Wednesday, June 30, 2010

insan doğası

if they say "why, why," tell'em that is human nature...
(eğer "niye" diye sorarlarsa onlara "insan doğası" de...
)
...
michael jackson bu dünyadan göçeli 1 yıl,
bu şarkıyı ("human nature") ilk duyalı 15 yıl,
onu içeren albüm ("thriller") çıkalı 28 yıl olmuş.
...
ilk ikisi hala iç acıtıyor, diğeri ise her zaman taptaze...

glastonbury 2010

malum, orada bir çiftlik (worthy farm) var uzakta. o çiftlik bizim değil, ama üzerinde bir festival var, o festival bizim festivalimiz. gitmesek de, görmesek de, o festival bizim festivalimiz. glastonbury'nin 40. yılının kutlandığı geçen hafta sonu, bir kez daha "orada olmalıydım" hissiyle yandı bünyem. u2'nun headliner'lığının açıklanmasıyla başlamıştı içimin karıncalanması, bono'nun sırtındaki problem sonucu çekilmelerini de "o kadar çok istedim ki gitmeyi, gözüm kaldı" şekilde açıklamıştım kendimce. ama yeterince kalamamış ki, tarihin en iyi glastonbury'lerinden birisi olarak tarihe geçti bu yılki şenlik.
...
kylie minogue scissor sisters'ın sahnesine konuk oldu, shakira the xx'in bir şarkısını cover'ladı (oha!), florence and the machine yaktı, the national ağlattı, thom yorke ile jonny greenwood da sürpriz konser verdi.the edge'in muse ile sahneye çıkıp "where the streets have no name" çalmasına ise sıfat bulamıyorum! hafta sonu boyunca evde guardian ve nme'nin tweet'leriyle takip etmek bile beni nasıl delirttiyse, orada olsam kimbilir neler olurdu.
...
bir gün mutlaka!

Sunday, June 27, 2010

Ada'da dram bitmez

ingiltere, güzel yenilir. büyük beklentilerle başlayan turnuvalar uzun yıllar unutulmayacak bir maçla takımın potansiyelinin bir ya da iki tur öncesinde noktalanır. bugünkü 4-1'lik maç gibi, illa uzun zaman konuşulacak bir nokta olur ingiltere'nin yenilgilerinde. ya elle atılan bir golle gider ingiltere, ya da tarihe geçen 65 metrelik bir slalomla. kendini zorla attıran bir ingiliz futbolcu çıkar ortaya ya da gelene geçene "buyur" diyen bir kaleci. bugünkü gibi verilmeyen bir gol de işin tuzu biberi olur. turu geçmeyi hak eder ya da hak etmez, ama ingiltere elendiğinde konuşacak çok şey olur ortada.
...
kazandığında da sıradan kazanmayı sevmez ingiliz futbol takımı. 1-0'dan 2-1'e son iki dakikada attığı iki golle gelir. devreyi 3-0 geride kapatıp maçı 3-3'le uzatmaya taşır, penaltılarda da kazanır.
...
ada'da dram bitmez. bu cümleyi ilk olarak 2002'de newcastle united evinde inter milan'a 4-1 yenildiğinde etmiştim. daha maçın 5. dakikasında bir gol, bir de kırmızı kart yemeyi başarmıştı newcastle. ada'nın drama doymayacağının 90 dakikalık bir özetiydi o. bugünkü almanya hezimeti gibi. bir hakem hatası, büyük savunma yanlışları, kendi takımlarında dünya yıldızı olup da milli takımda renk vermeyen oyuncuları, şampiyon olma umuduyla gelinen turnuvada eve erkenden dönüş...
...
ada'da dram bitmez. bu yüzden kendisine gönül vermiş olanlar daha kısa yaşarlar. çileli bir ömürleri olur, futbolu alkolle birlikte almayı severler, her turnuvayı kalbi kırık kapatırlar ve kısa zamanda bir sonrakinin hayalini kurmaya başlarlar. iki iki geçer yılları, tek avuntuları doğmadan on yıllar önce kazanılmış bir dünya kupasıdır. o görüntülerin tekrarlarını izler dururlar. hep beklerler futbol bir kez daha evine dönecek diye... bekle kardeşim bekle... bir gün döner elbet...

Büyük günlerin ilki: Almanya-İngiltere

dünya kupası'nı izlemek için gittiğim güney afrika'dan türkiye'ye dönünce blogu boşlamış gibi oldum. bir hafta boyunca (sanırım hepimiz gibi) futbol yiyip içtim ama "dünyanın merkezinden" buraya dönünce adapte olamadım herhalde. bugün tekrar olaya girmek için muhteşem bir fırsat var önümüzde: almanya-ingiltere- maçı.
...
italya 90 ve gazza'nın gözyaşları...

şimdi gary lineker'ın efsanevi repliğinden girip tüm klişeleri yazabiliriz. britanya'ya gönül vermiş her futbolsever hayatının bir döneminde bir alman tokadı yemiştir mutlaka. 1990'ı hayal meyal hatırlıyorum (itiraf.com: zaten o turnuvada kuzenimin dolduruşuyla almanya'yı tutuyordum!), ama 1996 yarıfinalinin boğazıma bir düğüm oluşu dün gibi.
...
ama anılara çok da dalmaya gerek yok. bugün, büyük ihtimalle onlara eklenecek birçok anı üretecek hayatı futbol üzerinden yaşamayı-okumayı seven için. ingiliz futbolu dramayı sever. "olacak gibiydi ama olmadı"ları, "bu sefer çok yaklaşmıştık"ları, "ah o penaltı kaçmasaydı"ları, "ya o kırmızı kart ağırdı"ları, "ne yaptın kaleci!"leri...

ingiliz futbolunun zirvesi: bobby moore 1966 dünya kupası'nı kaldırıyor, arkadaşlarının omuzlarında.
...
bu, avrupa futbolunun en büyük rekabeti. büyük olasılıkla tüm dünyanın da. ingiltere için en kilit maçın en başta olması zor bir durum tabii. buradan hareket edip en ileriye de gidebilir, tüm umutları turnuvanın ikinci turuna gömüp evine de dönebilir. söz konusu ingiltere iken hepsi mümkün. tıpkı söz konusu maç almanya-ingiltere iken her olasılığın mümkün olabildiği gibi.

yoruma gerek var mı? almanya karşısında tarihin en unutulmaz galibiyeti.
...
futbol, savaştır.
futbol, hayattır.

Friday, June 18, 2010

Güney Afrika'da son maç: Slovenya-ABD

güney afrika seyahatimin son gününde slovenya-abd maçında tribündeydim. bunca gün gazetecilik, blogger'lık ve özellikle de futbolseverlik adına üzerime düşeni yaptığımı düşündüğümden, "rahat olayım, maç öncesi taraftar profilleri, sonrasında basın toplantısı kasmayayım, şöyle rahat rahat oturup maçımı izleyeyim" deyip ellis park'taki yerimi aldım. futbol tanrısı da bana adaletli davrandı ve dün en gollü maçı izledikten sonra bugün de en güzel ve heyecanlı maçı izlememi sağladı.

maçın elektrikli geçeceği belliydi: daha ilk saniyelerde dempsey'nin sloven rakibine sert girmesi sonucu kavga çıktı zaten. sonra birsa sağdan kesti, ljubijankic dokunamadı. sonra birsa işini kendisi gördü, nefis bir golle oyunu açtı. devre sonlarına doğru nefis bir kontrayla ljubijankic attı. abd'nin işi bitmiş gibi görünüyordu, ama belli ki 2008'de türkiye'nin gururla taşıdığı "comeback kings" unvanını istiyorlardı. donovan 48'de topu tavana astığında amerikalı seyircilerin çoğu bira kuyruğundaydı henüz. bradley'nin iki değişikliği çabuk sonuç vermişti. maçın sonlarına doğru koç bradley'nin oğlu michael golü yazdı. birkaç dakika sonra bu sefer altidore'la galibiyet golünü attı abd, ama hakem kendisinin bile anlamadığı bir sebepten golü iptal etti. şu anda dünya çapında bir fenomen olmasını, twitter'da trending topics'te zirvede yer almasını buna borçlu koman coulibaly. çok iyi bir unvan olduğu söylenemez! maç boyunca kötü ve ters kararlar verdi ama bu kadar büyük bir hata da birazcık abartılı oldu. yazık etti abd'ye coulibaly.

yine de turu geçmek abd'nin elinde. son maç kazanıp çıkabilirler bir sonraki tura. malili hakemin dünya kupası macerasının ise bugün bittiğini söylemek yanlış olmaz.

tıpkı benim dünya kupa maceram gibi! kupanın bundan sonrasını istanbul'da tv karşısında geçireceğim. maç listeleri elime gelmeyecek, oyundan sonra gidip teknik direktöre soru soramayacağım, her gün onlarca egzantrik insanla tanışmayacağım. bugünlerin hatırasını taşımakla yetineceğim yani. sanırım bu da fazlasıyla yeter ama.

Dünya Kupası fotoğraf albümü (beş)


hollanda-danimarka maçındaki "36 mankenin tribünde gizli reklamı" konusundaki cezası tepki yarattı burada. "fick fufa" tişörtleri var sağda solda. bu da yerel bir gazetenin konuya eğilişi.

ellis park stadyumunun önü.
...
brezilya-kuzey kore maçının devre arası. brezilya'nın golü bulamaması koymuş olacak ki, efkardan sigara içiyor inek kardeşimiz!

"her yerde futbol var" konusunun bu kadar abartıldığı da az görülmüştür herhalde!
...
kupanın en tatlı çifti? aklımda kalanlar arasında birincilik bu ikilinin bence.





kaldığım hostelden görüntülerle bitireyim. ilk fotoğraf karma: panama, abd, brezilya, nereden adam ararsanız var. ikincisi meksika, üçüncüsü ise arjantin tayfası. son iki tanesini anlatmaya gerek yok.

Thursday, June 17, 2010

Dünya Kupası'ndan: Arjantin - Güney Kore


itiraf etmek gerekirse biraz kuru giden turnuvada böyle bir maç izlemeye ihtiyacım vardı. tamam, izlediğim maçlarda hiç 2'den az gol olmamıştı ama turnuvanın genel hali beni de etkiliyordu. nihayet şöyle dolu dolu bir maç izleyebildim. bir tarafın güçlü ve yıldızlarla dolu olduğu, diğer tarafın da ortaya futbol karakterini koyduğu, öte yandan bolca da gol izleyebildiğim... arjantin güney kore'yi 4-1 yenerken kişisel olarak soccer city'ye vedamı güzel bir şekilde yapmış oldum.
...
dünyanın en iyisi messi'yi izledim. bir pozisyonda (44. dakikaydı) altıpasta topu aldığında etrafında altı tane güney koreli vardı. çok iyi bir açıdaydım, makinam o an hazır olsaydı denklanşöre basıp maradona'nın 1982'de belçikalılarla yarattığı eşsiz karenin bir benzerini yakalayabilirdim.
...
maradona'yı izledim. kenarda oyuncularıyla iletişimine, onları motive edişine, maçı yaşayışına tanık oldum. top havadan taca çıktığında sol ayağını arkaya doğru kaldırıp topuğuyla inanılmaz bir şekilde sahaya gönderişini gördüm.
...
mascherano'yu izledim. liverpool'daki rolünün çok ötesinde, bir kaptan olarak arkadaşlarını nasıl sürekli yönlendirdiğini gördüm.
...
higuain'in gollerini, tevez'in hırsını gördüm.


belki de en güzeli, arjantin'in formasının tribünlerde ne kadar güzel durduğunu gördüm. tam karşıdan bakınca adeta denizi izliyormuşçasına doyuruyor insanı o açık mavi. (bir ingiltere hayranı olarak arjantin'e bu kadar övgü sunmamam gerekiyordu ama ne yapalım!)

arjantin kupayı kaldırabilir. bir sonraki turda elenebilir de. ama bugün onları izlemek bana gerçekten çok iyi geldi.




Bafana Bafana!


seversiniz sevmezsiniz bilmem de, burada birkaç gün bile geçirseniz dünya kupasında kalbiniz güney afrika için atmaya başlar. en bayrak sallayan, yüzünü boyayan taraftar olmazsınız belki, ama onların coşkusuna ortak olursunuz. günler boyunca nasıl hevesle maçı beklediklerini, sokaklarda vuvuzela çalıp arabalarını bayraklarla bezemiş insanlar üzülmesin istersiniz. stadyuma geldikleri gibi mutlulukla dönsünler evlerine, "bafana bafana!" diye bağırsınlar, mutlu olsunlar dersiniz. dünkü güney afrika-uruguay maçında da hislerim bu yöndeydi. uruguay'ı yenebilecek güçte olmadıklarını biliyordum ama bu oyunda gücün bazen önemsizleştiğini de görmüştük, özellikle bir takımın galibiyete gerçekten "ihtiyaç" duyduğunda...

johannesburg'a bir saat uzaklıktaki "yürütme başkenti" pretoria'ya yine mauritius'lu meslektaşların arabasında gittim. maça kadar geçen saatler arasında kendi açımdan unutulmaz bir maradona tecrübesi yaşadım, malum. sonraki saatler medya merkezinde günün diğer maçlarını izleyerek geçti. en sonunda, maça bir saat kala sahaya inip seyircileri fotoğrafladım. aralarından geçerken bir kez daha ortak oldum heyecanlarına.

ama olmadı. olması pek kolay değildi, uruguay gibi güçlü ve maç alabilecek yıldızlara sahip bir takım karşısında. ama ilk maçtaki gibi sürpriz bir gol bulabilirler, momentumu lehlerine çevirebilirlerdi. olmadı. uruguay işi en baştan sıkı tuttu, forlan'la bir de gol bulup maçı aldı. son onbeş dakikada gelen penaltı ve kırmızı kart, güney afrika için işi iyice tatsızlaştırdı. "hem kırmızı kart hem de penaltı ağır karardı" diye düşünenler vardı ama iş işten öylesine geçmişti ki, 2-0'dan 11 kişiyle de dönecek kapasitesi ve zihinsel gücü yoktu güney afrika takımının. tribünlerinin de öyle...

maçtan sonraki basın toplantısında da, johannesburg'a döndükten sonra bindiğim takside de gördüm bunu: güney afrikalıların kalbi kırılmıştı. tıpkı bizdeki gibi (ve belki de dünyadaki tüm futbolseverlerin yaptığı şekilde) bir suçlu arıyorlardı. hakeme çatıyorlardı, ya da parreira'ya. kızgınlardı, hüznün ilacı öfkeydi. aşk acısında da böyleydi bu, takımın yenildiğinde yaşadığın kalp kırıklığında da...

gecenin sonunda sevinenler haklı olarak uruguaylılardı. bir evsahibine karşı alınmış en farklı galibiyetlerden birisinin keyfini yaşıyorlardı. maçtan sonra teknik direktör tabarez gururluydu. ama güney afrika'ya dair söyledikleriyle de kalbimi kazandı: "bu ülkede çok büyük bir futbol sevgisinin yanı sıra büyük bir saygı gördüm. rakibe karşı, milli marşları okunurken sessizliklerinde de, yenilgiyi kabullenişlerinde de saygıyı gördüm. bence bunu güney amerika'da da [çet'in notu: türkiye'de de!] görmeliyiz."

ben bu kupada kendimi takım tutuyor gibi hissetmiyorum. evet, ingiltere kazansın çok istiyorum, ama geçmiş yıllardaki kadar tutkulu değilim. ingiltere'ye hislerim eksildiğinden değil, burada, bu şenliği yaşayarak tüm dilek haklarımı kullandığımı düşünüyorum belki de. ama hala dilek hakkım varsa, güney afrika'nın fransa'yı yenmesini dileyebilir miyim?

Wednesday, June 16, 2010

Diego Armando Maradona

gazetecilikte ecnebilerin "you snooze, you lose" dedikleri kural geçerli. bir haber yeniyse o an yenidir, geçmişse geçmiştir. belki maradona'nın olay basın toplantısını herkes okumuştur, o yüzden içeriğini yazmama gerek yoktur. olsun, ben şunu söyleyeyim, benim için önemli olan kısmını: bu fotoğrafı ben çektim. doğrudan söyleyeyim, bugün o toplantıdaydım. maradona'ya soru sordum, arjantinli gazeteciler gibi "diego" diye hitap ettim ona. sorumu dinledi, nefis de bir cevap verdi: "evet, elano, maicon, podolski, özil, sneijder iyi performanslar çıkarttılar ama hiçbirisi messi'nin yaptıklarının %40'ını yapamadı."
...
gerisini (özellikle pele ve platini'ye geçirdiği kısımları) internetten, gazetelerden, televizyonlardan takip edersiniz veya etmişsinizdir de zaten. benim için önemli olan kısmı oydu. "diego" deyişim, ona soru soruşum...
...
daha ne olsun!

Dünya Kupası'ndan: Brezilya - Kuzey Kore

asla taraftarları olmadım ama brezilya'nın dünya futbolunda nasıl bir dev olduğunu takdir etmemek imkansız. dünya kupasına gelişimin ilk günlerinde brezilyalı taraftarları gördükçe kabul etmiştim zaten: "bu onların oyunu."

en çok bu yüzden, dört gözle bekliyordum brezilya-kuzey kore maçını. tribünleri bambaşka bir şey olacaktı diye. oldu da. ama beklenmeyen taraf sayesinde oldu. kuzey kore'nin az sayıdaki taraftarı sayesinde.
...
200 kadar kişilik bir kuzey kore taraftar grubu vardı maçta. maçın başlamasına doğru yerlerini aldılar, ellerinde alkışlama tahtaları (var mı ki bunun bir ismi?) ya da kuzey kore bayrakları, birörnek giyinmişler tezahüratsız bir şekilde takımlarını desteklemeye başladılar. o anda değil ama devre arasında yanlarında neredeyse kendileriyle aynı sayıda batılı gazeteci vardı. kimlerdi ki bunlar?

geçen günlerde bin kadar çinlinin kuzey kore'yi destekleyeceği haberi çıkmıştı, bunlar onlar mıydı? bir başka iddia, japonya'da çalışıp oranın vatandaşlığına geçmiş olan kuzey korelilerin bir şirket organizasyonuyla geldikleriydi. orada kendileriyle iletişim kurabilen yegane kişi olan güney koreli gazetecinin hepimize yaptığı tercümeye göre ise, değillerdi. kuzey kore devleti tarafından tek tek seçilip gönderilen bir grup olduğunu söyledi bize gazeteci. bizim de ona inanmaktan başka şansımız yoktu zaten.
...
kuzey kore bu turnuvadaki en enteresan takımlardan biri, belki de birincisi. ülkenin dışa kapalılığını takımlarına da aynen uyguluyorlar. statü gereği "mecburen" verdikleri basın toplantılarında yabancı medyayla iletişimi sağlayan kişi takımın menajeri. sorular da, takımın veya teknik direktörün verdiği cevaplar da onun süzgecinden geçiyor. onun da cevapları "gereken" şekilde verdiğini tahmin edersiniz. taraftarları da, ülkeleri gibi oldukça ketumdu, büyük ihtimalle zorunluluktan. batılıların onlardan duymak istediklerini söylemediler. güney koreli gazeteci de batılı meslektaşlarını uyardı zaten bu konuda. "politika sorduğunuz anda ağızlarını kapatırlar, bir daha da açmazlar" diye.
...
maçın sonunda üzüldüler belki. ama belki de o tek gol onlara yetti. izleyen milyonlarca insanın onlara sempati duymasına ve temiz mücadelelerinin sonucunu en azından bir golle almalarına sevinmesine de... ülkeleri batıdan gelen her şeye kapalı olduğu için vatanlarında bu maçı izleyemediyseler bile...

Monday, June 14, 2010

Dünya Kupası fotoğraf albümü (dört): Hollanda - Danimarka

eğer dünya cennet olsaydı, hepimiz hollandalı doğardık. hep turuncu giyer, "lay lay lom" gibi nakaratları olan pop şarkılarını söyler, içer, eğlenir ve futbol izlerdik. ama maalesef dünya cennet değil ve hollanda bu yüzden ayrıcalıklı bir konumda. şu bir gerçek, dünyada futboldan keyif almayı en çok beceren ülke hollanda. bugün danimarka gibi çok sevdiğim bir ülke karşısında onları izledim. ama futbol sahasında olduğu gibi, tribünde de vikingleri yendiler. çok çok başka bir alemler.

...
bu da o "uçan hollandalılar"ın tam kadrosu. yani, düşünebiliyor musunuz, adamlar evlerinde oturmuş düşünmüşler... "biz hollandalıyız, uçan hollandalı diye bir şey var, bununla ilgili bir turuncu elbise diktirelim ve uçuş ekibi gibi gidelim maça!" kimin aklına gelir böylesi? hollandalı kafası lazım bunun için, başkası olmaz.
...


...