Tuesday, August 26, 2014

Green Man: Yazın en yeşil festivali

Bristol'dan Galler'e giden bir yolda eski bir Renault Megane'ın içindeyiz. Ben, Helen ve Felix. Helen, arabanın sahibi, Bristol'da yaşayan 40'larında bir kadın. Çalışıyor ama dünyayı epeyce gezmiş, kendisi küçükken babası aynı anda iki iş teklifi almış: Biri Bahamalar'da, diğeri Cornwall'da. Bahamalar'ı kabul etmediği için babasına hala kızgın! Felix ise Londralı ama Bristol'da okuyor, aynı zamanda müzisyen. Bright Eyes ve Neutral Milk Hotel seviyor. Annesi müzik yazarı olduğu için benim gibi basın kapısından giriş yapabilecek. Yolda kaset çalarlı eski bir arabada müzik dinliyoruz. Ben onlara hikayemi anlatıyorum, onlar bana. Tanışıyor değiliz, araba paylaşma sitesi gocarshare.com üzerinden denk gelmişiz ama gittiğimiz yer aynı, dolayısıyla pek çok konuda örtüşüyoruz. Bu yaz pek çok kere dediğim gibi, aynı yerde doğduğum insanlarla değil, aynı müziği sevdiğim insanlarla aynı ülkedenim ben. Üç tane hemşehri, bir arabada, Green Man'e gidiyoruz. 

Green Man son yıllarda yükselişte olan, ama Britanya dışında çok bilinen bir festival değil. Bilinçli şekilde orta ölçekte tutuluyor, 15-20 bin civarında bilet satılıp sold-out oluyor. Glastonbury'nin ütopik kültürü, Reading'in teenage festivali oluşu gibi, Green Man de kendini en "dost canlısı" festival olarak tanımlıyor. Harika müzik, büyüleyici atmosfer, nefis yemek, bolca aile görüyorsunuz Green Man'de. Glastonbury'de de çoluk çocuk gelen aileler görmüştüm, ama Green Man'deki kadar çok çocuğun olduğu bir festival görmedim. Uzaktan bunu duyduğumda yadırgamıştım, ama festivalde bunu görünce bunun içerideki sıcaklığı artıran bir unsur olduğunu düşündüm. Çocuklar için oyun alanları, sirkler, el işi çadırları, eğitici bilim standları, ya da uçsuz bucaksız çim gibi yerler var içeride. Bunlar sadece çocuklar için değil ama. İstediğiniz gibi siz de hulahop çeviriyor, top oynayabiliyor ya da plaktan saat yapmayı öğreniyorsunuz. İsterseniz filminizi izlemek için Cinedrome çadırına geçiyorsunuz, isterseniz komedi performanslarını ya da söyleşileri izlemek için Talking Shop'a. İkinci elcilerden, el işi eşya yapıp satanlara kadar alışveriş de yapıyorsunuz. Dükkanlardan yemeklere her şey yerel, "corporate" hiçbir şey yok. 

Bu anlattıklarım, Green Man'i müziğin ötesinde tecrübe edilecek, bir müzik festivalinden çok bir şenlik havasına çeviren unsurlar. Ama elbette Green Man'e yolumu düşüren müzikti. Ülkenin berbat gündemiyle geçen bahar aylarında "yazın bir festival bulsam da gitsem" araştırmalarım sırasında denk geldiğim ve beni en çok ferahlatan line-up buradaydı. Son yıllarda en sevdiğim kadın sanatçılar Neko Case, Sharon Van Etten, Anna Calvi ve Angel Olsen (bir St. Vincent eksikti!) bir yandan, belki de en çok değer verdiğim iki reunion olan Neutral Milk Hotel ve Slint bir yandan. Artı bu yılın parlakları The War On Drugs, Mac DeMarco ve daha pek çoğu... Tarih, fiyat, vize gibi konularda en optimum olan festival buydu zaten, akreditasyon geldikten sonra Avrupa'nın diğer köşelerindeki tüm ihtimalleri eledim. 
Aslında ilk planım biraz Galler'i de gezecek kadar bir iki gün erken gelmekti ama beni vazgeçiren bir iki unsur oldu. Birisi fazladan otel parası bayılacak olmak, ikincisi kamp gereçleri ve kocaman sırt çantasıyla fazladan birkaç tren in-bini yapmamak, üçüncüsü de tam 10 gün boyunca yağmur gösteren Galler havası! Neyse, festivalin başlayacağı sabah düştüm yola. Ve bir şekilde Helen'ın arabasındaydım. Adalılara göre normal, bana ise rüya gibi gelen yollardan, dağlardan geçtikten sonra festival alanına birkaç kilometre kala bir grup polis tarafından durdurulduk. "Son yıllarda festivalde uyuşturucu kullnımı çok arttı o yüzden biz de önlemleri artırdık. Şimdi, eğer uyuşturucu maddeniz varsa bize söylerseniz bir şey olmadan geçip gidersiniz. Ama yok derseniz ve köpek bulursa tutuklanırsınız." Ulan ben temiz geldim ama polise zaten alerjiğiz, bir de gazetede yazarken bile ürktüğüm "arrested" kelimesini bana bakarak söylüyor keltoş polis. Yılda bir iki gün nefes alalım diye festivallere kaçıyoruz, burada da mı buldun beni otorite? Hayır, Türkiye'de uyuşturucu çok daha büyük suçtur ama polisin köpekle araması falan, tuhaf durumlar. Sonra polis beni geçti ve Felix'e kuruldu. Felix'in muhabbetinden arada bir takılan bir eleman olduğunu tahmin etmek zor değil ama insan "Ulan eleman bizi de yakar mı?" diye düşünüyor. Polis de Felix'e psikolojik baskı kurmaya çalışıyor falan, tuhaf durumlar. Neyse, arabadan çıktık, köpek girdi, sağı solu kokladı çıktı. Arabaya tekrar bindiğimizde hislerimizin ortak olduğunu gördük. "Ulan temiziz ama köpek bu, çantaya bir koku sinmiştir bir şey olur, al başına belayı." Sonunda Helen ve Felix'in ortak fikri, Galler'de pek bir olay olmadığı için polislerin kendilerince fazla gaza geldiği oldu. "Hot Fuzz" olayı gibi, ama tam ters yani. 

Kendimi dört gün yağmura hazırlayarak gitmiştim, ama bir isteğim vardı, çadırı kurana kadar yağmur yağmasın. Tam tersi oldu. Çadırı kurarken sağlam yağmur yedim ve eşyalarımın büyük çoğunluğu ıslandı, ama kalan günlerin tamamı neredeyse kupkuruydu. Buna şükretmeli. Artı, 2006 ya da 2007'deki Rock N Coke'ta kocaman bir çadırı devasa yağmur altında (nasıl yaptığımı hala bilemediğim şekilde) kurduğumdan beri kendimi bu konularda kompetan görüyorum. Rock En Seine'in sıcağı, Glastonbury'nin rüzgarı yıkamamış beni, Green Man'in yağmuru mu bitirecek heheyt! Çadırı kurduktan sonra güneş tepeden göründü ben eşyalarımı ve kendimi kurumaya bıraktıktan ve biraz dinlendikten sonra festival alanına doğru geçtim. Perşembe günü keşif günüdür. Ana sahne açılmamıştır, standlar yeni kuruluyordur ve bazı sahnelerde güzel müzikler vardır. O güzel müziklerin bir kısmı Jimi Goodwin imzalıydı. Doves'un has elemanı Jimi Baba, "Odludek" albümüyle solo kariyerine başlamıştı. Doves da iki başyapıttan sonra iki albümde orta şeker gitmişti, bir de Goodwin "Bu eski grubum Doves'tan bir şarkı" diyerek iyice üzdü. Ama çaldığı şarkının "The Sulphur Man" olması, üzerine de "The Last Broadcast" patlatması mutlu etti. "Odludek" de temiz albüm olmuş, Doves'un zirve günleri tadında değil, ama babanın sesi kıvamında. Akşamın olayı ise The Waterboys. 2012'de Rock En Seine'de izlemek beni çok heyecanlandırmıştı. Şimdi bucket list'imde değiller, ama sahnede hala harikalar. Mike Scott baba seyirciyle nefis iletişim kuruyor, bir şarkıya doğaçlama bir monolog ekleyerek performansı adeta kabareye yaklaştırıyor. Anlattığı hikayede kendisi Green Man'e sevgilisiyle gelmiş bir adam, sevgilisiyle birlikte oluyor, ama sonrasında "Ah, hayır, bunu ikinci defa yapamam çünkü Far Out Stage'de The Waterboys var. Biliyorum sen pek sevmezsin ama bence fena değiller" diyor! Scott'ı ilk izlediğimde efsane "The Whole Of The Moon"u tam bir gün önce ölen Neil Armstrong'a adamıştı. Bu sefer de acı tesadüf, şarkıyı Robin Williams'a adıyor: "Too high, too far and too fuckin' soon" deyişi tam Williams'a cuk oturdu. 

Cuma sabahı festivalin en güzel zamanlarındandır. Daha yükselişteyizdir, zirveye çok vardır. Niyetim erken gruplara uzaktan bakmaktı, zira öğleden sonra festivalin basın mensupları için tertiplediği tanışma organizasyonu vardı. Ayıptır söylemesi, 11.30'da çıkan Wildest Dreams'i geç uyandığım için tuvalet ve lavabo kuyruklarındayken kaçırdım. Ana sahne olan Mountain Stage'in açılışı için güzel gidermiş. İyi albüm yapmış DJ Harvey ve tayfası, başka bir yerde yakalamak eğlenceli olabilir. Sonra Highasakite geldi, müziklerini seviyorum ama o hava ve saat için biraz fazla ağırdı kanımca. Britanyalı folk veteranı Michael Chapman babaya biraz bakıp arkaya geçtim. Genelde insanlarla tanışma konusunda pek iyi değilimdir ama neyseki Adalılar söylenenlerin aksine çok sıcakkanlı insanlar. Net olarak konuşmayı çok seviyorlar. Eh, benim de Türkiye'den geliyor oluşum müthiş bir "ice-breaker" çünkü yanılmıyorsam Britanya dışından kalkıp gelen başka bir gazeteci yok benim dışımda. God is in the TV'den bir kızla tanıştım, "Bu beşinci festivalim" dedi, Green Man'e beşinci defa geldiğini anlıyorum. Hayır, beş hafta sonu üst üste başka festivallere gidiyormuş! Bir yerden sonra zor geldiğini anlattı, eve gidip bir-iki gün kalıp çıkmak ve çadırlara dönmek zor geliyor dedi, doğrudur. Ama uzaktan nefis geldi kulağa. Arkada bize ayrılan biraların sonuna geldikten sonra festival alanına döndüm. Azıcık Tunng izledim, beklediğimden enerjiklerdi. Ama öğleden sonra güneşininin altında, hazır biradan çarpılmışken olabilecek en güzel müzik Jonathan Wilson'dan geldi. Hep derim, bir festivalde psychedelik lazımdır. Sen içeceksin, gitar melodileri uzayacak, (olumlu anlamda) içini bayacak, beynini bulandıracak... Wilson sonrasında bir parça kendime gelmem gerekti ama, çünkü Sun Kil Moon çıkacaktı. Mark Kozelek bu yılın en iyi albümlerinden birisini yaptı, malum. Sahnenin kenarına geçti, diğer grup üyeleri diğer köşede. Oturdu, çaldı. Yüzü hep asık, sert bir personası var. Bu adamı kızdırmak istemeyeceğinizi düşünüyorsunuz. Birkaç şarkı sonra seyirciyle ilk temasını kurdu: "Jabberwocky iptal edildi. Ve çok mutluyum. Çünkü yoruldum. Dolayısıyla bu haftasonunu burada geçirebilirim. Arada takılırım, içerim ve birileriyle yatmaya çalışırım. Ama beceremem..." Sonra da kameraya dönüp "Bu kısmı çıkartın" dedi, dudağının kenarına küçük bir gülümseme oturdu. Şarkıları bazen kaldırması güç gelecek kadar ağır, belki de bunu dengelemek için mizah da kişiliğinin bir parçası olmuş. Arada gitar çalmadığı şarkılarda ayağa kalktı, (sanırım) votka şişesini kafasına dikti. Çaldı, söyledi. Etkileyiciydi. Bir ara seyircilere baktı, "Ne kadar çok beyaz insansınız" deyip güldü. 

Performansın ardından bir bira almaya gittim. Festivale herkes kendi birasını getirdiğinden olacak, bar sayısı azdı. Ama yine de çok kuyruk oluşuyordu. Çok uzun sakallı, tahminen 50'li yaşlarında bir adam "Çekilin, ben alkoliğim" diye bağırdı, sonra bana gülümseyip "Yok, işe yaramıyormuş" dedi. Ayaküstü muhabbet ettik. Galliymiş, hatta festival alanına 50-60 kilometre mesafeden gelmiş. Geçen yıllarda İstanbul'u görmüş, hayran kalmış. "Katman katman tarih var" dedi. Sonra bana bir bira ısmarladı, misafirverlikten olacak. Ada insanına bir kez daha ısındım. Bira demişken, Green Man'de bir de Ale ve Cider Festivali vardı. 50'şer çeşit Ale ve Cider satıştaydı! Hepsini deneyen oldu mu bilmiyorum ama ben beş tane ale denedim. Sonra ana sahnede Augustines çıktı, Amerikalı enerjik bir grup, daha önceden dinlememiştim. İkinci sahne olan Far Out'ta Toy ve Poliça arka arkaya çıkıyordu, onlara pek bakmadım. Üçüncü sahne sayılabilecek Walled Garden'da Leeds'li Adult Jazz vardı. İlk albümlerini gelmeden dinlemiştim, iyi çocuklar, iyi de çaldılar, ama albümlerindeki "sessizlik" sahnede yerini biraz daha "jenerik" bir indie rock sound'una bırakmış. Stüdyodaki sahneye her zaman kusursuz tercüme edilemeyebiliyor. Gece kapanışta her iki sahnede epeyi iyi bir dörtlü var: Daughter ile Mac DeMarco, Beirut ile Caribou çakışıyor. Önce biraz Daughter, sonra Mac DeMarco'ya geçiyorum. Daughter kişisel ve sakin müziğine karşın büyük sahneyi tahminimden iyi kaldırdı. Britanya'da da epeyi büyümüşler. Mac DeMarco tahminimden daha az kalabalık, ama epeyi iyi çalıyorlar. Şarkılar arasında grup üyeleriyle muhabbetleri de komik. Beirut için biraz yorgundum, önceden de izlediğim için biraz bakıp kaçtım. Şimdi düşününce aslında Caribou'da kalmalıydım ama yorgundum ve 45 dakika beklemem gerekiyordu, bekleyemedim. Hele Caribou'dan sonra The 2 Bears da vardı ama olmadı. Belki biraz kahve ya da Red Bull falan alıp kendimi canlandırmayı deneyebilirdim. Bir dahaki sefere artık. 

Cumartesi festivalin büyük günü. Kişisel highlight'larımın büyük bölümü bugün çıkacaktı. Artı, iki gün tek tabanca takıldıktan sonra Londra'dan arkadaşım Onur da bana katılacaktı. Normalde yalnız tatil yapmayı ya da festivale gitmeyi seviyorum. Ama bir noktada insan paylaşmak istiyor. Cumartesi sabahının ilk isimleri Georgia Ruth ve Zachary Cole'u neden kaçırdığımı hatırlıyorum: İki günden sonra basın çadırında wi-fi yeniden çalışmaya başladı ve o gün Premier Lig başladığı için fantezi futbol takımımı kurmaya çalıştım. Mutual Benefit'e yemek yerken uzaktan baktık, ama Angel Olsen'la birlikte artık yaklaşma vakti geldi. Angel'ın sahne elektriği buz gibi. Tek kaşı havada, arada ufak gülümsemeler dışında ifadesiz bir yüzle söylüyor. Gerçekte daha güzel, hatta Emma Stone'a benziyor. Pek konuşmadı ama konuştuğunda "Siz hiç bir festivalde çaldınız mı? Biz çaldık. Hatta hala çalıyoruz, o yüzden bu alkışları hak ettik" gibi şeyler söyledi, dolayısıyla söylemese daha iyiydi. Ama olsun, müziği güzeldi, kendisi güzel söyledi, grubu iyi çaldı. Ardından Neko Case vardı ama önce sahneye bir adam çıktı. Elleri titreyerek tuttuğu kağıttan bir hikaye anlatmaya başladı. Birkaç yıl önce bu festivalde tanıştığı bir kızla ilişkisini anlattı. Evet, sonra kızı sahneye çağırdı, diz çöktü ve evlenme teklif etti. Harika bir andı, izleyicilerden pek çoğunun da gözlerinin dolduğunu bizzat gördüm. Sonra Neko Case çıktı, "Böyle bir şeyin nasıl üstüne çıkarsınız ki?" diye sordu. Neko'yu ne kadar sevdiğimi bu blogun sadık okuyucuları bilirler, ama bence kendisinin düzenli dinleyicisi olmayan kitleyi de kazanmayı başardılar. Geri vokalisti Kelly Hogan'ın seyircilerle diyaloğu her zaman olduğu gibi iletişimin çok özel bir parçası. Neko'nun da keyfi yerindeydi. 15 aylık uzun bir turnenin son konseriydi bu. Tüm grup rahatlamış görünüyordu, yine ağırlıklı olarak son üç albümden çaldılar. Aralık ayında Neko'nun peşinden Almanya'ya gitmiştim, demek ki o kadar acele etmeye gerek yokmuş, ama konserleri o kadar su gibi, şarkıları o kadar güzel ki, 3-4 kere olsa daha izlerim. Bir sonraki albüm için arayı bu kadar uzun tutmasın da. The Walkmen'i çok severim, Hamilton Leithauser'ın da ilk albümünü beğendim. Leithauser sahnede tam bir beyefendi. Üç sene önce Glastonbury sahnesinde de çok jantiydi, tüm çamurun içinde parlamıştı, şimdi de öyle oldu. Akşamüstüne yakıştı. 

Ardından Sharon Van Etten geliyordu ki, benim için festivalin zirvelerindendi. "Are We There" çok güzel albüm, ama ilk dinlediğime göre sürekli güzelleşiyor, derinleşiyor. "Tarifa" bu yıl en çok dinlediğim şarkı olacak gibi görünüyor mesela. Büyük ölçüde son albümden çaldı, iyi de etti. Şarkılarının ağır melankolik havasını yaptığı tuhaf esprilerle dağıttıysa da çok şekerdi, çok sempatikti, çok güzeldi. Son şarkısı "Every Time The Sun Comes Up"ta Leithauser'ı sahneye davet etti. En sonda da "Birazdan Rough Trade çadırında olacağız" dedi. Festivalden günler önce "Are We There"in plağını almış ama Londra'da bırakmıştım. Festivalden de "Tramp"in plağını aldım ve sırayı beklemeye başladım. Ağır ilerledi sıra, belli ki insanlarla vakit geçiriyor, "tatava yapma imzala geç" demiyordu. Sıra bana geldi, kendimi tanıttım, "Türkiye'den gelen bir müzik yazarıyım ama aynı zamanda büyük bir hayranım" dedim, çok güzel güldü. Son albüme bayıldığımı söyledim, teşekkür etti. Buradaki konseri hatırlattım, buraları çok sevdiğini söyledi. Bilmiyorum, ben inandım. Sonra bir fotoğraf çekildik, cep telefonumun Snoopy kabını beğendi, "Aa bunu nereden buldun?" dedi. Köşesi kırık olmasa çıkartıp hediye edeyim dedim, ama vazgeçtim sonra. Bir de ona "Albümü dinlediğimde senin için üzüldüm, çok hüzünlü bu şarkılar, kim seni böyle üzdü, şimdi iyisin değil mi" gibi şeyler sormak istedim, soramadım. Vedalaştık. Ana sahnede The War On Drugs vardı. Bu yıl özellikle Britanya'da çok büyüdüler. Eh, bu yoldan ilerlerse daha da büyüyecekler. Uzun gitar soloları olmayan bir Dire Straits ya da hitleri olmayan bir Bryan Adams gibiler. "Lost In The Dream" de tadı gittikçe artan bir albüm. İmza olayı yüzünden performansın yarısını kaçırdım ama yakaladığım kısımda "Red Eyes" vardı. Şarkının iki defa tekrar eden solo bölümünde güzel bir air guitar patlattım. Durduğumda önümdeki iki velet bana bakıyorlardı. "Ne bakıyorsunuz" diyecek gibi oldum ama meğerse ellerinde marshmellow pakedi varmış, bana ikram etmek istemişler. Aldım, "Eyvallah" dedim. 

Mountain Stage'i Mercury Rev kapatıyordu, üstelik "Deserter's Songs" çalacaklardı ama tüm gün ihmal ettiğim Far Out'a yollanmam lazımdı. Gün boyunca Ought, Fat White Family, I Break Horses ve Panda Bear kaçmıştı, Walled Garden'daki East India Youth'u da kaçıracaktım ama kaçmaması gereken bir grup çalıyordu: SLINT! Reunion'ları sevmem, bitmiş bir hikayenin yeniden başlaması pek lezzet vermez. Ama Slint'te durum farklıydı. Bir başyapıt yayınladıktan sonra karanlığa karışmışlar, o albümü hak ettiği kadar çalamamışlardı. Geçen yılki geri dönüşleri bu yüzden anlamlıydı. Konserleri de büyük lezzet verdi. Şarkılar eskisi kadar keskin, yükseliş ve alçalışları ilk günkü kadar çarpıcıydı. Kimi zaman sessizce şarkılar dinleniyor, kimi zaman da birlikte kopuluyordu. Ağır ilerleyen birkaç şarkıdan sonra "Bizimle kalın, rocker'lar yolda" anonsu yapmalarını biraz yadırgadıysam da seyirci mesajı aldı, finalde müthiş bir pogo döndü. Karanlıklar ardında, minimum diyalog, neredeyse hiç duyulmayan bir vokal ve muhteşem bir gürültü yağmuruyla süper bir konserdi. Bunun üzerine çok sevsem de The Field'ı izleyip büyüyü bozmaya gerek yoktu. 
Pazar, festivalin son günü. Akşama kadar pek çok çadırın indiğini, festival alanından yakındaki kent olan Abergevanny'ye servislerin kalktığını görebiliyorsunuz. Hüzünlü bir an. Ama daha izlenecek çok şey var. Sabah Galli sanatçı 9 Bach ve Other Lives'a uzaktan, kahvaltı eşliğinde baktık. Sonra Nick Mulvey vardı. İlk albümüne bayıldığım adam, "First Mind"ın sessiz ve atmosferik folkunu büyük sahneye nefis taşıdı. Ana sahnede olup çoğu zaman tek başına ve tek enstrümanla binlerce kişiyi etkilemek kolay değildi, ama hakkını verdi. Sonra Mountain Stage'de sıra Boy & Bear'indi ama son gün diğer taraflara daha çok baktık. Bilim çadırı, oyun alanları, kitapçılar, plakçılarla geçti gün. Bir de Rising sahnesine daha çok baktık. Konuştuğum bir İngiliz meslektaşım, "Bu festivalin asıl olayı keşif" dedi. Tabii bütün büyük grupları izlediği için söylemesi kolay. Ama Green Man de bu konuda bir repütasyon geliştiren bir festival. Michael Kiwanuka, Daughter, Ben Howard gibi isimlerin ilk olarak çıktığı festival bu olmuş. Ben de ara ara izlemelerim sırasında Flo Morrissey, LoveStopRepeat, Threatmantics, No Thee No Ess gibi grupları sevdim, yazdım deftere. Sonra saat 5 olunca ana sahne civarına döndüm ama, zira Anna Calvi vardı. İlk albümünden beri takipte olduğum Calvi, kanımca son yılların en dikkate değer müzisyenlerinden. İyi bir vokalist, daha iyi bir şarkı yazarı, çok daha iyi bir gitarist. Klişelerden uzak müziğini sahneye de nefis taşıdı. Gitar sololarıyla da seyirciyi avucunun içine aldı. Belki herkes hayran değildi, ama konser bittiğinde fazladan birkaç bin yeni dinleyicisi olduğuna eminim. Albümlerine baktığımızda Bill Callahan da aşağıda kalır bir isim değil, ama kendisinin cool'luğu, Anna Calvi'nin alev alev performansından sonra bana iyi gelmedi. Uzaktan baktık ama Far Out'ta Simian Mobile Disco'ya gitmek iyi geldi. Yeni projeleri "Whorl" birer synth ve sequencer ile canlı kaydedilmiş bir albüm. Grup da o albümü çaldı. Elektronik müzik adına yaratıcı bir deney, sonuca bakılırsa iş gördüğünü de söylemeli. Sonrasında biraz Real Estate, biraz da First Aid Kit'e baktık, biraz bira depoladık ve gecenin olayına hazır hale geldik. Neutral Milk Hotel izleyecektik ve her şey mükemmel olmalıydı. Biraz kafam olmalıydı ama konserde tuvaletim gelmemeliydi. Sahneye yaklaşmak için geç davranmamalıydım ama çok erken hareket edip yorulmamalıydım da. Konser başlamadan önce bir anons yapıldı, grup konserde cep telefonları dahil hiçbir kayıt yapılmasını istemiyordu. Sahnenin iki yanındaki ekranlar da kapatıldı. Sonra tam 22:30'da ışıklar söndü. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam sahnenin sağ tarafına geçti. Hiçbir şey söylemedi, elini kaldırıp insanları selamladı ve "Two-Headed Boy"u çalmaya başladı. Jeff Mangum karşımızda, tarihin en güzel albümlerinden birisinden çalıyordu! Şarkı "The Fool"a bağlanırken grup üyeleri gelip sound'u arşa değdirdiler. Sonrası, her anı mükemmel bir performanstı. Mangum'ın personası dolayısıyla içe dönük, soğuk bir performans beklerken tüm üyelerin enerjik çaldığı, belki Neutral Milk Hotel'in ihmal edilen lo-fi temposunun hakkını sonuna kadar veren bir konserle karşılaştık. Üflemeliler, gitarlar, feedback'ler, tamamen analog şekilde (mesela testereyle!) üretilen efektler, her şey kusursuzdu. İzlediğim en büyüleyici, en nefis performanslardan birisiydi. "In The Aeroplane Over The Sea"nin tamamı çalındı, birkaç şarkıda "On Avery Island" ziyaret edildi. Hemen herkes uyarıya kulak verdi, kimse cep telefonunu açmadı. Tamamen sahnedekine, müziğe konsantre olduğumuz o konserlerden biriydi. 10 yıldır böylesini yaşamıyoruz belki de. Neutral Milk Hotel de zaten bu konseri 15 yıl önce veriyor olmalıydı. Eğrisi doğrusuna denk geldi. 1990'ların sonundan bir günü 2014'te yaşadık, ama ne nostalji duygusu vardı, ne de bayatlamışlık hissi. Bir indie rock efsanesini kanlı canlı izledik. Aklımıza "Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler" gelmedi. 

Konser bittikten sonra Green Man'in yanına gittik. Dört gün boyunca alanın ortasından herkese tepeden bakan dev adam geleneksel olarak bir kez daha yakılacaktı. Işıklar söndü, Green Man yakıldı, havai fişekler patladı ve 20.000 dost, belki de bir daha görüşmemek üzere ayrıldı. Mükemmel bir festivale mükemmel bir final oldu. 

Wednesday, August 13, 2014

Ne güzel filmler izlettin, ne mutlu ettin bizi sevgili Robin Amca!



Dün dünyanın en sevilen oyuncularından birinin, Robin Williams'ın ölüm haberiyle sarsıldık. "Sarsıldık" burada öylesine kullanılmış bir kelime değil, birçok insan gerçekten de böyle acı bir habere inanmak istemedi. Ama bu tatlılar tatlısı adam canına kıymıştı işte, hayata daha fazla devam etmek istemeyen diğer sayısız güzel insan gibi..  


Williams, hep akılda kalan komedyen imajının aksine, aslında çok farklı karakterlere hayat verdi kariyeri boyunca: “Mrs. Doubtfire” ve “The Birdcage” gibi filmlerde umarsızca güldürdü, “Dead Poets Society” ve “Good Will Hunting”de dramaya yatkınlığını hatırlattı, “Insomnia” ve “One Hour Photo”da ise düpedüz gerdi; üstelik her defasında kendine hayran bıraktı bizleri. Evet, repertuarı çok genişti Robin Williams’ın, ama şimdi düşünüyorum da, o şefkatli bakışıyla, o sevimli gülümsemesiyle, sıcacık gözleri ve yumuşacık (olduğunu tahmin ettiğim) sakallarıyla ben onu hep Adile Naşit kıvamında sevdim. Adile Teyzemizin Amerikalı ve erkek muadiliydi Robin Amca! Sadece filmleriyle değil, salt varoluşuyla bile çok şey kattı bize, hayatımıza.. Onsuz bu dünya biraz daha sıkıcı ve tatsız bir yer olacak. Toprağı bol olsun!

Umarım bu acı olay, depresyonu hala küçümseyen ve burjuva hastalığı olarak görmekte ısrar edenlerin, bu ciddi rahatsızlığa yönelik duyarsızlıklarının son bulmasına vesile olur.  


Hafif not: Dün akşam İlkay ile onun anısına bir film izleyelim dedik ve aklımıza, nasıl olduysa ikimizin de henüz izlememiş olduğu “Good Will Hunting” geldi. Film su gibi akıp giderken (ve ben Williams’ın oyunculuğunun yanı sıra, yine aramızdan zamansızca ayrılan Elliott Smith’ın şahane şarkılarının tadını çıkarırken) ilginç bir tesadüf yaşadım. Filmin sonlarına doğru kısa bir ihtiyaç molası verdik. Bu sırada twittera göz attım ve tesadüf o ki ilk okuduğum tweet, Le Figaro’nun Fields matematik ödülüyle ilgili tweetiydi. Neden tesadüf? Çünkü, izleyenler zaten biliyordur, filmdeki Profesör Gerald Lambeau karakteri Fields ödülüne sahip bir matematikçi ve Lambeau’nun bu prestijli ödüle sahip olduğu, mesleki başarısının altının çizilmesi bakımından özellikle vurgulanıyor. Ayrıca, sadece 4 yılda bir verilen Fields ödülünü ben hayatımda ilk kez bu filmi izlerken duymuştum. Gerçekten de çok tuhaf bir andı; haberi okuyunca bir süre ekrana bakakaldım, sonra kafamda garip düşüncelerle filmi bitirip uyudum.

Monday, August 4, 2014

Lana Del Rey: Şiddetin Ne Hoş

(Bu yazı, Blue Jean'in Temmuz 2014 sayısında yayınlanmıştır) 
Lana Del Rey, tartışmalı “Born To Die” ile bir süperstar olmuştu. 7 milyon satan bir albümün aynısını yapmaktansa “Ultraviolence” ile sizi karanlık tarafa davet ediyor. Sonuç müthiş.

İstediğiniz pop müzik ansiklopedisine bakın, göreceğiniz şey aynıdır: İkinci albüm, bir yıldızın en zor dönemecidir. Lana Del Rey bu sorunu acısız atlattı. İkinci albüm sendromu mu dediniz? Hangi ikinci albüm? Onu üne kavuşturan albüm “Born To Die” zaten teknik olarak onun ikinci albümüydü. Eğer yeni sahne kişiliğinin ilk albümünü “Born To Die” sayarsanız, arkasından mini kayıt “Paradise”ı yayınlayarak sıra savdı. Doğrusunu isterseniz 2012’den bu yana o kadar farklı iş çıkarttı ki, “Ultraviolence”ın kaçıncı albüm olduğunu tartışmaya başlasak bir 15 dakikayı yeriz. Bir gerçek var ki, Lana Del Rey, bu şekilde ikinci albüm sendromunun arkasından dolaşmış oldu. Pek çok şeyde yaptığı gibi.
Benim diyen müzik yazarı, sosyolog ya da psikolog çıkıp “Ben Lana Del Rey’i çözdüm” diyemez. Günümüzün en göz önündeki, ama en gizemli figürlerinden birisi o. Her yaptığıyla sizi yanıltabiliyor, her sözüyle sizi ters köşeye gönderebiliyor. Ondan bir şey yapmasını bekliyorsunuz ve o asla onu yapmıyor.
Kendisini Lizzy Grant olarak tanıyan birkaç kişiyi boşverelim, ‘Video Games’ ile karşımıza çıktığında sanki bir zaman kapsülünden yeryüzüne çıkmış gibiydi. Tutkuları içinde patlamış, kendisini anlayan kimseyi bulamayan, sevdiği adamı bilgisayar oyunlarına kaptıran yalnız bir kadın. Yükselip yükselip düşen, bir türlü patlamayan, günümüz dinleyicisinin kulağının aradığı nakarat zirvesini sunmayıp hevesi kursakta bırakarak tahrik eden, bu yüzden doyurmayan, bir kez daha dinleme isteği uyandıran arsız bir şarkıydı. İlk albümü “Born To Die”ın da bu kadar vurucu, bu kadar seksi, bu kadar zamansız olmasını bekliyorduk. Ters ayakta yakalandık. Albüm belli başlı birkaç şarkısı dışında tamamen güncel seslerle örülü, hip hop’tan bolca beslenen bir liste albümüydü. Lana, önce sadece kafasını çıkarttığı indie tünelinden tamamen ayrılmıştı.

PLASTİK BEBEK
Aslında ona ilk kucak açanların sırtını dönmesi, “Born To Die”dan önce gerçekleşmişti. Saturday Night Live’daki en iyimser tabirle feci performansı Lana’yı viral yapan blogger’ları ve müzik eleştirmenlerini ondan uzaklaştırmıştı. Ayrıca hikayesinde birtakım tutarsızlıklar ve tuhaflıklar dikkat çekmeye başlamıştı. Kendisi yıllarca sokaklarda kaldığını, alkol tedavisi gördüğünü söylerken tüm kariyerinin babası tarafından finanse edildiği iddia edilmekteydi. İddialara göre o plastik bir bebekti; üretilmiş, paketlenmiş, raflara dizilmiş ve sizin tarafınızdan alınıp eve götürülmeyi bekleyen bir bebek.
Lana’nın anlattıklarına göre ilerlersek, “Born To Die” yaratım süreci sefalet içinde geçmesine karşın mutlu bir albümdü. “Ultraviolence” ise onun global bir süperstar olmasının ardından yapılmasına karşın mutsuz bir albüm. Yalnızlık, mutsuzluk, depresyon var burada. Seks ve aşk var, ama en hastalıklı haliyle. “Bana vurdu, ama öpücük gibi geldi” diyebilecek kadar hastalıklı. Şiddet var, dibine kadar. Hem karşıdan gelen, hem de kendine uyguladığı şiddet bu.
Lana şiddet ve ölüm duygusundan korkmuyor. Kurt Cobain’den Amy Winehouse’a, Elvis Presley’ye kadar tüm kahramanları ölü. Geçtiğimiz günlerde bir röportajında “Keşke ölmüş olsaydım” dedi. Şu anda 28 yaşında, yani lanetli 27’ler kulübüne artık katılmayacağı için şanslı hissedebiliriz. Ama Lana öyle düşünmedi: “Bunu sürdürmek istemiyorum. Ama sürdürüyorum.” Birkaç gün sonra, aslında bu cevabı vermek istemediğini, buna yönlendirildiğini iddia ederek The Guardian’a kızdı. Aslında kendisini röportajın bir yerinde ele veriyordu. Muhabir, konserlerinin sonunda 20 dakika boyunca hayranlarıyla kucaklaştığı zamanları anımsatıp “O zamanlarda yaptığın işi çok seviyor olmalısın” dedi. “Hayır,” diye cevapladı. “Ne düşündüğümü bilmiyorum. Tek bildiğim şu anda, burada, bu balkonda oturduğum.”

ZITLIKLARIN KADINI
Lana Del Rey tam bu anın kadını. Bir gün kalktığında dünyanın en mutlu insanı gibi hisseden, ama bir anda neden hala nefes aldığını sorgulayan birisi. O yüzden bir röportajda söylediği bir başkasını tutmuyor. Dürüstlüğü, tutarsızlıklarında. Gücü, zayıflığında. Güzelliği, karanlık tarafında.
Aralık ayında bir akşam The Black Keys üyesi Dan Auerbach’la takıldı. Birlikte bir şeyler içip albümünü dinlediler. O gece, “Ultraviolence” çoktan bitmiş gibiydi. Pek çok şarkıyı sıfırdan yeniden düzenlediler. Bazı şarkıları yavaşlattılar, bazılarına dumanlı gitar soloları eklediler. Bazı şarkıları yeniden söyledi Lana, ucuz mikrofonlarla, tek seferde. “Born To Die”ın pürüzsüz prodüksiyonuna karşın, loş, gergin, karanlık bir kayıt yaptılar. Daha çok yakıştı.
“Born To Die”dan sonra bir daha albüm yapmayacağını söylüyordu. “Anlatabileceğim her şeyi anlattım” diyerek. O zaman 25 yaşındaydı ve her şeyi yaşadığını düşünüyordu. Önceki albümlerde her yaşadığını anlatmak niyetindeydi, şimdi yaşadıklarından parçaları çekip çıkarmaya başladı. Onun peşine “Born To Die”la takılan genç dinleyicileri için “Ultraviolence”ın sert ruh haline, düşük temposuna alışması zor olabilir. Ama ‘Young and Beautiful’da sorduğu bu değil miydi zaten? “Artık genç ve güzel olmadığımda da beni hala sevecek misin?” Cevabı kendisi veriyordu: “Biliyorum ki seveceksin.” Yanında kimin olacağını bilmiyorum, ama bir bildiğim var, “Ultraviolence” Lana’nın kirli ve karanlık tarafına bir davetse, ben sonuna kadar varım.