemi olduğunu hissettim.

(bu esnada yukarıda anlattığım diyaloglarda tüm çeviriyi ben yaptım. çalışanları kötülemek istemiyorum ama bazı kilit görevlere ingilizce bilen kimse bulamadılar mı? demek ki bulamamışlar. basın toplantısında da, kafeteryadan bir şey almak istendiğinde de gönüllü çevirmenliğe soyundum, birkaç gazetecinin de soyunduğunu gördüm, oradan biliyorum)

cuma sabahı izlediğim curling müsabakaları hakkında yorum yapmam imkansız. ortalamaya göre oyuna dair bilgim de fena değildir, ama anlatacak bir şey de pek yok. geçen yıl kurulan bir milli takımdan başarı beklemek de imkansız. olimpiyatların tüm kış sporlarına olduğu gibi curling'e de pozitif etki yaratması ve üç-beş adımlık bir pozitif etki yaratmasını umalım.

hokey ata sporumuzdur!

oyunlar, perşembe sabahı hokey maçlarıyla açıldı. görmüşsünüzdür, türkiye, kadınlarda da, erkeklerde de çok kötü yenildi. erkek takımının rakibi avrupa'nın sağlam ülkelerinden çek cumhuriyeti'ydi. oyuna fena da başlamadık, ilk 13 dakika da gol yemedik (kalecimiz erol kahraman mükemmeldi). ancak arka arkaya iki golle periyodu geride kapattık, ikinci periyod ise tam bir kabustu. ne denediysek olmadı ve gole doyduk resmen. maçı 16-0 kaybettik ama ikinci periyodun sonlarında skor 11-0'ken çek kalecisinin çok iyi bir kurtarışında sanki maç 0-0'mış gibi coşan ve çift basamaklarda da gol yese elinden geleni yapan kalecimizi "kahraman!" diye takdir eden seyirciler gerçekten güzel detaylar koydular ortaya.

diğer tarafta (aynı kompleksin içinde 3,000 ve 500 kişilik iki buz hokeyi pisti var, erkekler büyükte, kızlar küçükte oynuyorlar) kızlar da büyük britanya önünde benzer bir kaderi paylaştılar. ilk periyodu dengeli oynadılar, 2 gol yediler ancak ikinciden sonra çözüldüler. maçtan sonra kaptan yeliz fizik güç olarak adalıların çok sağlam olduğunu söyledi, bir de pistte çok fazla su olduğundan şikayet etti. bunu ingilizlerin kaptanı emily turner da söyledi. devre aralarında sahalar temizlenirken fazla su kullanılırsa ve pistin soğutması yeterli değilse o su donmuyormuş. puck'ın giderken bir birikintiye takılıp kalması (veya rusya koçunun deyimiyle "kayarak değil sekerek gitmesi") bundanmış. yeliz güzel bir şey daha söyledi: "100 yıllık mesafeyi 4 yılda alamıyorsunuz." ingilizlerin koçu simon manning ise çok daha sempatiyle yaklaştı. aslında bizim kızların britanya'nın takımının beş yıl önceki haline çok benzediğini doğru yatırım ve doğru programla bir aşamanın mümkün olabileceğini, çünkü takım halindeki mücadelenin etkileyici olduğunu anlattı.

kanadalı sonnenberg slovenya maçını jake lamotta gibi tamamladı
erzurum'daki maple leaf'ler
perşembe sabahı olmasının da etkisi vardır, ama tribünler bomboştu. akşamki kanada-slovenya maçında seyircilerin arasında dolaştım. mavi montlu çoğunluğun (yani gönüllüler) dışında kalanların kim olduğunu sordum. çoğunluk kafilelerindeki arkadaşlarını destekleyen sporculardı. bir kanada grubu vardı ki, çok eğlencelilerdi. "siz kimsiniz?" dedim. iki kız "bizim sevgililerimiz, onların da çocukları curling takımındalar" dedi. eh, kanada'dan kalkıp sırf bunu izlemeye gelecek değillerdi ya.

cuma günkü kayakla atlama kısmı, (açılış dışında) ilk defa seyircilerin kalabalık olduğu oyunlar oldu. hafta sonuyla beraber izleyiciler gelmeye başladı televizyondan gördüğüm kadarıyla. ama hafta içi durum nasıl olacak, göreceğiz. organizasyon komitesindeki birinden öğrendiğime göre okulların organize edilmesi tercih edilmemiş, çünkü insanların geleceğine inanıyorlar. "halk olayı o kadar benimsedi ki, ev hanımları bu hafta çamaşırlarını balkonlara asmayacaklar, sırf görüntü bozulmasın diye" de dedi, ilginç buldum.
adalardan yar gelir bizlere!
açılışı anlatayım mı? boşverin anlatmayayım. mustafa erdoğan'ı ve yaptığı işleri beğenenler var, ancak herhangi bir büyük prodüksiyonlu dans gösterisinden beklenebileceklerin %5'ini yaptığı için kimseyi alkışlamayacağım. eğer erdoğan'ı her kim bu ülkenin estetikten sorumlu devlet bakanı atadıysa o bir an önce kendisini türk telekom atlama kulelerinden kayaksız atsın derim. sporcuların geçişinde tabii ki iran ve bosna-hersek gibi "din kardeşlerimiz" alkışlandı, ancak genel olarak herkese karşı pozitif bir seyirci vardı. benim en çok hoşuma giden, bir-iki kişilik kafilelerle (daha doğrusu bir iki kişiyle) gelen ülkelerdi. mesela nepal'i tek bir sporcu temsil ediyor. işe bir "cool runnings" sempatisi katıyor, takdir etmemek mümkün değil.

son olarak, 10 gün içerisinde iki açılışa gittim. ikisinde de kenan doğulu vardı. ikisinde de gösteriler çok kötüydü. ikisinde de tayyip vardı. birisinde ıslıklandı, birisinde "türkiye seninle gurur duyuyor" diye bağrıldı. "ah" dedim, "canım ülkem, keşke meselenin sadece 'yuh' ve 'helal olsun' tercihinden ibaret olmadığını, her spor, sanat veya kültür olayında neden aynı sahneleri, aynı simaları görmek zorunda olduğumuzu bir düşünsek." halbuki bana cevabı iki gün önceki basın toplantısında fisu başkanı george killian vermişti: "tabii ki başbakan, milletvekilleri gelecekler. bu onlar için bir halkla ilişkiler çalışması. seçim dönemi dışında erzurum'a ne zaman bu kadar sık gelirler ki başka?"
not: yediğin içtiğin senin olsun denir ama gidenlere cağ kebabı, kadayıf dolması ve tırnak paça tavsiye etmeden de bir "gezi" yazısı bitirmiş olmayalım. yalnız her biri için sağlam mide gerekli, hepsi ağır yemekler çünkü.

Friday, January 28, 2011

Orada Neler oluyor


İnce ruhlu Sayın Başbakanımız sanat (heykel) ve spor (stat, olimpiyat açılışı) üzerine samimi düşüncelerini zikreder, TBMM sıralarından arkadaşı Kılıçdaroğlu’na laf yetiştirmeye çalışırken, Ecevitten çakma halk çocuğu çabasıyla Kılıçdaroğlu oy hesaplamalarıyla uğraşırken, medyamız Telekom stadıyla, Üniversite Olimpiyatlarıyla coşarken orada bir şeyler oluyor.

Orası kendimizi hayır canım biz bir parçası diyerek soyutlamaya çalıştığımız ancak bal gibi de parçası olduğumuz farklı ülkelere ayrılmış Arap topraklarıdır.

Bir Tunuslu’nun kendini ateşe vermesiyle başlayan olaylar, ateşin, baskıyla ezilmiş diğer insanlara, sokaklara, evlere ve en sonunda hükümete yayılmasıyla, 23 senelik bir iktidarın devrilmesiyle sonuçlandı. Bu devrime Yasemin Devrimi dediler.


Mısır'daki protesto yürüyüşleri, bugün büyük yürüyüş var...

Bu ateşin aynı dertten muztarip Mısır’a da sıçraması kaçınılmazdı. Ancak ateşin hükümetin önlemlerine(!) karşı (dayak, işkence, karşıtların hapse girmesi, cep telefon servislerinin kesilmesi) sönüp sönmeyeceğini zaman gösterecek. Devam eden protestolar gösteriyor ki halkın bıkmışlığı er ya da geç tam 30 yıldır iktidarda olan Hüsnü Mübarek’i devirecek. Gerçi yaşı ise 82 olan Mübarek kendi kendine devrilebilir. Ama o ölürse yerine kimin geçeceği de bir soru işareti, çünkü halk oğlunu da bağrına basmayacak. Mısır'da bugün büyük prostesto gösterisi var. Mübarek için bitiş düdüğü her an çalabilir...

Lübnan’da ise olaylar tersinden yaşanıyor denilebilir. Saad Hariri’nin devrilen hükümetinin yerine Hizbullah yanlısı Necip Mikati geldi. Burada devrimi halk değil, Hizbullah yaptı, devrilen ise bir otokratik lider değil, halkın seçtiği lider. Sonuç: demokratların sonunu Ocak ayında Hizbullah’ın getirmesinden sonra protestolar başladı, Lübnan halkı sokaklarda.

Tunus’ta baskı rejimi kuran ABD destekli otokratik liderin devrilmesi, aynı şeyin Mısır’ın başına gelmesi, Arapların hakları için ayaklanması bir coğrafya için güzel haberler. Ancak Lübnan’da başa gelen Hizbullah destekli hükümete de bakınca kişisel fikrim bu ayaklanmaların daha baskıcı İslamcı rejimlerin gelmesine sebep olabileceği yönünde. Özellikle Hizbullah yanlısı olmakla itham edilen El Cezire’nin Arap isyanında önemli rolü göz önünde tutulmalı.

Diyeceğim odur ki, Arap dünyasındaki bu ayaklanmaların, demokrasi ve insan haklarının iyileşmesi gibi sonuçlar doğurması en büyük temennimiz olsa da tarih bize göstermiştir ki isyanlarla çıkarları kaşınanların ilk işi iktidara gelip tüm sesleri susturmalarıdır. Dileğimiz tarihin tekerrür etmemesi yönünde...

Wednesday, January 26, 2011

universiade erzurum 2011

dünden beri erzurum'dayım. organizasyon komitesinin daveti sonucu gelen gazetecilerden birisiyim yani. universiade 2011 yarın başlıyor, biz mesaiye bugün başladık. ister doğu anadolu'da bu kadar büyük bir spor organizasyonu olmadığı tarafından bakın, ister erzurum'un tarihinde görmediği kadar büyük bir yatırımın nesnesi olmasından; çok büyük olay. ve burada kısa süreliğine bile olsa buna tanık olmak bir sporsever için önemli. kısa süreliğine diyorum, çünkü oyunların ikinci gününde istanbul'a dönüyorum, bir tane bile final göremeden.

aslında bir yandan da seviniyorum burada iki hafta kalmıyor oluşuma. zira kaldığımız otel pek de iyi değil. görgüsüzlük falan yaptığımı düşünmeyin, aşırı memnuniyetsizlerden de değilim. gittiğim yerlerde "organizasyon kötüleyen adam" olmadım hiç. (bu yaz dünya kupası'nda tanıştığım iki abimiz her görüşmemde "böyle rezil organizasyon olmaz" diyorlardı, iyi gazeteci memnuniyetsiz mi olur bilmem, belki ben fazla hoşgörülüyümdür. ama bu bahsettiğim abiler de kupanın sonuna doğru afrika güzellemelerine başlamışlardı) otelden daha kötüsü, gazetecileri odalara çift çift yerleştirmiş olmaları. tek başıma geldiğim için odamdaki diğer yatakta bir başka arkadaş kalacak! neyse ki bugün de gelmedi, en kötü ihtimalle bir günlüğüne yaşayacağız erkek yurdu tadını. hadi erzurum merkezde sadece sekiz tane yıldızlı otel varmış, doğal olarak kaliteli yerlerde protokol vs. kalacak. ancak gazetecilere tahsis edilen iki otelin dandik olanında kalmak, daha eli yüzü düzgün olan diğerine ağır topların yerleştirilmesi de hoş tabii!

neyse, dediğim gibi, bunu anlayışla karşılıyorum, küçük ve turizme yatkın olmayan bir kentte binlerce insanı konuk etmeye çalışıyorlar ve dahası organizasyon basının masraflarını cebinden ödüyor. dolayısıyla beğenmeyen gidebilir!
kayakla atlama kuleleri gece çok güzel görünüyor... çook uzaklardan.
...
dediğim gibi, organizasyon eleştiren adam değilim. ben gönüllülerin (bir şey bilmeseler de) yardımcı olmaya çalışanını görünce ısınırım o organizasyona. güney afrika'ya çok ısınmama sebep olan şey (dünya kupası büyüsü dışında) adres sorduğunuzda bilmese de siz bulana kadar sizinle birlikte yürüyen gönüllülerdi. erzurum'da da, acemilikleri örtecek bir iyi niyet var, o kesin. öte yandan tesisler fazlasıyla hazır. normalde bir organizasyonun son gününde mutlaka boyanacak bir duvar, çakılacak üç-beş çivi kalırdı. dünü yol yorgunluğu ve cağ kebabının ağırlığı sonucu odada geçirdim ama bugün gezdiğim dört tesis de (palandöken kayak tesisleri, kiremitliktepe'deki kayakla atlama kuleleri, cemal gürsel stadyumu ve içinde iki tane pist bulunduran buz hokeyi salonu) tamamdı. bir de, kitapçıklar, haritalar, broşürler her köşede mevcut. dünya kupası başladıktan bir hafta sonra tamamlanmıştı tüm bunlar. bir de, dağıtılan basın çantasından polar bere, eldiven çıkması da hoş bir detay. gazeteciler de insandır ve küçük detaylardan keyif alırlar!
ispanya buz hokeyi takımının antrenmanından iki kare
gerçi hava o kadar soğuk değil burada. tatlı bir soğuk var, hava sıfırın üzerinde. yıllardır hava durumlarında -25'lerini gördüğümüz erzurum için olur şey değil tabii. iki gündür "bugün yağacak" deniyor ama uluslararası üniversite sporları federasyonu (fisu) başkanı george killian'ın dediğine göre "türkiye'deki meteoroloji de amerika'daki kadar kötü." cihan haber ajansı'ndan bir abimizin naklettiğine göre erzurumlu naim hoca tespiti yıllar önce yapmış: "ne zaman ki kar para eder, o zaman erzurum'a yağmaz." teknik komiteden bir görevlinin yorumu ise daha net: "bu dakikadan sonra 5-10 santim kara bir şey demem ama fazlası işimizi bozar."
açılış hazırlıklarından bir kare
...
evet, yarın altı tane buz hokeyi maçı var, akşam da açılış töreni. gelmiş geçmiş en parlak tören olacağı söyleniyor. gerçi bunlar hep söylenir ve aslında açılışlar biraz klişedir ama hayatımda ilk defa bir olimpik açılışı canlı izleyeceğim için heyecanlanıyorum yine de.
şimdilik bu kadar, önümüzdeki bir artı yarım günlük olimpik tecrübede yazmaya değer bir şeyler olursa paylaşırız yine buradan...

Wednesday, January 12, 2011

ali sami yen'de son gece

bir takımı sevmek kolay iş değildir. bazen bir kambur gibi dertle taşırsınız o sevgiyi sırtınızda, bazense bir onur nişanı gibi göğsünüzü gere gere gösterirsiniz. ilk zamanlar kabullenemeseniz de zamanla öğrenirsiniz, hüzün de sevdaya dahildir. çoğu zaman babanızdan emanet aldığınız (ve mutlaka çocuğunuza devretmek istediğiniz) bir aşktır o, belki de sırf bu yüzden çocukluğunuzdan yaşadığınız güne kadar her anınızı içine alan bir parantezdir o takım. hayatınızın her dönemecine bir iz de o adamlar topluluğu bırakır.

ali sami yen'e veda etmek üzere mecidiyeköy'e geldiğimde, işte bu yüzden, sadece bir 90 dakikadan ibaret olmadığını biliyordum o gecenin asıl hikayesinin. futbola gözümü 1989 baharında bir sabah ilker yasin'in prekazi'nin golü üzerine ağlamak istediğini haykırışının tekrarıyla açtım. ondan öncesi hayal meyal, ama o çok net. hayat yolumu 2000'in eylül'ünde istanbul'a düşürdüğünden, ali sami yen'in altın günlerine uzaktan baktım. evet, o güne dek görülmemiş bir başkaldırının gerçekleştiği o neuchatel maçı, ne 14 yıllık hasretin bittiği o eskişehirspor maçı, ne milan mucizesi, ne leeds zaferi, hepsinde uzaklardaydım. 2000 sonrasında kombinem de oldu (sırf elinizde kartınız olduğu için normalde sıcak yuvanızda kalmayı tercih edeceğiniz bir karlı bir akşamda stadın yolunu tutmanın tadı ayrıdır. gerçi o erteleme maçında denizlispor'a 1-0 yenilmiştik), toplama bir kadroyla gelen anlamlı bir şampiyonluğu (anlamsız olanı var mı sanki?) yaşadığım da (2002). asla "2000 ruhu"nun yerini tutmayacak da olsa destansı avrupa maçları da yaşadık, nasıl olup da kaybettiğimizi hala anlayamadığım maçlar da (tromsö'ye elenmemiz, barcelona'ya hala hazmedemediğim bir ofsayt golüyle yenilmemiz).

işte ali sami yen'in veda gecesinde tüm bir mazi canlandı. herkes kendi hayatını galatasaray'ın tarihiyle kesiştiği noktadan yaşadı. babamla beraber maç izlediğimiz akşamlara gittim. annemin ve ablamın maçı izlemeseler de bizimle oturduğu o odada oturdum. istanbul'a taşınmamı, okul yıllarımı yeniden yaşadım. bir kez daha aşık oldum, bir kez daha evlendim. galatasaray'ın karanlık 70'lerinden parlak 90'larına her çağın üzerinden geçtim. kara takılıp geçemediğimiz werder bremen'inden, dev bir duvar olup geçit vermediğimiz manchester united'ına kadar her rakip sinmişti çimlerin bir tarafına. geriden gelip real madrid'i, barcelona'yı, milan'ı yeniyor, favori olduğumuz anda trömsö'ye takılıyorduk. arda turan orta kesiyor, metin oktay voleyi yapıştırıyordu. hakan şükür kafayla indiriyor, tanju vuruyordu, prekazi ile hagi serbest vuruşu kim atacak diye tartışıyor, bülent'le erhan tandem oynuyordu. nadiren geçit verdiklerinde bile korkmuyorduk, kalede simoviç ve turgay vardı. gol atıyorduk, oyunu kesip hasan şaş ağlamaya başlıyordu, ilker yasin ağlamak isterken. gol atıyorduk, harry kewell tebessümle kenara koşuyor, levent özçelik'in kahkahasına katılıyordu. normalde sevgilisi terk etse ağlamayacak adamlar gözyaşı döküyordu. tıpkı sevdiğinin arkasından "gitme" demeyeceklerin zamanında hakan şükür'e "kal bu sene, kal bu sene, alınacak çok kupa var bu sene" diye bağırabildiği gibi.

"futbolun şifreleri" kitabında bir yerde "müşteri bağlılığı" anlamında futbol kulüplerinin markalardan nasıl fersah fersah olduğunu gösteren güzel bir cümle geçiyor. "küllerinin tesco marketleri üzerine saçılmasını isteyen hiç kimse duymadım. oysa binlerce insan son dileği olarak küllerinin stadyumlara serpilmesini istemiştir."

küllerimi değil ama, hayatımın bir kısmını, gözyaşlarımla birlikte akıtıp bıraktım ali sami yen'de. bir daha orada galatasaray'ı izleyemeyecek olmanın soğukluğu çarpıyordu yüzüme; yeni, modern, sanat eseri, süper muhteşem bir stadyuma taşınıyor olmak bile ısıtamadı içimi. günlerdir tuttuğum, düşündükçe göz kapaklarıma kadar gelen yaşlar o çimlere son kez baktığımı anladığım her an akıverdi yanağımdan. başlarken "bu kalp seni unutur mu" ve "hoşçakal," sonda "unutamadım" ve "samanyolu" yaraları biraz daha deşti sadece. en sonunda müziğin susması ve seyircilerin sahneyi alması: o tezahüratların o güzel stadyumda son kez yankılandığını bilmenin hüznü, son bir kez daha çarptı. "kal bu sene" diye bağırmak istedim. bu son veda olmasın, 2004'teki gibi bir sene uzaklıktan sonra tekrar kavuşulsun, "dayanamadım gayrı döndüm canım" diyerek tekrar kendimizi mecidiyeköy'e vuralım istedim. boş sahaya bir kez daha baktım. ağladım. burada bir daha ağlayamayacağımı hatırlayıp bir daha ağladım. arkamı döndüm son kez, çıktım ali sami yen'den. bir kapı kapandı, bir dönem bitti. benim için değil, tüm galatasaraylılar için. eve döndüm. ama sanırım dönemedim. dedim ya, bir parçam kaldı orada.

Wednesday, January 5, 2011

kristal küreden bakınca 2011'de müzik

"internet her şeyi değiştirdi..." breh breh, büyük tespit. son yıllarda internet, sosyal medya, medya veya sadece sosyal hayat üzerine bir konuşmaya denk geldiğinizde bu cümleyi kesin duymuşsunuzdur. evet, internet her şeyi değiştirdi ve değiştiriyor, ama kendisi de değişmeye devam edecek. müzik endüstrisi ve teknoloji sitesi hypebot işin uzmanlarına 2011 öngörülerini sormuş. ilgimi çeken fikirleri kısaca toparladım.

* "generation x"te okuduğum ve her zaman inandığım bir teori vardı: siz bir ünlü hakkında evinizde annenizle konuştuğunuzda dahi o star birkaç dolar daha kazanıyor. tabii bu savı 90'larda kanıtlamak pek mümkün değildi. şu an ise sosyal medyanın müzik (ve tüm sanat dalları, popüler kültür ürünleri) üzerindeki en temel belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. sosyal medyanın gücü 2011'de de artacak. çünkü sizin bir sanatçıdan twitter'da bahsetmeniz, onun klibini youtube'da izlemeniz, facebook'ta like'lamanız onun kariyerine doğrudan etki ediyor. bakın, billboard geçen aydan beri social chart diye bir liste yapıyor artık. 1936 yılında ilk müzik listesini yayınlayıp endüstrinin şeklini değiştiren dergi şimdi böyle bir liste yayınlıyorsa oturup düşünmek lazım. ayrıca the ultimate chart da benzer bir konseptte haftalık bir liste yayınlıyor ve son yedi gün içerisinde internette kimin egemenliğini ilan ettiğini ortaya koyuyor. mtv'nin music meter'ı da aynı mantıkta. komikleşmeye başlayan albüm satışlarını yarıştırmak yerine daha "reel" veriler sundukları kesin.

* müziğin tavsiye ediliş biçimi de önemli. last.fm, pandora gibi siteler insanların müzik kalabalığında tavsiyelere önem verdiğinin kanıtı olarak başarılı oluyorlar. internette müzik konusunda büyük bir gürültü ve kalabalık söz konusu ve bu kargaşanın içinde yol gösteren siteler belirleyici olmaya devam edecekler.

* evet, mp3 müziğin taşınmasını kolaylaştırdı, ama transferi hala yeterince kolay değil. bir albüm indirmek, bilgisayarınızda listelemek, düzenlemek, bir kabloyla onu telefonunuza/ipodunuza aktarmak... bu süreci daha kısaltacak uygulamalar yolda.

* mutlaka altı çizilmesi gereken bir şey: çok yakın gelecekte makbul format mp3 değil, streaming (bilgisayara kaydetmeden, dinlenen şarkının bir site ya da aplikasyon üzerinden akması). çoğunluk müziği indirip saklamak yerine anında dinlemeyi tercih ediyor. bizim ülkeye hizmet vermeyen spotify bu yüzden bir fenomen. 2011'de lisans sorununu çözebilirse abd pazarına girmesi bekleniyor. tüm dengeleri alt-üst etmesine kesin gözüyle bakılıyor bu yüzden.

* google'ın her şeye olduğu gibi müziğe de el atması an meselesi. aslen itunes'un google versiyonu olacak google music, devreye girdiği anda tüm dengeleri değiştirmesi de öyle. youtube, myspace, grooveshark, last.fm gibi pek çok farklı siteden müzikleri beğendiğinizde playlistinize ekleyecek bir "addmusic" butonu benzeri format, facebook'un sosyal ağ üzerinde yaptığını müzik için yapacak, yani her şeyi tek bir vücutta toplayacak.

* qr code (quick response, yani resmini çektiğinizde telefonunuza linkler ya da ekstra özellikler yollayan barkod) kullanımı müzikte de kendini gösterecek. müzik marketing uzmanı bob baker'ın ilginç bir örneği var burada: mezartaşı üreten bir şirketin geliştirdiği bir hadise var. mezartaşının yanından geçerken smart phone'unuzda bir uygulama sayesinde o kişinin hayat ve ölüm bilgilerini alabiliyorsunuz. evet, biraz ürkütücü ama bunun konser afişlerinden şarkı gönderebilme gibi versiyonları olabileceğini ve daha geliştirilmeye açık bir alan olduğunu anlatıyor.

* indie'ler büyümeye devam edecek. çünkü bağımsızların ufak bütçeleri küçülen endüstri için biçilmiş kaftan. büyük firmaların "1 tanesi tutarsa kalan 9 tanesini de kompanse eder" mantığına karşın indie'lerin büyük kısmının su üzerine çıkabilmesi onlar için etkileyici bir model. ayrıca indie grupların hayran kitlelerinin pamuk elleri cebe atmayı daha çok benimsediği gerçeği var. bizde demirhan baylan'ın yaptığı, dışarıda einstürzende neubaten, girl talk hatta radiohead'in denediği finansman ve ödeme yöntemleri gelişerek devam edecek. ourstage gibi oluşumlar sayesinde tv'deki yetenek yarışmaları mantığının tabana indiğini de görmeye devam edeceğiz. sıfırdan bir grup yaratmanın hazzı, etkili olacak.

* 50'ler ve 60'lardaki gibi yeni bir plak şirketi kuşağı doğacak. evet, yok olmayacaklar ama can çekişen devlerin çağında yenilikçi, müziği seven ve dinleyicilik tecrübesini yaşayan (yani bugünün iş adamı-plak şirketi sahibi modelinden uzak) insanlar olacak bunlar.

durum kabaca bu. daha pek çok enteresan ve ufuk açıcı fikir hypebot sayfalarında ve soruşturmaya katılan uzmanların kendi sitelerinde. her şey değişirken bir parçası olmak adına bakınmanızı öneririm. yalnız, last.fm'inden, myspace'ine, oradan fizy'sine kadar internette müzik konusuna okulları kapattıran milli eğitim bakanı çizgisinde yaklaşan "jurassic park"ın, çağdaş bir internet yasasını tartışmaya bile başlamamış siyasi iklimin ülkesinde o değişimin neresinden tutabiliriz, o da ayrı konu.

Sunday, January 2, 2011

fırat sırma iftiharla sunar 2: 2010'un en iyi şarkıları..

2010'un en iyi şarkıları.. albüm sıralamaktan daha zor sanki, sıralama olmadan koyuyorum o yüzden.. yine de yanında yıldız olanların biraz daha özel olduğunu söyleyebilirim.. 2010'da beni en çok etkileyen, coşturan, hüzünlendiren, kısacası kendini en çok dinleten 40 şarkı, aşağıda..


- Live In Dreams - Wild Nothing *

- Ready to Start - Arcade Fire *


- Roving Jewel - The Coral *

- Mongrel Heart - Broken Bells

- Revenge (featuring The Flaming Lips) - Sparklehorse*

- Coming Home - Iron Maiden

- Jessica - Avi Buffalo*

- What Did My Lover Say? (It Always Had to Go This Way) - Wolf Parade *

- The Suburbs - Arcade Fire *


- Baby - Warpaint *

- I Want the World to Stop - Belle & Sebastian

- Blue Blood - Foals

- Forget - Twin Shadow

- Small Mountain - Midlake

- Ghost Pressure - Wolf Parade

- Afraid of Everyone - The National

- My Angel Lonely - Wild Nothing

- Deep Blue - Arcade Fire *

- Norway - Beach House

- The Mall & Misery - Broken Bells

- Pobody's Nerfect - Wolf Parade

- Starblind - Iron Maiden

- Black Camera - Wintersleep


- Chase Scene - Broken Social Scene

- I Still Do - I Am Kloot

- Catholic Pagans - Surfer Blood

- What You Know - Two Door Cinema Club

- Winter Dies - Midlake *

- Suburban War - Arcade Fire *

- When the Wild Wind Blows - Iron Maiden

- Yulia - Wolf Parade

- The Witching Hour - Wild Nothing

- Runaway - The National

- Sprawl II (Mountains Beyond Mountains) - Arcade Fire

- Older - Band of Horses

- What He Wrote - Laura Marling


- Killemall - Menomena

- Excuses - The Morning Benders

- Blue As Your Blood - The Walkmen

- Modern Man - Arcade Fire